8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü için bir yazı yazmak amacıyla bilgisayarımın başına geçtiğim saatlerde medya ve sosyal medyada gün içinde yedi kadının eski/yeni eşleri ve sevgilileri tarafından katledildiği haberi düşüyordu sürekli önüme. Her sayfa değiştiğinde farklı bir kadının adı, sebebi benzer, faili belli.
Kadın cinayetlerinin bu ölçüde yaygınlaştığı, olağanlaştığı bir dönemde kadına, kadın sorununa, 8 Mart’a ilişkin basmakalıp, ezberin tekrarını içeren bir yazı yazmak ne kadar gerçekçi olacaktı? Bir kadın olarak üstelik ‘sevdikleri’ tarafından ‘erkekçe’ gerekçelerle katledilen hemcinslerimin gerçeği orta yerde dururken yazacağım her cümle artık bir buzula dönüşmüş kadın sorununa ne katkı sunacaktı. Elim gitmedi. Vicdanım kadar bedenim de kanıyor, acıyordu.
Düşündükçe kadın sorununu ele alıştaki en büyük sorunun biz kadınlar da olmak üzere meseleyi hâlen soyut bir biçimde kadın erkek eşitliği, kadın ve sınıflı toplum, iktidar gibi teorik düzlemde ele alan, bir türlü somuta inmeyen bakış açısında olduğunu fark ettim. O düzlem tabii ki yanlış değil. Gerçeğin bir haritasıdır. Oysa başta kadın cinayetleri ve cins olarak kadının yaşadığı tüm sorunlarda çok daha temelde ve somut bir şeyler vardı. Kadın dün de bugün de hep ‘bir şey’in ‘suçlu’suydu. Ve erkek aklı her dönem, her zeminde bu ‘suç’u gerekçe gösterip, ‘yargılıyor’, ‘ceza’ veriyordu. Üstelik tüm yasal düzenlemelere, aydınlanmaya rağmen toplumsal algı değişik tonlarda bu durumla hemfikirdi. Kadınların önce cins olarak kendilerine giydirilen bu ‘suç’-‘suçlu’ gömleğini, edilgenliği parçalaması gerekliydi.
Dönüp dolaşıp kendi kadınlık bilincimin hatta siyasal bilincimin oluşum aşamasındaki ipuçlarına geldim. Ve birkaç gündür beklettiğim yazının başına dönüp yeniden yazmaya başladım.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü için her kesim kendi meşrebince açıklama yapar, yazı yazar, beyânât verir, etkinlik/kutlama düzenler. Tüm bunlarda bir eksiklik hatta sakatlık olduğunu duyumsarım. Kördüğüm olmuş bir anlaşılamama hâli bir yumruk misali gelir oturur kadın olma bilincimin orta yerine. Nasıl oturmasın ki? Neredeyse çoğundan sakal bıyık sarkan cümlelerden nasıl bir sonuca varabilir ki kadın. Hani neredeyse egemen erkek kültürü ve onun cisimleşmiş hâli her türden iktidar Kadınlar Günü’nde bile kadına ‘gün yüzü göstermeme’ye ya da ‘gününü gösterme’ye yemin etmiş gibidir.
Kendimi kadın olarak duyumsamaya başladığım, çocukluktan ‘genç kızlık-kadınlık’ dönemine adım attığım ve siyasal bilincimin artık filiz vermeye başladığı günlerdi. Biraz acemi, biraz heyecanlı ama daha çok bir şeyler biliyorum artık bilgiçliğiyle o sabah anneme, “Bugün Sekiz Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Senin günün, benim günüm, biz kadınların günü.” demiştim. Öylece yüzüme bakmış, “Biz gün yüzü gördük mü ki günümüz olsun kızım,” demişti.
O günden beri “8 Mart nedir?” sorusunun cevabı veya algısı, kadın kimliğini kazanmamın ilk öğretmeni annemin “Biz gün yüzü mü gördük!” ifadesinde saklıdır benim için. Bu nedenle 8 Mart hep ‘gün yüzü görmeyenlerin günü’ olarak kazınmıştır bilincime. Dünyayı, hayatı algılamam geliştikçe bu anlam daha da oturmuştur yüreğime. Tarlada, ahırda, evde görünmez ama muazzam emeğiyle annemim bu sözü bireysel bir yakınmayı değil, bir cins olarak kadını ve kadın sorununun; en sade, bir o kadar da filozofça açıklamasıdır, tanımıdır.
Kadın nasıl gün yüzü görsün ki bu dünyada, üstelik bu coğrafyada, bu ülkede? Toplumsal bilinç altımıza dinsel metinlerle işlenmiş olan insanın cennetten kovuluşunun sebebinin bir kadın oluşu gerçeği varken. Dünya denen tüm ezilenlerin en altında kadının olduğu bu cezalandırma merkezinde olmamız bile biz kadınların sırtına yüklenmiş. Daha ilk başta kadın bir suç ve cezalandırılma nesnesine dönüşmüş. Resmi ve dini bir akde dayanmayan ilişkiler ve baştan çıkarma fiilindeki çift taraflılıkta bile kadının hâl ve gidişatının asıl tetikleyici sayıldığı, her aşamada günâh işlemeye ve işletmeye kodlanmış kadın, bırakalım toplumsal eşitsizliği, sınıflı toplumların üzerine yıktığı bin bir çeşit cinsel ayrımcılığı aşmayı, kendisiyle nasıl barışık olacak? Kendisini suçun sebebi gören erkek zihniyetiyle nasıl savaşacak?
Kadına bırakılan tek toplumsal kabul alanı, kutsallık da yüklenerek ‘annelik’ kavramıdır. Oysa bu, duygusal yorumundan soyundurulduğunda mülkiyetle özdeşleşmiş erkek egemen iktidarın en kurnaz oyunudur kadına. Annelik kurumunda da aynı suç ve cezanın nesnesi hâline dönüştürülen kadın elinde kalan tek doğal özelliği doğurganlığıyla egemen erkeğin üreme aleti olmaya mahkûm edilmiştir. Kutsiyet atfedilen annelik, mülkiyet sahibi erkeğe vâris, iktidar sahibi erkeğe prens/şehzade yetiştirmenin yaldızlı köleliği olmuştur.
“Cennetin anahtarı anaların ayağının altındadır!” sözü, insanın cennetten kovulmasının suçlusu ilan edilen kadının yeniden erkeğin iktidarını süreklileştirip pekiştirecek bir ‘annelik kurumu’nun içi boşaltılmış ilanından, yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Gerek modern toplumlarda gerekse geri üretim ilişkilerinin hâkim olduğu toplumlarda üretim ilişkilerinde ezilen, cins ve sosyal kimliği hiçe sayılan kadının hâlâ çocuğu da büyütme göreviyle ‘onurlandırılması’, annemin dile getirdiği “gün yüzü görmemenin” çifte kavrulmuş nedeni değil mi?
Başta da dediğim gibi 8 Mart’a ilişkin daha teorik, özgür kadın, mücadele, cins eşitliği gibi kavramlarla işlenmiş bir yazı da yazabilirdim. Ancak yanıbaşımızda olup bitenler hepimizin sorunu. Avrupa’da yaşasam da İstanbul Sözleşmesine atılan imzanın iptal edildiği bir ülkenin kadınıyım. Her yerde kadın, eril zihniyetin kölesi. İşte bu yanıbaşımızdaki eril zihniyetin dayattıklarına karşı sessiz kalacaksak, ötekiyle empati kuramayacaksak, bütün olup bitenlere karşı duyarsızsak orda sadece kötülükten degil, kinden, gözü dönmüşlükten bahsetmemiz de gerekiyor. Üstelik bu, bir bireyin kötülüğü olarak ele alınabileceği gibi bir üst zihniyet olarak topluma dayatılan her türlü kötülüktür. Biçimleri değişse de toplumun geneline yayılmış bir kötülük en tehlikeli olandır. İnsanlara korku yayar ve korku büyür, sessiz bir çığlığa dönüşür. Bu da sessiz bir toplum demektir. Şiddetin tüm kapıları tutulmuş olur. Kimsenin kimseyi duymadığı. Tam da geldiğimiz aşamada bununla karşı karşıyayız. Kadın cinayetlerinin bile yaprak kıpırdatmadığı coğrafyamızda, sorunun algılanmasında bizler hâlâ işin ABC’sindeyiz diye düşünüyorum.
Kadın olarak bize giydirilen ‘suçlu’, ‘günâhkar’ ve ‘cezalandırılması gereken’ kimliğimizi toplumsal bilinçte parçalamadan bir kadın özgürlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Son söz olarak ‘gün yüzü görmeyenlerin günü’ 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günümüz kutlu olsun. Gün yüzü göreceğimiz günlere olan inancımızla, bilincimizle mücadele günümüz. Ülkemizdeki sessiz çoğunluğun sesli bir koroya dönüşmesi umuduyla. Ne ölerek siyahlar giyelim ne de tahakküm altına beyazlar eşliğinde girelim. Yaşasın renkler! Yaşasın kadın!