Metin Turan Gurbet Bizim Evimizdir’de bizleri 1894 doğumlu Âşık Veysel, 1902 doğumlu Ruhi Su ve 1920 doğumlu Enver Gökçe’nin Cumhuriyetin kuruluş yıllarının hemen sonrasındaki Türkiye koşullarında var olma çabalarına tanıklık ettiriyor.
Eserleriyle bugünlerimizi aydınlatan bu üç sanatçının kimlikleri, yaşadıkları dönem Türkiye’sinin savaş sonrası kültürel iklimi ve öncesinde Anadolu coğrafyasının niteliklerinde saklıdır.
Onlara sahip oldukları bilinci ve vatan sevgisini kazandıran yetiştikleri çevrenin kültürel, siyasi ve savaş sonrası ortamının nitelikleri ile bu niteliklerin sanatçılar üzerindeki etkileridir.
Âşık Veysel’i var eden, sahip olduğu söz söyleme yeteneği kadar dürüst yaşam biçimidir de. Onu tanımak için içine doğduğu coğrafi koşullar ve tarihsel olarak süregelen kültürel ortama bakmak gerekir.
Âşık Veysel kültürümüzdeki ozanlık geleneğinin soy temsilcilerinden biridir.
Ozanlık geleneği, Türklerde sadece edebi ifade biçimi değil, aynı zamanda kültürel hafızanın taşıyıcısı, toplumsal sözcü ve ruhani rehber olarak yüzyıllar boyu varlığını sürdürmüş olan derin bir mirastır.
Geleneğin kökenine indiğimizde sözlü kültürün, inanç sistemleri, göçebe yaşam tarzı ve epik anlatım biçimleri gibi birçok unsurla iç içe geliştiğini görürüz.
Ozanlığın tarihsel kökleri, Orta Asya’da Şamanist Türk topluluklarında görülen kam, baksı ya da oyun adı verilen kişilere dayanır.
Kamlar hem din adamı hem iyileştirici hem de anlatıcı idi. Ayinlerde kopuz çalarak, sözlü şiirlerle ruhlarla iletişim kurarlardı.
Ozanlar, Türklerin tarihsel yolculuklarında destan anlatıcılığı görevi üstlenmişlerdi. Alp Er Tunga Destanı, Şu Destanı, Oğuz Kağan savaş kahramanlık, göç ve aşk temalı destanlar ile kişilik oluşturmuş, milletin bilincini beslemişlerdir.
Ozanlar hem tarihi olayları hem de kolektif hafızayı canlı tutan kişilerdir.
Kopuz bugünkü bağlamanın atasıdır ve ozanlar şiirlerini kopuzları ile söylerlerdi. Bu sadece bir eğlence sistemi değil bir tören, bir sözlü arşiv, bir ahlaki öğüt sistemi idi.
Toplumsal hayatın birçok alanında olduğu gibi ozanlık geleneği de İslam’ın kabulünden sonra dini ve tasavvufi etkilerle yeniden şekillendi. Bundan sonra ozan, özellikle 16. Yüzyıldan itibaren şehir hayatı ve İslam kültür dairesi içerisinde şahsileşerek âşıklığa dönüştü.
Bektaşi dervişleri, Türkmen babaları, ozanlık geleneğinin farklı kollardan sürdürücüleri ve besleyicileri oldular.
Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Âşık Ömer, Âşık Sümmani halk üzerinde etkili olmuş geleneğin önemli temsilcileridir.
Özellikle Alevi-Bektaşi ozanların taşlamalarında görüldüğü gibi ozan sadece anlatıcı değil aynı zamanda bir toplum eleştirmenidir. Yöneticiler, sosyal adaletsizlik, aşk, gurbet ölüm gibi konularda halkın sesi olmuşlardır.
Yakın dönemde Âşık Veysel bu soy geleneği âşık edebiyatı içinde yaşatan halk şiiriyle düşünce aktarımını, özellikle Halkevleri ve Köy Enstitüsü kaynaklarından beslenerek yeniden canlandırmıştır.
Âşık Veysel, ozanlık geleneğini hem sürdüren hem de onu 20. yüzyıl Türkiye’sinin toplumsal gerçeklikleriyle harmanlayan bir halk filozofudur. O, geçmişin sesiyle geleceğe seslenen “gönül gözü ”dür.
Türk toplumunun yazılı geleneği tarih içinde bulunduğu yaşam koşulları nedeni ile güçlü değildir. Dolayısı ile sözlü geleneğin taşıyıcıları geleneğin en önemli aktarıcılarıdır.
Âşık Veysel geleneğin içinde kalmayı değil gelenekten getirdiği zenginliği Köy Enstitülerinde eğitici olarak bulunduğu dönemde Cumhuriyetin yeni değerleri ile buluşturarak döneminin halk ozanlarından önemli ölçüde ayrılır. Sözlü gelenekten beslenmesine karşın, yazılı kültürün yaratıcıları ile örneğin Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüpoğlu, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Behçet Kemal Çağlar gibi isimlerle sohbetlerinden dolayı bu birikimin de sentezini yapabilmiş biridir.
Veysel’in yaşamında onu kâmil insan olmaya götüren kilometre taşları vardır.
Babasının oyalansın diye kırık bir saz alması, ailesi tarafından evlendirildiği Esma’nın kendisini terk etmesinden sonra Yalıncak tekkesine hizmet eden ve yedi çocuğunun annesi olan onun uzun gitmelerine destek veren, eli ayağı gözü Gülizar ana bunlardan biridir. Sanatının şekillenmesi ve yön değiştirmesinde etkili olan 1931 yılında Ahmet Kutsi Tecer’in öncülüğünde Sivas’ta gerçekleştirilen Âşıklar Bayramı. Başta Ankara’ya onunla birlikte üç aylık yürüyüşle gelmeye gönüllü Âşık İbrahim, uzun gitmelerinde kendisine yoldaşlık eden başkaca can dostlarının varlığı, Atamız ile buluşamamasına rağmen Cumhuriyet için yazdığı destanın bir gazetede yayınlanması, Halkevleri ile tanışıklığı, eserlerinin radyoda okunması Köy Enstitülerinde eğitici olma şansını bulması ona yaşamın hediyeleri ve kilometre taşları değil midir?
Kitapta bugün hâlâ bir şekilde etkili olan ve halk edebiyatına, şiirine ve türkülere yukarıdan bakan tavrın kaynağının Osmanlıdan bu yana nasıl geliştiği de irdeleniyor.
Osmanlı döneminde saray ile halk arasındaki derin ayrılığın nedeni iki ayrı dil ve iki ayrı sanat anlayışının hâkim olmasıdır.
Ruhi Su’nun halk türkülerine getirdiği yeni soluk ile süregelen bir anlayışı yıkmak yolunda müziğimize katkısını daha iyi anlamak için halk müziği ve edebiyatının Osmanlıdaki durumuna bakmak gerekir.
18.yüzyıla gelinceye kadar saray müziğinin çevresi medrese ve tekkelerdi. Sanat müziği formunda makam sistemine dayalı müzik icra edilirdi. Tema genellikle tasavvuf, aşkın ilahi boyutu, mistisizm, zarafet ve düzendi. Kullanılan dil Arapça ve Farsça söz ve tamlamalarla dolu Osmanlıcaydı. Müziğin yazılı notaları vardı. Bu müziğin en bilinen temsilcileri Itri, Dede Efendi, Hamamizade İsmail Dede, Buhurizade Mustafa Itri Efendidir.
Aynı dönemde halk müziğinin kaynağı ağırlıklı olarak köylüler, âşıklar, meddahlar ve halk ozanlarıydı. Müzik saz eşliğinde söylenen türküler destanlar, mâni ve ninnilerdi. Müziğin teması ise günlük yaşam, aşk hasret, kahramanlık, doğa ölüm ve isyandı. Dili ise halkın çoğunluğunun konuştuğu Türkçeydi. Bu müziğin yazılı kaynakları olmaması nedeni ile sözlü kültür ile kuşaktan kuşağa aktarıldı. En bilinen temsilcileri ise Karacaoğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Erzurumlu ve Ercişli Emrah, Âşık Şenlik, Dertli, Seyrani ve yakın dönemde Âşık Veysel’dir.
Müzikte olduğu gibi edebiyatta da net çizgilerle ayrışmış iki ayrı anlayış vardır. Halk edebiyatının kaynağı köy ve kasaba ve yine sözlü gelenekken, saray edebiyatının (divan edebiyatı) kaynağı medrese gören seçkin zümreydi. Halk edebiyatı koşma, destan, mâni, ninni ve ağıtlarla kendini ifade ederken divan edebiyatında kaside, gazel, mesnevi, rubai gibi Arap -Fars formları hâkimdi.
Müzikte olduğu gibi halk edebiyatında dil duru bir Türkçe iken Divan edebiyatı dili, bolca Arapça Farsça tamlamalardan oluşan üstelik kendi içerisinde de yazım tutarlılığı olmayan Osmanlıcaydı.
Halk edebiyatının anlatıcıları âşıklar ve halk şairleriydi. Saray edebiyatının anlatıcıları Fuzuli, Baki, Nedim, Nef’i gibi seçkin şairlerdi.
Bu iki farklı müzik ve edebiyat anlayışı 17. Yüzyıldan itibaren Osmanlı seçkinlerinin yüzlerini Avrupa’ya dönmeleri ile Arap-Fars etkisinden Batı etkisine doğru bir dönüşüm başlattı. 18. Yüzyılda Osmanlı seçkinlerinin Avrupa ile özellikle Fransa ile ilişkiler kurmasına kadar bu şekilde süregeldi.
Lale Devri ile Batı hayranlığı gün yüzüne çıktı ve ilk eserlerini vermeye başladı. Paris’e gönderilen ilk elçi 28. Mehmet Çelebi batı uygarlığına hayran kaldı ve dönüşünde Sefaretname adlı raporu yazdı.
Bu dönem Avrupa özentisi Barok mimarisinin ve Avrupa bahçelerinin taklit edilmesi ve eğlence kültürünün İstanbul’a taşınması ile sınırlı kaldı.
Tanzimat Dönemi ile Batı hayranlığı sistemli ve köklü bir hal aldı. Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Batı hukukunu ve yönetim biçimini örnek almaya başladı. Fransızca bilen aydın sınıf oluştu. Batı edebiyatına öykünen ilk roman ve tiyatro örnekleri yazıldı. Bu dönemin en bilinen kalemleri Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa’dır.
Eğitimde, hukukta kılık-kıyafette yaşam tarzında Fransız etkisi ağır bastı. Tevfik Fikret, Halit Ziya, Cenap Şehabettin Batı hayranlıkları, verdikleri eserlerdeki Fransız etkisi nedeni ile yerli kimliklerinden kopuş eleştirilerine hedef oldular.
Bu yöneliş zamanla taklitten özümsemeye evrildi ve Cumhuriyet düşüncesinin temellerini oluşturmaya başladı.
1718 de Lale Devri ile başlayan Batıya yöneliş eğilimi ve hayranlığı Cumhuriyete kadar devam ederken bu dönemde halk edebiyata sarayla doğrudan iletişimi olmadığından kendi sazı ve sözü ile Anadolu’daki seyrini sürdürdü.
Cumhuriyetin ilk çeyreğinde kurulan Köy Enstitüleri yukarıda bahsettiğimiz iki derin ayrılık içeren bakış açısını bir potada eritilerek bir sentez oluşturmak açısından kültür tarihimizin en önemli dönüşüm şanslarından biri olmuştur.
Bir bakıma Enstitüler ilim ve irfanın bir araya geldiği, örgün eğitimden geçmiş aydınlar ile eğitim olanağı bulamamış köylü gençlerin bir araya getirilmesi sureti ile aydınlanmanın en etkili temellerinin atıldığı yerler olmuştur.
Bu ortam konservatuar eğitimi almış ve halk müziğine yeni bir soluk getirmiş olan Ruhi Su ile sözlü kültürün en önemli soy ozanlarından Âşık Veysel’in bir araya geldiği buluşma noktalarından biri olmuştur. Türk toplumunun yazılı geleneği tarih içinde bulunduğu yaşam koşulları nedeni ile güçlü değildir. Dolayısı ile sözlü geleneğin taşıyıcıları geleneğin en önemli aktarıcılarıdır.
Ruhi Su’nun hayat hikâyesi tam bir var olma savaşımı. Basbariton sesi ile türkülere getirdiği soluk hepimizin kulaklarında her daim canlılığını korurken bu güçlü sesin arkasındaki sıra dışı yaşam hikâyesi hem içimizi burkuyor hem de verdiği mücadele önünde saygıyla eğilmemizi sağlıyor.
Her ne kadar eğitimli kesim türküleri ve halk edebiyatını küçümser bir tutum içinde olsa da halk kültürü de kendi sınırlarını korumaya çalışarak değişime kapalı bir tutum sergilemiştir. Halk gibi söylemek bu anlamda gırtlak sesleri ve süslü söylemlerle türkü söylemek değil kendi özgün tarzını koruyarak söylemektir.
Ruhi Su bu tabuların dışında kendi eğitimli sesi ve kültürü ile türkülerini söyleyerek ayrı bir boyut yakalamıştır. Onun için halk gibi olmak kendisi olmaktan uzaklaşmak anlamına gelmez.
O kadar etkili bir yorumcudur ki etkilediği öğrenciler yaşam yollarını onun gibi olmak için değiştirir. Müzik bilgilerini bir üst aşamaya taşımaya çabalarlar.
Cumhuriyetin ilanından hemen sonra ülkemizde hem uluslararası gelişmeler hem de iç dinamiklerin şekillendirmesi ile bir otoriter yönetim fikri gelişmeye başladı.
1922 İtalya’da Mussolini ve 1933 ‘te Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilgiyle izlendi.
Bu dönemde bazı Türk aydınları ve bürokratları faşizmi güçlü bir devlet modeli, kitleleri bir arada tutan bir bağ olarak görmeye başladı.
Bunu izleyen dönemlerde milliyetçilik sertleşmeye ve daha fazla etnik vurgular içermeye başladı. Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi kuramların Türk milletinin üstünlüğünü vurgulamaya başlamasıyla Hüseyin Nihal Atsız gibi yazarların ırk temelli milliyetçilik tezleri faşizan bir söyleme dönüştü.
1923’te Cumhuriyetin ilanı, Türkiye için yeni bir ulus inşası sürecini başlattı. Laiklik, milliyetçilik, devletçilik ve halkçılık ilkeleri doğrultusunda köklü reformlar yapıldı.
Ancak bu reformlar tepeden inme devlet gücünü önceleyen bir anlayışla uygulandı. Bu durum da otoriter bir modernleşme modeli doğurdu.
1925’te Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki partilerin kapatılması ile tek parti rejimine dönüldü.
Bu dönemde Faşizm Türkiye’de sistem olarak benimsenmese de otoriter yönetim biçimi ve bazı semboller açısından etkileşim görüldü.
1920-1940 yılları arasında Türkiye’de milliyetçilik devletin temel ideolojilerinden biri oldu. Bu dönem kapsayıcı yurttaşlık temelinden, giderek etnik kilimliği vurgulayan bir milliyetçiliğe doğru kayarken muhalif sanatçılar ve edebiyatçılar üzerinde önemli etkiler yarattı.
Tek parti döneminde muhalif sanatçıların eserlerini ve görüşlerini ifade etmelerine izin verilmedi. Resmî ideolojiye aykırı düşünenler ya sindirildi ya da yargılanarak mahkûm edildi ve sürgünlere gönderildi.
Özellikle 1930’ların ortası, özellikle de İkinci Dünya Savaşı eşiğinde Türkçülük daha ırkçı bir söyleme büründü. Özellikle sol, sosyalist dünya görüşüne sahip yazarlar baskı gördü. Yahudi, Ermeni, Kürt ve Rum kökenli sanatçılar görünmez hale getirildi.
Özellikle komünizm, uluslararası enternasyonalizm, devletçilik karşıtı fikirler Kürt kimliği gibi temaları işleyen sanatçılar hedef alındı.
Başta Nazım Hikmet olmak üzere, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz ve Sabiha Sertel bu dönemde toplumcu gerçekçiliği savundukları ve bu bağlamda eserler ürettikleri için dışlanan, yargılanan, mahkûm edilen kimlikleridir.
Kitapta Enver Gökçe ile ilgili Metin Turan’ın farklı zamanlarda yazdığı metinler bir araya getirilerek onun, sanatı, yaşamı, fikirleri ve eserleri ile ödediği bedeller mercek altına alınıyor.
Enver Gökçe 1920 yılında Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Eğinin Çit köyünde dünyaya gelir. 1930’larda ilkokula Ankara’da başlar. Üniversitede Türkoloji eğitimi alır.
Enver Gökçe ilişkide bulunduğu edebiyat dergileri ve onların çevresinde kümelenmiş elitlerin içinde bulunmasına rağmen, dönemin halk ozanları ile yakın ilişkidedir. Çünkü Anadolu bilgeliğinin onlarda devam ettiği düşüncesi ile ozanlardan beslenir.
Ahmet Kutsi Tecer o dönemde Ülkü dergisindedir ve Âşık Veysel’in hayatına dokunduğu gibi hemşerisi Enver Gökçe’nin Ülkü dergisinde çalışmasına aracılık ederek onun da hayatında etkili bir yere sahip olur.
Enver Gökçe Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi şiirin öncülerinden biridir.
Ancak sakıncalı bulunan ve Metin Turan tarafından bir dar geçit dönemi ozanı olarak tanımlanan Gökçe, iktidar karşıtı düşünceleri nedeni ile soruşturmalara maruz kalır. 1951 yılında TKP tevkifatı olarak bilen siyasi operasyon kapsamında tutuklanır ve 6 yıla mahkûm edilir. Maruz bırakıldığı işkenceler sonucunda bedeni iflas eder. Son çözüm olarak geri döndüğü köyünde bile en sevdikleri tarafından ajanlık suçlamasına muhatap bırakılır.
Enver Gökçe yaşamının son yıllarını yoksulluk, hastalık ve yalnızlıkla mücadele ederek geçirdi ve 19 Kasım 1981 tarihinde Ankara’da vefat etti.
Farklı eğitimlerden gelmiş olmalarına rağmen Âşık Veysel, Ruhi Su ve Enver Gökçe’yi yaşadıkları dönemde sanat anlayışları, halk edebiyatına bakışları ve üretimleri ile hayat, farklı dönemlerde bir araya getirmiştir. Yaşadıkları zaman nesnelerin egemenliğindeki dünyada bunlardan ari olarak kendilerini arama ve ifade etme çabası içinde olmuşlardır.
Onlarınki niteliksizliğe itiraz ve aydınlanmaya adanmış hayatlardır.
Kitapta bahsi geçen üç sanatçı da dönemlerinde esen popülizm rüzgârlarına kapılmadan kendileri olmayı, koşulların zorluklarına rağmen başarmışlardır.
Halktan olmanın halkın taklit edilmesi değil kendi üslupları ile yazmak ve söylemek olduğu ilkesi ile üretmişlerdir.
Cumhuriyet devrimlerinin vatandaşına, evladına verdiği destek ile kimsesizlerin kimsesi olduğu dönemde desteklenmiş eserleri ile günümüzü aydınlatan en değerli örneklerdendir bu üç sanatçımız.
Gurbet Bizim Evimizdir Metin Turan’ın akademik kimliği ile edebiyatçı kimliğinin bileşiminde bir eser. Bu yanıyla sanatçılarımızın otobiyografik bilgilerini aşan, yaşadıkları dönemi toplumsal, siyasal boyutlarıyla öğrenmemize katkıda bulunan, tüm edebiyatseverleri mutlu edecek, belgesel niteliğinde doyumsuz bir eser çıkmış ortaya.
turkantorun@hotmail.com
Temmuz 2025