I
Melankoli
Kara sevdaya düşmüş, sevdiceği yüz vermemiş bir aşık değilim. ‘Ben kimim, neden varım?’ diye sabahtan akşama kadar düşünen, bu koca dünyaya anlam vermeye çalışan bir feylosof hiç değilim. Yazdığı romanın sonunu bir türlü bağlayamadığı ya da bestelediği güftenin nakaratını çıkaramadığı için yaratma sancısından dokuz doğuran bir sanatkâr da değilim. Peki, benim bu iç sıkıntım nereden geliyor?
Symrna nam bu şehirde sabahtan akşama yürüyorum. Bir uçtan bir uca şehrin bütün caddelerini, sokaklarını bitiriyorum. Tabanlarımın acısından sıkıntımı unutur gibi oluyorum. Soluklanmak için oturduğum ilk kahvehanede yeniden geri geliyor çanına ot tıkadığım. Susmuyor, sürekli konuşuyor, çaresiz kalkıp yine yürümeye devam ediyorum.
Tabii ben böyle durmadan yürüyünce adımı deliye çıkardılar. Eş dost uyardı, yapma etme bir yere varmadan bu kadar yürünür mü, diye. Yürünür dostlarım yürünür. Bu gam, bu keder sizde olsa siz de yürürsünüz. Meyhane köşerinde demlenirken halimi soran dostlara anlatıyorum içimdeki karabasanı. Var elbette onların da kendilerine göre dertleri, dünya hali, dertsiz olur mu? Ama hiçbirinin derdi benimkine benzemiyor. Damdan düşenin halini damdan düşen anlarmış. Boş gözlerle bakıyorlar bana.
Geçen gün yine böyle içimdeki kurt ruhumu kemirir halde yürürken Ragıp Bey’le karşılaştım. Kaç zamandır görmüyordum. Tombul kırmızı yanakları, geriye doğru taranmış biriyantinli saçları ve refah durumuyla doğru orantılı o gamsız gülüşü asabımı fena halde bozan Ragıp Bey, Pier’den Punta’ya doğru yürüyüşümde bana eşlik etmek istediğini söyleyince gönülsüz de olsa kabul ettim. Bir süre konuşmadan yürüdükten sonra sessizliği bozma gereği hissettim:
‘‘Siz de yürüyüş yapmayı sever misiniz?’’
‘‘Elbette, sağlık için günde en az yirmi – yirmi beş dakika yürürüm.’’
‘‘Bittabi! Tabipler öneriyor zaten.’’
‘‘Öyle ama aşırıya kaçmamak şartıyla. Duyduğuma göre gün boyu hiç durmadan yürüyormuşsunuz. Doğru mu?’’
‘‘Yürüyorum. İçimdeki sıkıntı başka türlü yaşamama müsaade etmiyor.’’
‘‘Bakın azizim! Çok sık görüşemesek de sizi severim. Kabul ederseniz size bir dost tavsiyesinde bulunayım. Hayatın güzelliğini görmek bir beceri işidir. Şu anda burada denizin kokusunu, rüzgarın teninize dokunuşunu, kuşların cıvıltısını duymuyorsanız mutlu olmanız çok zor. Çocukken validenizin kollarındayken duyduğunuz o huzuru bulmak için geçmişin ya da geleceğin sizi esir almasına izin vermeden, kendinizi şimdinin şefkatli kollarına bırakmalısınız.’’
Birden durdum. Ben durunca Ragıp Bey de durdu. Bana doğru dönünce suratına şöyle okkalı bir tokat aşk ettim. İçimde bir ferahlama hissettim. Öyle olunca dayanamadım bir de yumruk attım. Sersemleyen Ragıp Bey sendeleyip yere kapaklandı, yerdeyken tekmelemeye başladım. Vurdukça rahatlıyor, o yıllardır aradığım huzuru buluyordum. O kadar mutluydum ki ağlıyordum. Hem ağlıyor hem de Ragıp Bey’in o tombul suratını dağıtıyordum. Ragıp Bey hareketsiz bir şekilde kalınca bir an için korktum ve kan revan içindeki suratına doğru eğildim. Zorlukla da olsa nefes alıyordu. Kulağına doğru ‘‘Buyrun, bunu da hayatın size bir armağanı olarak kabul edin lütfen!’’ diye fısıldadım. Sonra bir sigara yaktım. Ne zamandır kendimi bu kadar iyi hissetmemiştim. Eve dönmeye karar verdim.
II
Yaşama Sevinci
O kadar sıkılıyordum ki bir cinayet işledim. Ragıp Bey sizlere ömür. Avukatımla konuyu iştişare ettik. Şuçlu olduğum açık. Ellerimle bir insan evladını öldürdüm. İşin tuhaf yanı içimde bir nebze olsun pişmanlık olmaması. Bunu ortalık yerde seslendirmemem ve pişmanmış gibi görünmem gerektiği konusunda avukatım tarafından uyarıldım.
Tabii olayı görenler kulaktan kulağa tüm şehre yaymış. Polisten önce Ragıp Bey’in kardeşleri geldi kapıma dayandı. Bağırdılar çağırdılar. Huzur içinde uyusun ölmüş validemin kulaklarını çınlattılar. Aşağı inmemi istediler, ben inmedim, gittim yattım. Bir katil de olsam içimdeki kara bulutlar dağılmış, güneşim açmıştı ya daha ne isterdim? Polis gelene kadar şöyle güzel bir uyku çektim.
Kapı ziline uyandım. Baktım aşağıda polis arabası. Açtım kapıyı bu sefer. Devletin kollukları bunlar, Ragıp Bey’in kardeşlerine benzemezler. Dediler cinayetle suçlanıyorsun. Karakola geleceksin. Giydim ceketimi ayakkabımı, ellerime kelepçe vurdular, mahallelinin şaşkın bakışları arasında bir patates çuvalı gibi attılar beni polis arabasına. Sokakta oynayan çocuklar bir süre polis arabasının peşinden koştular.
Sorgu odasında amir sordu, sen bu adamcağızı neden öldürdün, diye. Anlattım ben de olup biteni. Ezgin bir halde yürüyordum, karşıma çıktı, saçma sapan konuşup canımı daha da sıktı. Amir sordu, lan oğlum insan canı sıkkın diye adam öldürür mü? Amir bulunduğumuz odanın isminin hakkını verircesine ardı ardına sorular sordu. İşkillenmişti bir kere. Bu işte bir iş vardı. Can sıkıntısı bir cinayet sebebi olamazdı. Başka bir cevabım olmadığından hep aynı cevabı verdim. Haliyle biraz dayak da yedim. Polisin hıncından Ragıp Bey’in öldürmek için fazla saygın bir adam olduğunu idrak ettim ama olan olmuştu, yapacak bir şey yoktu.
Şimdilerde yine yürüyorum dostlarım. Volta atmak deniyor. Katilim ama deli değilim çünkü hapishanede bir yere varmadan yürümek normal karşılanıyor. Arada canım yine sıkılıyor elbette ama dışarıda beni içten içe çürüten o karabasandan eser yok. Bu defa içimde bir yaşama sevinciyle yürüyorum ve diğer mahkumlara gülümsüyorum.