Harman Günü
Öykü

Harman Günü

Yalçın Yeşildal

Sabah güneşi, odanın ince tüllerinden içeri gayet zahmetsizce sızıyordu. Dışarıdan gelen çeşit çeşit sesler uyanışına eşlik ederken gözlerini ilk araladığında kolundaki kızarıklıklar hemen dikkatini çekmişti. “Sinekler epey ısırmış.” Havanın sıcak olduğu yetmezmiş gibi o tiz sesleriyle kulak tırmalayıcı bir konser verip sonra da isteklerine ulaşan lanet varlıklar… Dedesi uyumadan önce yattıkları odayı ilaçlardı ama nafile. İlaçlandıktan sonra o keskin koku sineklerden önce sanki onu ölüme daha çok yaklaştırıyor hissi verirdi.

Önce bir horozun efelenme nârası geldi kulağına, sonra tavuk sesleri. “Yemlendiler sanırım.” Halbuki sabahın ilk saatlerinde uyanır uyanmaz kümesi açıp tavukların ve horozun çıkmasıyla onlara günün ilk öğününü vermek en büyük zevklerinden biriydi. “Babaannem neden kaldırmadı ki?” Ama bir gariplik hissediyordu. Koca evde sadece bir çift ayağın gürültüsü yankılanıyordu. Zemini tahta olan ev; o bir çift ayak yürüdükçe sallanıyor, sallandıkça da çerçevelerinde emaneten duran camları titretiyordu. Yataktan doğruldu, kendini dedesinin yüksek divanından aşağı bıraktı. Şimdi o da evin narin yapısına katkıda bulunmuştu, camlar onun da adımlarına uyum sağlamaktaydı.

Odanın kapısını açıp büyük salona adım attığında, mutfakta kahvaltı hazırlamaya koyulan babaannesini gördü. Küçücük bir kadın… Bir yandan çaydanlık elinde, demliğe sıcak su dolduruyor; bir yandan da ocakta kızaran patatesi kontrol ederken haşlanan yumurtaları emaye bir tabağa alıyordu. “Babaanneme annesi yemek yemedi diye hiç kızmadı sanırım. İnsan nasıl bu kadar küçük olabilir? Ben de az yesem ne olur sanki? Babaannem kadar yaşayamam mı hem?” Aslında orada oldukları sürece kahvaltıyı annesi hazırlardı ama bu sabah ne annesi ne babası ne dedesi ortalarda görünmüyordu. Kalktığı zaman abisini de bulamamıştı. “Çetin abimin yanındadır.” Mutfakta kahvaltıyla meşgul olan babaannesine sezdirmeden anne ve babasının yattığı odanın kapısını hafifçe araladı. Yataklarında değillerdi. “Allah Allah. Beni bırakıp Zonguldak’a mı döndüler?” Memur olan babası izni bitince bazen onlardan ayrı eve dönmek zorunda kalırdı, sabahın ilk saatlerindeki işçi servisine binip. Köyün ve civar bölgelerin en önemli geçim kaynağı olan kömür ocaklarında çalışan emekçiler, böyle zamanlarda babasına yol arkadaşlığı yaparlardı. Hatta çok soğuk bir sabah, kendisi de bu yolculuğunda babasına eşlik etmişti.

Kulaklarını iyice kabartıp evde babaannesinden başka birinin varlığına dair izler arıyordu. Tam o sırada bir ses bu arayışı böldü:
– Kalktın mı?
– Kalktım ya. Annemler nerede?
– Seni bırakıp gittiler sabah. “O, senin oğlun olsun dediler.”
Gözleri doldu, 7-8 senelik ömründe anne ve babasından bunu hiç duymamıştı. Ağlamaya başlayacaktı fakat babaannesi daha fazla kıyamadı ona:
– Harman günü bugün, unuttun mu? Sabah dedenle birlikte tarlaya indiler evin altına. Ekinleri deste yapmak için.
İçi nispeten rahatlamış biçimde yattığı odaya koştu. Tarlayı gören camdan dışarı baktı. Babaannesinin onu kandırdığını anladı. Dedesi, babası ve annesi daha dün biçtikleri ekinleri deste yapıp uygun bir yere istif ediyorlar; yardımcı olan bir iki komşu da arkalarında kalanları topluyorlardı. Bir keresinde buğday tanelerini rastgele savururken dedesine yakalanmış ve ondan şunları duymuştu: “Buğday bu oğlum, her tanesi değerli. Un yaparsın ekmek olur, tavuğa verirsin yumurta çıkar. Ziyan etme.” Destelerden arta kalanları toplayan imeceyi görünce hemen o an canlanıvermişti gözünde. Tarladakilere baktı sonra. Annesini sadece bağ bahçe işlerinde giydiği kıyafetlerden tanımıştı. Uzun, rengi solmuş bir etek ve açık mavi bir gömlek. Muhtemelen babasının eskilerindendi. Başına da beyaz bir yazma sarmıştı. Babası eski bir eşofman altı ve yine eski bir gömlek geçirmişti üzerine. Ama içlerinde en dikkat çekense dedesiydi. “Halil Ağa’nın torunu musun sen?” Onu köyde çoğunlukla “Bayram’ın oğlu” değil “Halil Ağa’nın torunu” diye tanırlardı. Zamanla anladı ki ağalık zenginlikten değil cüsseden yapışmıştı dedesine. Hakları da vardı diyenlerin. Tek seferde dört beş tane kalası sırtına yükleyip taa nerelerden taşır getirirdi de yoruldum demezdi. Kanından canından bu üç kişi bostanın sınırına kadar bir görünüp kayboluyorlar sonra da sırtlarında destelerle yeniden beliriyorlardı.

– Elini yüzünü yıka da bakkala ekmek almaya git. Arabayı kaçırdık bugün.
– Çişimi yapayım, giderim.
– Hadi öyleyse
– Yapacağım yapmasına da korkuyorum.
– Neyden?
– Örümcekten. Tam tuvalet kapısının orada. İnanmazsan gel, bak.

Babaannesi merhametle tuttu elinden. Birlikte tuvalete doğru gittiler. Gece uykusunun arasında çişi geldiğinde de uyandırırdı babaannesini.
– Bak, köşede. Hem de kocaman.
– Bir şey yapmaz o.
– Çok büyük hem de kapkara.
– Uyuyor o merak etme. Şuna bak. Kocaman adam oldun. Örümcekten korkulur mu?
– Ya atlayıp oradan beni ısırırsa?
– Bizi ısırmayan örümcek sana ne yapsın? Tövbe tövbe…

Babaannesi bıyık altından gülerek geriye dönüp gitmişti. Kendisi de tuvalet örümceğiyle baş başa kalmıştı. Bir yandan işini halletmeye çalışıyor bir yandan da başını çevirip sürekli örümceği kontrol ediyordu. Neyse ki çişini bitirene kadar örümcek yerinden hareket etmemişti. Hızlıca tuvaletten çıktı ve neden o şekilde olduğunu bir türlü anlayamadığı ikili musluk tezgahına geçti. Ellerini yıkayıp yüzüne su çaldı. Yattığı odaya geçip pijamalarını çıkardı. Üzerine kıyafetlerini giydi. Odadan çıkınca babaannesi:
– Bakkal kağıdını unutma.
– Nerede o?
– Bak televizyonun yanında.
– Tamam.

Arkasında belli belirsiz yazılar ve çizgiler olan kırmızılı beyazlı bir sigara kartonundan yapılmış veresiye defteri… Cebine koyup evin kapısını açtı. Merdivenlerin sonunda lastik terliklerini ayağına geçirdi ve bahçeden yola doğru çıktı. “Bir tane de balon mu alsam? Babaannem bir şey demez de annem belki kızar. İyisi mi sadece ekmek alıp geleyim.” Sağlı sollu evlerin arasından köyün aşağısına doğru hızlı adımlarla yürüdü. Caminin yanından geçerken solda amcasının evine doğru baktı. Babasının çocukluğunun geçtiği ev… Ne zaman görse hep yıkıldı yıkılacak zannederdi de ev, inatla karşısında dimdik dururdu.

– Niye gelmiyon oğlum hiç?
Evin bahçesinden samanlığa doğru giden amcasının sesiyle irkildi.
– Harman var bugün.
– Harman mı? Vakti gelmiş mi onun?
– Gelmiş ya. Dedemler tarlada, destede. Babaannem kahvaltı hazırlıyor, ekmeğe gidiyorum ben de.
– Tamam tamam. Afiyet olsun. Selam söyle.

Amcasıyla yaptığı kısacık bu yol üstü sohbetinden sonra köy kahvesinin önünden bakkala doğru ilerledi. Abisi, elindeki hortumla bakkalın önüne su tutuyor; bakkalın kapısı önünde de köyden iki üç çocuk duruyordu. Sonra musluğu kapatıp hortumu bir köşeye yığan abisiyle göz göze geldi:
– Ne oldu?
– Hiiiç, ekmek yokmuş.
– Tamam.

Bakkaldan içeri girdiğinde Çetin abisi tezgahın arkasındaydı. Elindeki versiye defterini uzattı.
– Ekmek yokmuş da.
– Hoş geldin canım, nasılsın?
– İyiyim.
– Al canım sen ekmeklerini.
Sonra abisine baktı:
– Kaç tane alsak ki?
– Söylemediler mi?
– Yok.
Evden çıkarken babaannesi “Ekmek al” demişti ama kaç tane alacağını söylememişti. Acaba söylemişti de kendisi balon hayallerine dalarken duymamış mıydı? Abisi:
– Üç tane alalım da, olmadı yine alırız.
Dolaptan ekmekleri aldılar, veresiye kağıdına işlendi.
– Yemek hazır, gelecek misin?
– Geliyorum.

Çetin abilerine selam verip bakkaldan çıktılar.
– Sen bir şey istiyor muydun?  diye sordu abisi.
– Şey yaa…
– Söyle?
– Bir tane balon isteyecektim de annem kızar diye vazgeçtim.
– Bir şey olmaz
Sonra abisi bakkala doğru geri döndü. Bir zaman geçince de elinde bir balonla kapıdan göründü. Çetin abileri onları hiç kırmazdı. Çocuk yaşında annesiz kalan delikanlı, çocuk kalbini kazanmayı her zaman başarırdı.
– Oley beee!!!
– Şimdi şişirme, evde yaparsın.
– Tamam tamam.

Elindeki ekmek poşeti sallanıyordu. Diğer elinde de abisinin aldığı balonu sımsıkı tutuyordu. Çok acayip oyun planlarını kafasında kurmuştu. Balon patlayana kadar bugünkü eğlencesi bitmeyecekti. Eve doğru yürürlerken arkadan gelen traktör sesini duydular. Abisi omzundan tutup onu da yolun kenarına çekti. Ve gidenin turuncu traktörü, yeşil harman makinesiyle diğer dedeleri olduğunu fark ettiler.

– Bize gidiyor herhalde.
– Evet.
– Kahvaltı hazırdır, hızlanalım. Kızmasınlar.

Evin önüne vardıklarında büyük kapı açılmış, traktör ve ürkütücü makine bahçeye girmişti. Dedesi, tarlaya açılan tahta kapıyı yerinden sökmeye çalışıyordu. Turuncu traktöre doğru yöneldi. “Bir çıksam mı üzerine acaba?” “Kızarlar mı ki?” Son sorudan sonra kararından caydı, tahta kapıyla uğraşan dedesinin yanına doğru gitti.
– Ooooo, hoş geldin oğlum.
– Hoş buldum. Kendisine uzatılan eli öptü.

Köye geldiklerinde babasının evinde kaldıklarından, annesinin babası olan dedesiyle çok da yakınlığı yoktu. Çok daha küçükken bir gece gördüğü rüyayla özdeşleştirmişti dedesini. Zonguldak’ın dik yamaçlarında oturdukları evin yanındaki bahçedeydi rüyasında. Ve dedesi de bahçenin tam ortasına duruyordu. Ama boyu çok uzundu. “Dede” diye seslendiğinde ona:
– Ben deden değilim, demişti.
– Ya kimsin?
– Ben Allah’ım.
– Allah mı?

Her duanın sonunda anılan “Allah”, çocuk zihninde dedesinin 15-20 metre boyundaki şekliyle oturmuştu bir müddet. “Demek ki Allah da aynı dedem gibi, pek gülmüyor sanırım.” diye düşünmüştü. Bunu annesine anlattığında da “Öyle şeyler deme sakın, günah” cevabını almıştı. “Allah bana şimdi çok mu kızmıştır?”. Annesi de gülerek “Sen daha çocuksun. Çocukların günahı olmaz. Ama büyüyünce de böyle düşünürsen kızar.” demişti. O günden beri de ne zaman “Allah” lafını duysa ister istemez dedesi, bahçenin ortasındaki dev gibi haliyle hep aklına gelir sonra da tövbeler ederek Allah’tan af dilerdi.

Eve çıkarken kapının önünde ayakkabıların biraz fazla olduğunu gördü. Ailedekilerin ayakkabılarını tanımıştı da diğerlerini pek çıkaramadı. Kapıyı açtığında halası, eniştesi ve küçük kuzenini gördü. Yer sofrası çoktan kurulmuştu. Ekmekleri mutfağa götürürken annesi ve babası lavaboda ellerini yıkıyordu. Halasının ve eniştesinin ellerini öptü. Uzak bir köyden yürüyerek geldikleri her hallerinden belliydi. “Niye arabaya binmemişler ki? Doğru ya, oradan buraya minibüs yok.”

Emektar tahta yer sofrası, büyük salonun ortasına kurulmuştu, kendisinden daha büyük bir sofra bezinin üzerine. Evdeki herkes yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı. Babaannesi son hazırlıkları tamamlarken annesi de tepsiye kahvaltılıkları dizmiş, mutfaktan gelmişti. Üzeri ıslak bir bezle temizlenmiş sofraya bütün kahvaltılıklar konuluyordu.

– Ellerini yıkadın mı sen?
– Sabah yıkadım ya?
– Kalk çabuk, dışarıdan geldin. El yıkanmadan yemeğe mi başlanırmış? Yeni adetler türetme.

Annesinden aldığı bu uyarılara alışıktı. Yine de kalabalıklar içinde bunun olmasından pek hoşnut değildi. Ama çocukluk… Evin en küçük bireyi olmanın verdiği çaresizlik… Yıllar sonra 40’lı yaşlarına geldiğinde de anne ve babasının gözünde aslında hiç büyümeyeceğini anlayacaktı. İçine attığı küçük sitemlerle kalktı kurulduğu yerden. Lavaboda ellerini sabunlayıp tekrar salona geçti. Evin demir kapısı açıldı. İki dedesi art arda içeri girdiler. Ağır fakat yorgun adımlar tahta döşemede yankılanıyordu. Şimdi sofra daha bir doluydu. “Sanki dedem evde miydi, o da yıkamadı ellerini, ona da kızsalar ya. Hep beni azarlasınlar zaten…” Düşünmeye ara verip tekrar yer sofrasına oturdu. Annesi çayları doldururken sofrada kalabalık bir sohbet başlamıştı. Halası da büyük bir bıçakla ekmekleri dilimlemişti. Hemen iki dilim ekmeği alıp sofra örtüsünün üzerine koydu. Herkes kendi aleminde yemeğini yiyor, o ise sofradakileri gözlemliyordu. Dedesi ve tarladan gelenler erken uyanmıştı, hallerinden belliydi. Babasının üzerindeki gömlekte buğday başaklarının yapışkan kılları vardı. Annesi ise arada sofradakilerle laflıyor fakat kızgın tavırlarını pek gizleyemiyordu.

– Karnını düzgün doyur, bütün gün harmanda olacağız, aç kalırsın sonra.
– Yiyorum işte. Çatalındaki patatesleri annesine gösterdi.
– Ekmek yemiyorsun.
– Yooo… Burada onlar da. Bu seferde önüne aldığı ekmek dilimlerini işaret etti.
– Dokunma çocuğa, herkesin çocuğu kadar yiyor işte.

Evin küçücük babaannesi ona hiç kıyamazdı. Evvel ezel… Gittiği mevlitlerde dağıtılan şekerleri dolaba saklar, o yiyene kadar kimseye vermezdi. Daha da küçük bir çocukken eve çıkan merdivenin başında sırtına alırdı, yavaş adımlarla onu eve taşırdı. Bir çay bardağı oralete on tane şeker atmasına göz yumar ve bunu da annesine söylemezdi. Kendi kahramanı babaannesi işte yine sahneye çıkmıştı:

– Hem neden aç kalsınmış. Ben sana yağda yumurta pişiririm.
Bu küçücük kadın sayesinde yağda yumurta en sevdiği yemek olmuştu.
– Ama tavuklar için uyandırmadın bu sabah? Kümesi açayım diye. Her ne kadar sürekli yanında olsa da babaannesine küçük bir sitemde bulunmayı da ihmal etmedi.
– Tarlaya giderken ben açtım kümesi. Heybetli dedesi lafa girmişti bu sefer.
– Sen de yemekten sonra eyvana in, yumurtaları topla o zaman. Babaannesi yine onun gönlünü almayı başarmıştı.
– Olur.

Evin önüne bakan balkonun altına dedesi, tavukların yumurtlaması için dört beş basamaklı küçük bir merdivenle çıkılan bir yuva yapmıştı. Yuvanın içinden saman yığınını karıştırıp yumurtaları kontrol etmek de onun işiydi. Artık asma merdivene rahatlıkla tırmanabiliyordu. Büyümüştü ya, sekiz yaşında kocaman bir adam olmuştu.
Kahvaltı sofrasından önce eniştesi kalktı. “Satılmış, aralıktan kıyafet ayarla kendine.” Salonun tam orta yerinde, iki odanın arasında olan kiler bölümüne “aralık” deniyordu. Gerçek adının kiler olduğunu, tatile girmeden evvel son “Hayat Bilgisi” dersinde öğrenmişti. “Tamam” diyerek aralığa girdi eniştesi ve askıda olan eski kıyafetlerden giymiş şekilde çıktı bir zaman sonra. Harman gününe herkes kendince hazırlanıyordu. Dedeleri aynı anda hareketlendi. Az vakit sonra da turuncu traktörün çalışma sesi duyuldu. Hızla kalktı sofranın başından, küçük kuzeni de peşinden geldi. Yattığı odanın penceresinden traktörle harman makinesinin tarlaya doğru gidişini izlediler. Önce makine traktörden ayrıldı, bir yere sabitlendi. Sonra traktör daha ileri gitti. Dedesi, büyük kayışı alarak önce traktöre sonra da o ürkütücü yeşil makineye bağladı. Artık tek kalan traktörü çalıştırmak ve “Harman Günü”nü tamamlamaktı. O yeşil makineden çok korkardı. Hem gürültüsünden hem de içindeki büyük bıçaklardan. Ya annesi ya babası her seferinde ekin destelerini atmak için tepesine çıkarlar, o ise onlara zarar gelmesin diye Allah’a bildiği bütün duaları ederek yalvarırdı. Bir gün ekinleri atarken kullandıkları diren, makinenin içine düşmüş ve parçalanıp dışarı fırlamıştı. “İnsanın eti ne ki? Koca direni paramparça eden bıçaklar adam olana ne yapmaz?”  O zamandan beri hiç sevmezdi harman makinesini.

Pencereden tarlayı seyrederken evin kapısının açıldığını duydular. Sonra da kalabalık ayak sesleri. Annesi, babası, eniştesi ve halası tarlaya doğru yürüyorlardı. Eniştesiyle annesi makinenin tepesine çıktılar. Babası ve halası da desteleri onlara daha kolay vermek için yakına taşımaya başladılar. Sonra dedesi de onlara yardım etmeye başladı. Diğer dedesi traktörü çalıştırdı ve kayış dönmeye başladıkça yeşil canavar da var gücüyle çalıştı. İlk deste ve ilk saman… Hani makine korkunç olmasa yağan samanların altına girer ve kendini kar yağıyor diye avuturdu da işte lanet makine… Artık bu gürültülü ve korkunç sahneyi görmek istemiyordu. Kuzenine döndü:

– Hadi yumurtalara bakalım.
– Hadi.
Koşar adım odadan çıkıp bahçeye indiler.
– Önce ben bakayım.
– Olmaz. Sen küçüksün, çıkamazsın oradan bekle. Ben bakar sana söylerim.
– Abi yaaa, bir şey olmaz işte. Ben bizim köyde evin altından çatıya kadar merdiven tırmandım da düşmedim.
– Olsun, önce ben bakacağım. Sen bir dahakine bakarsın.
Aslında merdiven bahaneydi. Kuzeninin oradan kolaylıkla çıkabileceğini de biliyordu. Ama yumurtaları kontrol etmek onun işiydi.
– Kaç tane var?
Samanların altını üstünü karıştırdı
– Üç. Ama daha kümeste de vardır. Bunu der demez de kuzeni hemen kümese yöneldi.
– Uğur dikkat et, horoz kızmasın! Dinleyen kim?
Şimdi o sesleniyordu:
– Kaç tane varmış?
– Dört tane…
– Ohh beee. Bir sürü yumurtamız oldu.
Kendisi yuvadan indi, Uğur kümesten çıktı.  Yine koşarak eve girdiler. Babaannesine yumurtaları verirken:
– Pişirecek misin bize?
– Sofradan yeni kalktınız ya?
– Şimdi değil, acıkınca.
– Pişiririm elbet.
Evde yemek varken başka bir şey yenmesine annesi pek izin vermezdi. Ama babaannesinin kuralları hep daha yumuşaktı. Aslında babaannesi onun için hiçbir kural koymazdı. Bir babaannenin, torununa hiçbir zaman hayır diyemeyeceğini yıllar sonra annesi de anlayacaktı.
– Ben aşağı iniyorum. Koşa koşa kapıya yöneldi Uğur.
– Susadan gitme, bana bak. Diye seslendi babaannesi arkasından. (Köyde arabaların geçtiği yola “Susa” denirdi. 2-3 sene evvel teyzesine araba çarptıktan sonra “Susa” onun gözünde, kontrolsüz arabaların anneleri çocuklarından ayıran bir yer olarak aklında kalmıştı.)
– Hadi git bak şuna, deli bu. Yanlış bir şey yapar şimdi. Sen de dikkat et.
– Tamam tamam, yumurtaları tasa dizeyim, giderim.
Hemen yumurtaları dizdi, sonra evden çıktı. Lastik terliklerini giydi. Yolun ucundan Uğur’u görmeyi umdu ama göremedi. Koşa koşa caminin önüne kadar indi, bakkalın önünde de yoktu. Amcasının evinin bahçesine şöyle bir baktı, yokkk! “Susaya çıkmasın sakın!” Bakkala doğru hızlıca koştu. Çetin abisi tezgahtaydı abisiyle birlikte. Abisi merakla sordu:
– Ne oldu?
– Uğur yok. Evden çıktı, babaannem koş bak dedi, bulamadım.
– Az önce buradaydı, yukarı doğru gitti.
– Bir şey olmaz canım, çeşmeye doğru bak. Çocuk o, yaramaz. Çetin abisi biraz sakinleştirdi.
– Tamam.

Bakkaldan yukarı doğru çıkıp çeşme tarafına yönelecekken köy kahvesinin yanındaki sokakta Uğur’u gördü. Bir toprak yığının üzerine çömelmiş, ağzı yüzü çikolata olmuştu.
– Gofret yiyecek misin abi, Çetin abi verdi… Bir çocuğun daha gönlünü yapmıştı ya, büyük adamdı Çetin abisi…
– Ver bir ısırayım.
Uğur ona doğru gofreti uzattı ve sonra bir ısırık aldı. Fakat sonra Uğur’un gözlerinin dolu dolu olduğunu gördü. Karşısındaki çocuk ağlamaklı bir sesle:
– Abi yaaa, neden o kadar ısırdın. Hepsi bitti bak.
Gerçekten de lokması biraz büyük kaçmıştı.
– Bizim paramız yok ki. Ben her zaman gofret mi yiyebiliyorum… Bunu söyledikten sonra da kalan lokmayı ağzına attı Uğur ama gözlerinden de yaş akıyordu.
Kendine çok kızdı. Doğru ya, onlar fakirdi, gofret alamayabilirlerdi. Kendi annesi çok tutumlu bir kadındı, evet. Ama hiçbir zaman abisiyle onu ne gofretten ne sakızdan ne de canlarının istediği başka bir şeyden mahrum etmemişti. Babaları iş çıkışında muhakkak eli-kolu dolu gelir ve dolabı ne zaman açsalar çikolatasından sakızına kadar her şeye kolaylıkla ulaşabilirlerdi. Tabii annelerinden izin almak koşuluyla. Her şey dolapta olmasına rağmen anneden babadan gizli hiçbir şey yenilip içilmezdi. Hatta yaz tatilinde her gün bir dondurma hakkı bile vardı. Peki Uğur hayatında hiç dondurma yemiş miydi? “Köy yerinde ne arasın dondurma?” Bu sefer de onun gözleri doldu. Sekiz yıllık koca ömründe belki de hiç tatmadığı bir hisle tanıştı: Merhamet… Ama ne yapabilirdi ki? Sanki onun parası mı vardı? Utangaç bir yapıya sahipti, isteyemezdi. Birisi ona sormadan asla isteyemezdi. Fakat artık büyük bir adım atmak vakti gelmişti.
– Ağlama ya, bekle beni.
– Hepsini sen yedin işte.
– Ben bir bakkala uğrayayım, sonra ve beraber döneriz, olur mu?
– Tamam.

Bütün masumiyetiyle toprak yığınının üzerinde ağlayan Uğur’un yanından ayrıldı. Şimdi bir çocuğun kalbini kazanma sırası ondaydı. Nasıl diyeceğini bilemiyordu ama bir şekilde bu işin altından kalkmalıydı. Bakkalın kapısından girdi. Abisi ve Çetin abisi tezgâhın arkasında oturuyorlardı. Abisi konuştu önce:
– Buldun mu?
– Buldum yaa. Şeytanlar’ın başında oturuyordu. Vahit emminin evinin önünde.
– Eee işte, alıp gitsene eve.
– Gideceğim de…
– Söyle?
– Gofret yiyordu… Tam olanı biteni anlatacaktı ki Çetin abisi lafa girdi.
– Sen de al canım. Raftan bir gofret uzattı.
Gofreti hızlıca alıp cebine koydu. Çocukluk kahramanı tekrar sahneye çıkmıştı işte. O, nasıl isteyeceğini düşünürken hem de…
– Teşekkür ederim…
Başka bir şey diyemeden bakkalın kapısından uzaklaştı. Diyemezdi çünkü ağlamaklı bir hisse bürünmüştü. Yolun başına doğru çıkarken Uğur bıraktığı yerdeydi. Başardığı işin büyüklüğünün farkına vararak gitti yanına:
– Al bakalım.
Gözleri açıldı küçük çocuğun:
– Anaaa, gofret. Abi yaaaa, sağ ol.
– Afiyet olsun. Hadi eve çıkalım. Hem babaannemin yağda yumurta sözü var.
– Pişirir mi ki?
– Söz verdi ya, pişirir elbet.
– Ohh beeee…

Şimdi her ikisi de mutluydu. Uğur gofretini yerken o da yapmayı başardığı abiliğiyle gurur duyuyordu.
– Hem bak, cebimde ne var.
– Ne?
Sabah abisinin aldığı balonu gösterdi.
– Eve gidince şişirir oynarız beraber.
– Maç yaparız.
– Balonla maç mı yapılırmış beee, patlar.
– Patlatmam abi söz.
– Ama ben şişireceğim.
– Tamam. Ben de Galatasaray olacağım.
– Ben de Fenerbahçe.

Eve doğru yaklaşırken oyun planları da tamamlanmıştı. Tarladan hâlâ traktör ve harman makinesinin sesi geliyordu.
– Bitmemiş mi daha? diye sordu Uğur.
– Belki az kalmıştır. Hem biraz daha sürer inşallah.
– Niye?
– Annem bazen kızıyor evde top oynarken.
– Arife yengem mi?
– Evet.
– Top mu oynayacağız sanki, balon oynayacağız.
– Aynı şey değil mi, top oynasak da maç yapacağız. Şimdi balonla da maç yapacağız.
– O zaman inşallah uzun sürer de rahat rahat oynarız abi yaa.

Bahçeye girdiklerinde babaannesi balkonda oturmuş çay içiyordu.
– Nereye kaybolmuş bu?
– Hiç. Şeytanlar’ın orada buldum.
– Bana bak bakayım. Kimsenin sözünden çıkma, abinin yanından ayrılma. Bu kadar işin içinde kendinle de uğraştırma.
Babaannesi hafif kızgın söylemişti bunları.
– Babaanne, bizim karnımız aç. Yumurta pişirecektin ya?
– Pişirmem mi?
– Ama Uğur da var, iki tane daha yapsana.
– Olur.

Onlar eve girerken babaannesi de mutfağa geçti. Dolaptan çıkardığı yumurtaları tezgaha koydu. “Ne güzel, ellerini yıka diye bağırmıyor.”
– Balonu şişirsene.
– Tamam. Top gibi yapacağım şimdi.
Var nefesiyle balonu şişirdi ve ucunu bağladı. Artık oyun için her şey hazırdı. Sonra mutfaktan tepsi sesini duydular. Babaannesi:
– Salona örtü yay, orada yiyin.
– Olur.

Tahta yer sofrasından örtüyü alıp yaydı, tepsi önlerine kondu. İştahla yumurtalarını yediler.
– Annem böyle yapamıyor, dedi Uğur.
– Benim annem de diye cevap verdi. Kendince haklıydı. Babaannesi gibi yumurta yapana daha da rastlamamıştı. İleri yaşlarında her yumurta yiyişinde, yapışında babaannesini rahmetle anacağı günlere daha vakit vardı. Şu an ölüm, bu dünyada kimseye yakıştırdığı bir şey değildi.

Tepsiyi elinde aldı. “Sen de örtüyü topla.” dedi Uğur’a. Birlikte mutfağa geçip ellerindekileri bıraktılar. Balon, büyük salonun ortasında duruyordu. Mutfak kapısını kendisine kale yaptı. “Girişin oradaki kapı da senin kalen” diye Uğur’a talimat verdi. Şimdi hem maç yapacak hem de aynı televizyonda gördüğü veya radyoda duyduğu gibi maç spikeri olacaktı.

– Evet sayın seyirciler. Dev maç başlıyor. Fenerbahçe’yle Galatasaray… Musausta köyünde, “Harman Günü” derbisinde karşı karşıyalar. Bu maça ev sahipliği yaptığı için Halil Ağa’ya teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Son cümleden sonra ikisi de kahkahalarla güldüler, devam etti…
– Tabii maçın tarladaki harman bitene kadar son bulması gerek. Halil Ağa bu kadarına izin verdi… Ve maça Galatasaray başlıyor…

Ve o sıcak yaz gününde, evin kocaman salonunda iki çocuğun sınırsız hayal gücünde tasarlanan muazzam goller atıldı kapı çerçevelerinden örülmüş kalelere. Taa ki “Harman Günü” bitene kadar…