Hasibe Gelin
Öykü

Hasibe Gelin

Akın Ersöz

“Her dolunaylı gecede aya bakın. Çünkü benim gözlerim aya bakıyor olacak.” *

 

Parmaklarımın ucuna basıp odadan çıktığımda ev halkının uyuduğunu düşünüyordum. Askerlik şubesinin yanında, suyu­nun aktığını hiç göremediğim tarihi çeşmeden üç adım ötede iki katlı evin küçük mutfağından sesler geliyor.

 

Bir arife sabahı. Yağmurlu, soğuk bir kış günü. Ba­baannem mutfakta. O da benim gibi erkenci. Mahallenin Hasibe Gelini bol üzümlü, cevizli, tarçınlı nokulun ilk tepsisini kuzinesine koymuş bile. Başka bir lezzet ku­zinedeki güzellik.

 

Babaannem ikinci tepsiyi hazırlarken ilki pişiyor. Kuzineden çıkan tepsiye bakışım nasıl ki “Ağzını yakma,” di­yerek bir tane nokul veriyor.

 

Ev halkı kalktığında kahvaltı sofrasına oturulacak. Benim için kahvaltılıkların, hele de incir reçelinin, yağda yumurtanın ya da omletin mis gibi tarçın kokan üzümlü, cevizli nokul ka­dar anlamı yok. Hasibe Gelinin kuzinesinden gelen o nefis koku o soruyu sorduruyor. Bir tane daha yesem mi?

 

“Bir tane daha yesem mi?” derken gözlerim karanlık tavana açıldı. Ne güzeldi gördüklerim. O tarafa dön, bu tarafa dön. Uyku tutmadı. Yeni günün kızıllığı odaya dolarken kalktım. Kuban nehri kıyısında başlayıp Kızılırmak kıyısında biten zorunlu bir göç öyküsünü okumaya başladım.

 

“İçimi yakan o eski yarayı anlattığı vakit bana aşina şeyler buldum. Bu durum bana hiç yabancı değildi. Gözleri arkada terk ettikleri anavatan için, Karadeniz’in soğuk sularına bıraktıkları için, adı bilinmez bozkırlara gömdükleri kardeşleri için ağıt yakan yaşlılar bilir bu derdi. O ağıtlarla büyüyen çocuklar bilir, Karadeniz’in en derin, en bilinmez, en karanlık yerinde yosun bağlamış kemiklere akraba olanlar bilir.”

 

“Karadeniz en çok bize karadır,” diyen bu satırlar babaannemi aklıma getirdi. Öldüğünde dalya demeye bir kalmıştı ama o mahallelinin gözünde hala Hasibe Gelin’di.

 

1860’larda göç ettirilmiş, Kafkasya kökenli bir ailenin yetim ve öksüz kızıydı. Babaannemin ailesi Samsun’a, akrabalarının bir kısmı da Sakarya’ya gönderilmişler öyküdeki gibi. Babası Kurtuluş Savaşındaki bir cephede, annesi çok genç yaşta onun da bilmediği bir hastalıktan ölünce teyzesi büyütmüş. Erkek kardeşini de adını bilmediği bir salgında kaybedince kuzenleri dışında kimsesi de yoktu.

 

“Şimdilerde denizin sakin lacivertine yansıyan ay ışığının görüntüsü içimi hüzünle dolduruyor. Ayrılığın yanık ezgileri dökülüyor dudaklarımdan. Rüzgâr bu yanık ezgiye içli nağmelerle eşlik ediyor. Bu rüzgâr ki mavi bilinmezliklerde yol alan sürgün gemilerindeki endişeli insanlara eşlik etmişti.”

 

“Dillerin Dağı” denilen Kafkasya’dan sürgün edilmiş topluluklardan Şapsığ Çerkeslerindendi Hasibe Gelin. Şapsığ olduğu için gurur duyar ve her fırsatta dedemin topluluğu olan Mahoş’tan daha soylu olduklarını özellikle söylerdi biz torunlarına. Dedem vefat ettikten sonra Çerkesçe konuşamamanın sıkıntısını çekmeye başladı. Arada bir onu ziyarete gelen bir akrabasıyla bu özlemini gideriyordu ama…

 

“Artık içimdeki yası ayın denize dökülen şavkına anlatıyorum. Gemiler geçiyor ay ışığının üzerinden boğaza doğru. Tekneler geçiyor, yürekleri yanık, gözleri yaşlı insanları taşıyan özlemi taşıyan tekneler…

 

Tekneler, ayrılıkların adı. Aileler parçalanır, Evlat anadan, kardeş karındaşından, sevdalılar birbirinden ayrılır.“Gidince birbirinizi bulursunuz” diyor birileri. Ayrılık dedikleri ölümden beter. Adı konmamış bir azap çeşidi. Yüreklerde tarifsiz aynı çığlık. Yüzler umutsuz, yüzler endişeli…”

 

Kışları çocuklarını gezerdi birer ikişer ay süreyle. Babaannemin bize geldiği zaman onun dil özlemini gidermek için Çerkes bir arkadaşımın önerisiyle Kafkasya’dan yayın yapan bir radyo kanalını dinlettim her akşam. Cızırtılı yayını duyabildiği kadarıyla zevkle dinledi. Bazı sözcükleri yöresel farklılıklardan ötürü anlamasa da konuşmaları bize çevirirken çok mutluydu. Günde yarım saatlik yayını dinlemek onun için şölen gibiydi. Akşamları radyo yayınını sabırsızlıkla beklerdi. Çerkesçe sözcük bilgisi haynepe yani ayıp ile sınırlı benim gibi biri için babaannemin yaptığı çeviriler pek değerliydi.

 

Yıllar sonra bir sohbette ezile büzüle bir biçimde Çerkesçe yalnızca haynepeyi bildiğimi söylediğim arkadaşım gülerek  “Haynepeyi bilmeyen Çerkes, günahı bilmeyen müslümandan farksızdır,” demişti.

 

Bir gün Çetin Öner’in Dağlara Yazılıdır kitabı elime geçti. Dağlara Yazılıdır, Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmiş insanların, Çerkes boylarının, yeni yurtlarındaki yaşamlarını düşsel/şiirsel bir duyarlıkla dile getiren bir roman. Babaannem Kafkas Nart Destanları ile halk masallarının Çerkesçe sözcüklerle ve deyimlerle anlatıldığı romanı çok sevdi. Satır satır okudum ona dipnotlarına kadar. Çerkesçe sözcüklerin, deyimlerin ve yemeklerin üzerinde uzun uzun açıklamalar yaptı. Beğendiklerini alkışladı beğenmediklerini kendi yorumuyla düzelterek anlattı.

 

Ne dedem ne de babaannem büyüklerinin yaşadığı, onlara anlatılan sürgünü, çekilen acıları, Karadeniz’in neden daha kara olduğunu ne çocuklarına ne de torunlarına anlatmadılar.  Belki yaşanan acıları unutmak istediler belki de o acıların tazelenmesinin yararlı olamayacağını düşündüler.

 

“Kardeşlerim, aya bakın. Çünkü ben nerede olursam olayım ayın dolunay olduğu vakitlerde aya bakıyor olacağım. Siz de nereye gidersiniz gidin dolunaylı gecede aya bakıp beni hatırlayın.”

 

“Ay bizim çektiğimiz acıların tek şahidi. Kardeşim her dolunaylı gecede aya bakın. Çünkü benim gözlerim aya bakıyor olacak,” sözünü aklıma getirir aya bakıp gözyaşı dökerim. Bilirim ki dünyanın bir köşesinde oraya bakan başka gözler de var.”

 

Öykü, ayrılıkla, hüzünle bitti. Babaannem, Hasibe Gelin sağ olsaydı, ona aklıma gelen soruları sorar mıydım? Bu öyküyü okuyup yüreğindeki küllenmiş acıları körüklemek ister miydim? Sanmam.

 

*Dolunay, Gurbetten Çerkes Hikayeleri, Hulusi Üstün, Kafkas Vakfı Yayınları.