Şark Cephesi’nin şimal üslerinden birinde, iftarı yeni bitirmiş dört yüz kadar nefer, birazdan başlarına gelecek garabetten habersiz istirahata hazırlanıyordu. Yine aynı saatlerde, bu üsten yaklaşık bir fersah uzaktaki meskûn mahalde, genç bir milis, merkez teşkilatından aldığı emir doğrultusunda -havan da denilen- yerden ateşlemeli portatif bataryasının parçalarını birleştiriyordu. Son vazifesini bitirip, kendisine söz verildiği gibi; Makedonya taraflarına göç edecek, biriktirdiği altınlarla Vardar Nehri kıyılarında birkaç yıl zevkusefa edecekti. Ateşlediği her bir altmışlık havan karşılığında, isabet ettirmesinden bağımsız, merkezden beş altın alıyordu. Tahsilat için gittiğinde, görevin başarılı olup olmadığını, ödenen altınların sayısından anlıyordu. Bir keresinde iki atış karşılığı on altın almayı beklerken, yirmi beş altınla ödüllendirilmişti. Kim bilir nasıl kalantor birine isabet ettirmişti. Çöl ortası sefaletinin sona ereceği bu son vazifesi için beş fersah yol yürümüş, on üç gün harabede saklanmış ve hem sahurunu hem iftarını soğan ve doğduğu topraklarda sangak diye anılan uzun ömürlü ekmeğiyle geçiştirmişti.
Meskûn mahalin birkaç yüz adım dışına çıkıp, havan topunun sacayağını kurdu. Barut haklarını hesaplayıp, cebinden çıkarttığı mendiline çiziktirdiği rakamlara göre istikamet açısını ayarladı. Fitili ateşledi, kulaklarını tıkayıp geri doğru çömeldi. Kopan gümbürtü sonrası toprağa sırt üstü uzanıp topun soğumasını beklemeye başladı.
“Şark cephesinin şimal üssü gibi yerlerinde görev yapan neferler hiçbir zaman güvende olmadıklarını bilirler. Azrail, herhangi bir günün, herhangi bir saatinde bir havan mermisi marifetiyle kendileriyle yüzleşebilir. Böyle üslerin cenk esnasında, ne taarruz ne de savunmaya yönelik bir vazifeleri mevcuttur. Tek vazifeleri; devletin siyasi emelleri doğrultusunda, başı sıkıştığında başvuracağı bir saldırı için hazır ve nazır bir hedef olmaktır. Üç ila dört mevsim beklemeleri neticesinde, mevsim başına dört altınla ücretlendirilirler. Bu ücret, zabitinden neferine kadar benzerdir. Aradaki tek fark, tanınan yetkiler neticesinde, bu süreyi nasıl geçirdikleridir”
Havan mermisi ateşlendiği andan itibaren hedefi bulana kadar geçecek kırk iki saniye uçuş süresinde, zabitan heyetinin nispeten daha kallavi olanları, genişçe bir çadır içinde briç oynamaktaydı. Miralay -ki üs bölgesinin en kıdemli zabitidir, yaş olarak da iki gedikli zabitten sonra gelir- yüzbaşıların tadımız kaçmasın diye kasıtlı yenildiklerinden bihaber, sanzatu ustası edasıyla ortamda caka satmaktaydı. Bu rütbede, alaylar komuta edebilecek ya da garbın güzide kentlerinden birinde ateşe olabilecekken, kendisine bu atıl üssün komutası bırakılmıştı.
Çadırın uzak köşesinde ise, bir mülazım-ı evvel satranç oynamak için sözleştiği, kendisi gibi mektepli olmayan mevkidaşını beklemekteydi. İdadi’de öğrendiği bu acem oyununu -ki kendisi; şah, vezir ve fillerden ötürü acem oyunu zanneder- alaylı mevkidaşına öğretmişti. Gündüz vakitleri can sıkıntısından kurtulmak için, cephane sandıklarının tahtalarını oyarak fevkalade bir set yapmıştı. Bu sayede, çok da iyi bildiği halde, rütbesi yetmediğinden yancı kaldığı briç masasının kenarından kendisini kurtarmıştı.
Gedikliler salonunda ise -bakmayın salon dendiğine, o da zabitan çadırının yarısı kadar başka bir çadır- tayyare defi topçusuyla santral gedikli zabiti, yan masalardan kendilerine atılan bakışlara aldırmadan, erik rakısı eşliğinde; mesleği bıraktıktan sonra ortak açacakları manifaturacının hayaliyle demlenmekteydiler.
Çavuş ve daha alt nefer için ayrı bir salon yoktu. Ancak yemek zamanları hariç yemekhanede toplanıp zabitan heyetinin kulağına gitmeyecek şekilde eğlenilirdi. O gün de cümbüş üstadı Deliormanlı çavuş, muhtemel balkanlara ait bir ezgi çalıyor, bir kaç nefer birazdan sergileyecekleri -içtimada yapılan etek tıraşı kontrolünü konu alacak- piyes için peştamallarını bağlıyor, yemekhanenin uzak köşesindeki gaz lambaları altında oturan bir nefer de okuma yazma bilmeyen arkadaşının dikte ettirdiği mektubu kaleme alıyordu.
Kırk iki saniye sonunda, süzüle süzüle gelen havan mermisi köyde bıraktığı yavuklusunun, köy öğretmenine yazdırdığı mektubu rahat okuyabilmek için, çadırından yüz adım uzaklaşmış olan taşralı mülazım-ı evvelin birkaç arşın ötesine düştü. Azrail’ine doğru azimle adımlamasaydı, bu atış, merkez teşkilatınca “başarısız” olarak yazılacaktı. Ancak kendine mahrem bir mekân edinmek için attığı yüz adım, muhtemelen milise fazladan beş altın daha kazandırdı. Cesedi, sabaha karşı henüz soğumamış halde, hacetlenmek için kendine yer arayan tabur imamının ayağına takılan kopuk kol sayesinde bulundu. Cesedin bulunduğu saatlerde havancı milis ise; saklandığı harabesinde, soğumuş altmışlık havanını parçalarına ayırdıktan sonra, sabah namazı için kıyama durdu.
Ertesi gün hazırlanan naaş, bir katır üstünde cephe mezarlığına -kimisi buraya şehitlik de diyor- yaşayan ve yek vücut olan iki neferin nezaretinde ulaştırıldı. Akşam, biraz dini biraz vicdani nedenlerle, tüm tabur, iftarı müteakip sessizce döşeklerine dağıldı. Öbürkü gece ise yine zabitler briç masasında toplandılar. Mektepli mülazım-ı evvel de yancı olarak aralarındaydı. Gedikliler çadırında, okunan Yasin’den dolayı erik rakısına ara verilse de, manifatura dükkânı hayallerine kaldığı yerden devam edildi. İftar sonrası, kavrulan helva dağıtıldı ve katır üstünde giden yarım bedenin kendilerininki olmadığından ötürü tanrıya şükredildi.