Hay Hak
Öykü

Hay Hak

Serdar Türksen

Bu perde çeşme-i ehl-i zahire bir nakş-ı surettir

Ne var bilmez vera-yi perdede amma budur tahkik

Lisan-ı hal ile hal-i cihanı bir hikayettir

Sönünce şem’ eşhas-ı suver nabud olur birden

Cihanın bi-bakaa olduğuna işte işarettir…

21 MART 2045 – SON 100 METRE

“Bunu bana neden söylüyorsun? Ne gereği var? Bana bilmediğim bir şey söyle.”

“Düzgün düşünemediğin belli. Yapma Eylül, çok büyük bir hata yapıyorsun.”

“Hayır Bekir, bundan geri dönüş yok. Bu işin bugün, tam da bu noktada bitmesi gerekiyor.”

“Yanlış bir öngörüde bulunuyorsun. Hatırlatmak isterim ki bu senin ilk yanlış öngörün de değil.”

Bekir’in bu söylediklerinden sonra Eylül adımlarını yavaşlattı. Ne kadar da haklıydı Bekir. Bir bilim insanı olarak yapılamaz denilen şeyi gerçekleştirmişti ama şimdi kendi elleriyle onu yok etmesi gerekiyordu. Tabii Bekir’in dediği gibi yine öngörüsünde yanılmıyorsa.

 

23 EYLÜL 2005 – İZMİR, KİRAZ

Bekir dedesi Eylül’e doğum günü için bir sürpriz hazırlamıştı. Zamanının en büyük hayalîlerinden biri olan Bekir dede, Eylül’ün on beşinci yaş gününde onun için ufak bir gösteri yapacağını söylediğinde herkes birbirine bakakalmıştı. Çünkü Bekir dede otuz yıl önce tasvirlerini bir sandığa koymuş ve o zamandan beri sandığı açmamıştı. Dedesi, Eylül hariç herkesi odadan çıkardı. Beraber sandığın durduğu köşeye doğru yöneldiler. Bekir dede cebinden bir anahtar çıkardı. Anahtar deliğine soktu.  Birlikte açtılar. En üstte peş tahtası, gergi ve ipler duruyordu. Bekir dede büyük bir özenle hepsini çıkarıp yan tarafına doğru koymaya başladı. Titreyen elleriyle nazik dokunuşları, Eylül’ün saçlarını okşadığı zamanki haline eşdeğerdi. Sandığın alt kısımlarında da tasvirler duruyordu. Dedesi bir yandan özeninden hiçbir şey kaybetmeden tasvirleri sandıktan çıkarıyor diğer yandan da onları Eylül’le tek tek tanıştırıyordu.

 

“Bak kızım, bu en ünlü tasvirlerimiz Karagöz ve Hacivat. Bu, burnu büyük olan Laz. Onun yanındaki Yahudi. Şu ise çok sevimli bir isme sahip olan Beberuhi. Bak bu da benim en sevdiğim, Tuzsuz Deli Bekir.”

 

“Aaa, dede, seninle adı aynı.”

 

Dedesi tasvirlere kendisini o kadar kaptırmıştı ki Eylül’e sadece ufak bir tebessümle karşılık verebildi. Bekir dede son hazırlıklarını yaparken Eylül’e asıl göstermek istediği şeyi torununun anlayıp anlayamayacağını düşünüyordu. Kendi çocuğunda o ışığı göremediği için torununun büyümesini beklemişti bu zamana kadar. Eylül on beş yaşına giriyordu. Hazır olmalıydı. Kendisi de on beşinci yaşında öğrenmişti bu sırrı babasından.

 

Bekir dede perdeyi hazırlamış ve arka taraftaki yerini almıştı. Oda karanlıktı. Büyük bir mum yaktı Bekir dede. Ve “HAY HAK!” diyerek marifetlerini sergilemeye başladı. Eylül adeta büyülenmişti. Kâh kahkahalar atıyor kâh pür dikkat kesilmiş gölgelerin büyüsünü seyrediyordu. Bekir dede son tasvirine de hayat verdikten sonra Eylül’e dönerek, “Şimdi buraya çok dikkat et.” dedi ve muma doğru çok güçlü bir şekilde “PUF!” yaparak gölgelerin perdenin arkasında kaybolmasını sağladı. Ve yine Eylül’e dönerek, “Gördün mü Eylül? Gölgeler var olabilmek için bir ışık kaynağına ihtiyaç duyarlar. Eğer ışık yoksa gölge de yoktur. Tıpkı hayat ve ölümde olduğu gibi, değil mi? Şimdi sana soruyorum: Eğer bir şekilde gölgeyi ortadan kaldırabilirsek ölümsüzlüğe ulaşabilmemiz mümkün olmaz mı?”

 

21 MART 2040 – TÜBİTAK

Otuz beş yıllık hayali gerçekleşmek üzereydi Eylül’ün. Otuz beş yıl önce, dedesinin on beşinci doğum gününde aklına soktuğu fikir, start düğmesine bastığında gerçeğe dönüşecek; yarattığı yapay zekâyla gölgesine hayat verecekti. Bu süreçte çevresinden “Olmaz”, “Olamaz”, “İmkânsız” itirazlarını duydu her seferinde. “Hayal görmeyi bırak, gölgeye hayat mı verilir?” dendi ona. Dalga geçenlerden tut, deli imasında bulunanlar oldu. Ama otuz beş yıl önce dedesinin aklına soktuğu fikir için çok mücadele etti. ODTÜ Bilgisayar Mühendisliğinde okurken ilk bölüm başkanı Ahmet Bey’e açtı fikirlerini. Ahmet Bey biraz merak, biraz korku ve biraz da endişeyle sordu:

 

“Sen gölgeye hayat verilebileceğine inandığını mı söylüyorsun şimdi bana?”

“Evet Ahmet Bey. Biliyorum, bu hayal gibi gelecek size.”

“Peki bu fikrinin kaynağı nedir?”

 

“Dedem zamanının en büyük hayalîlerinden biriydi. O tasvirlere ışıkla can veriyordu. Işık yoksa hayat da yoktu. Eğer gölgeyi ortadan kaldırabilecek bir yazılım geliştirebilirsek ki ben bunun teori olarak mümkün olduğunu size kanıtlayabilirim, ölümsüzlüğe ulaşmamız mümkün olacaktır.”

 

Çok iyi bir profesör olmasının yanında Ahmet Bey aynı zamanda çok da kültürlü biriydi. Orta oyunundan tut tasavvufa, oradan mitolojiye kadar birçok konuya hâkim olduğu için Eylül’ün demek istediğini anlamıştı anlamasına ama Eylül’ün konuyu bu kadar ateşli şekilde savunmasından da korkmuştu. Yine de onu yolculuğunda yalnız bırakmak istemedi. Yurt dışındaki en iyi üniversitelere tavsiye mektupları yazıp Eylül’ün o okullarda yüksek lisans ve doktora yapmasını sağladı. Eylül buralarda çok başarılı oldu. Yıllar sonra ülkesine tanınmış bir yapay zekâ dâhisi olarak dönüp de TÜBİTAK’ın başına geçtiğinde, tüm imkânlar elinin altındaydı artık. Bilime değer veren hükümetin de desteğini alan Eylül’ün, büyük bir Hayalî olan Bekir dedesinin aklına soktuğu en büyük hayalini gerçekleştirmek için önünde hiçbir engel kalmamıştı.

 

21 MART 2045 – 6490 KM

Eylül, devletin kendisine tahsis ettiği özel uçağa binmek üzere havaalanı koridorlarında hızlı hızlı yürürken gölge programını öngördüğü şekilde beş yıl önce neden yok etme cesaretini gösteremediğini düşünüyordu. Beş yıl önce o start düğmesine basmalı ve gölgesine can verebilmeliydi. Özel uçakla Kenya’ya gidip Ekvator çizgisinin geçtiği yere gidecek ve ilkbahar ekinoksu günü olan 21 Mart’ta, tam öğle saatinde, gölge programını tersine işletip gölgesini yok edecekti. Hepsi bu. Böylece insanlığa ölümsüzlüğü armağan edebilirdi. Ama… O cesareti gösteremedi Eylül. Gölge programı düşündüğünden daha başarılı olmuş, hiç tahmin bile edemeyeceği bir özellikle doğmuştu. Bekir’in fiziksel gerçekliğinin yanında duyguları da gelişmişti, Eylül’e, “O uçağa binme Eylül,” demeyi bile başarmıştı. Ama bu cümlenin gideceği yerin insanlığın son durağı olacağını kimse bilemezdi.

 

İlk zamanlarda yani gölge programının henüz başlarında, her şey güzel gidiyordu aslında. Eylül ile Bekir duygusal bir bağ kurmuşlardı. Bekir, ismini aldığı Bekir dedenin ruhuyla yaklaşıyordu Eylül’e. Dedesinin yokluğunu derinden hisseden Eylül, gölge programına kendisini epey kaptırmış, yapılış amacını bile unutur olmuştu. Bekir, Eylül’e programı daha ileriye götürebilmesi için yol göstermeye de başlamıştı. Bekir’den yeni şeyler öğrenen Eylül, adeta bilgi zehirlenmesi yaşıyordu. Ve beş yıl boyunca sistemli bir şekilde zehirlendiğini de anlamayacaktı.

 

Bekir, bu beş yıl boyunca Eylül’ü dış dünyadan soyutlamaya çalıştı. Başardı da. Eylül, laboratuvarından çıkmaz olmuş, programı daha ileriye taşımak için adeta gecesini gündüzüne katmıştı. Bu süreçte gölgeler insanların gölgelerine yerleşip varlık kazanıyor, her yerleştiklerinde de Eylül başarı kazandığı hissine kapılıyordu. Ama gerçek çok farklıydı. Beş yıl önceki planına acilen dönüş yapmalıydı. Kenya’ya gidecekti.

 

21 MART 2045 – SON 10 METRE – 11:59

Bir ömürlük hayal kırıklığını omuzlarında taşıyarak ekinoks çizgisine doğru ilerliyordu Eylül. Beş yıl boyunca sürekli yanı başında olan Bekir’in varlığı omuzlarındaki yükü daha da arttırıyor ve bir an evvel o yükten kurtulmak istiyordu.

 

“Eylül, son kez söylüyorum sana. Çok pişman olacaksın.”

“Sus, Bekir. Daha önce yapmalı, seni çoktan yok etmeliydim.”

“Anlamıyorsun, hayal kırıklığın gerçeği görmene engel oluyor. Artık çok geç.”

 

“Demek şimdi korkuyorsun. Seni yok edebileceğimi anlayınca daha önce yaptığın gibi kafamı karıştırmaya başladın. Ama bu sefer başaramayacaksın. Bak, sıfır noktasına yaklaştıkça ne kadar da küçüldün. Bir dakika sonra hiçliğe dönüşeceksin.”

 

“Küçülenin ben olduğumu mu sanıyorsun?”

 

Eylül’ün algılarının tamamen kapandığını gören Bekir daha fazla uğraşmanın gereksiz olduğunu anladı. Güneşe doğru baktı. Vakit gelmiş, güneş tam tepede yerini almıştı. Daha önceden belirlenen sıfır noktasının kenarında bekleyen Eylül yine tereddüt içindeydi. Belli ki ölümsüzlüğe ulaşmak için tasarladığı yapay zekânın tam tersine ölüler dünyasından insanların dünyasına açılan bir portal oluşturduğunun nasıl farkına varamadığının vicdan muhasebesini yapıyordu. İlk kez duyguları olmasından pişmanlık duyan Bekir, üzülmesine rağmen yine de yapması gereken şey için hazırlandı. Önce yüksek sesle “HAY HAK!” diye haykırdı. Ardından Eylül’ün yok olmasını sağlayacak hareketi yaptı: PUF!

Bu perde, (Hayal perdesi) insanların gözünde bir suretin resmidir.

Perdenin arkasında ne var bilinmez ama, gerçek budur.

Dünyanın hâlinin hâl diliyle hikayesidir.

Mum sönünce, suretten kişiler yok olur,

İşte bu, dünyanın sürekli olmadığına işarettir…