Hayal Meyal Bölük Pörçük Kırık Dökük Bir Türkiye Trajedisi <br>  Oya Baydar’ın Son Romanı “Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı” Üzerine Birkaç Söz
Edebiyatın İzinde

Hayal Meyal Bölük Pörçük Kırık Dökük Bir Türkiye Trajedisi
Oya Baydar’ın Son Romanı “Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı” Üzerine Birkaç Söz

İbrahim Berksoy

Oya Baydar’ın son romanı Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı’nı az önce okuyup bitirdim. 90’lardan 2000’li yıllara uzanan hayal meyal, bölük pörçük, kırık dökük bir Türkiye trajedisi. Romanı okurken yer yer Sıcak Külleri Kaldı’dan bölümler okuduğum duygusuna kapıldım. Her iki romanda da benzer bir atmosfer hâkim.

 

Oya Baydar, Türkiye’nin o sancılı yıllarına hatırlamanın ve unutuşun diliyle yaklaşmayı denemiş. Roman, bir kış günü, dışarıda lapa lapa kar yağarken bir hastane odasında her şeyden habersiz yarı uyur yarı uyanık bir hastanın hatırlama ile unutuşun sarkacında salınan gelgitleriyle açılıyor. Manzara şöyledir: “Kar… lapa lapa, usul, dingin, kelebek uçuşu hafifliğinde. Yattığı yerden bir pencerelik gökyüzü görünüyor; süt mavisi, bulut beyazı, yumuşacık, uçucu. Yakın, çok yakın, elini uzakta dokunacak.” (sf. 9) Oysa romana konu olacak hasta o anda elini uzatamaz, kolunu kıpırdatamaz, bedenine hükmedemez…

 

Romanın bu giriş cümlesini okuduğumda Ahmet Muhip Dıranas’ın o ünlü “kar” şiiri geldi aklıma. Şöyle başlar o güzel atmosfer şiiri:

 

“Kardır yağan üstümüze geceden,

Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,

Ormanın uğultusuyla birlikte

Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte

Kar yağıyor üstümüze inceden”

 

Romanı bitirince şiirin tamamını yeniden okudum…

 

Karlı bir günde “hatırlama ve unutuş dehlizlerinde kendi içine doğru uzun yolculuğun başlangıcı.” (sf. 12) …

 

Hastane odasında bir refakatçı gibi hastanın başında bekleyen, en ufak bir değişikliği dikkatle izleyen, gözleyen bir doktor hanım… Sonrası, birbirini izleyen bölümler halinde hastanın ve doktor refakatçısının bakışından 80’lerden, 90’lara, 2000’li yıllara uzanan hayal meyal, bölük pörçük, kırık dökük bir Türkiye trajedisi…

 

Oya Baydar bu romanında hatırlama ve unutuşu çoğu yerde birlikte anıyor.

 

Yıllar önce genç bir doktorken mecburi hizmetle gittiği Doğuda bir hastane odasında tedavi ettiği, sonrasında âşık olduğu hastasını yıllar sonra yine bir hastane odasında başında beklerken bulan doktor hanımın iç sesi şunları söylemektedir:

 

“Yine bir hastane odasında, yine senin başındayım. Onlarca yıl, yüzlerce kilometre yol, farklı dünyalar, farklı yaşamlar uzanıyor başlangıçla sonun arasında.

Sen şimdi nerelerdesin, hangi rüyanın, hangi kâbusun, hatırlamanın ve unutuşun hangi kavşağındasın?” (sf. 38)

 

Üzerinden yıllar geçmiş, küllenmiş bir aşkın odağında anlatılan bir dönem romanı Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı. Romanda ara ara kimi filmlerden de söz ediliyor: El Sur- Güney, Paris Texas, Hiroşima Sevgilim… Her biri iz bırakmış, etkileyici filmler… Anılan kimi kitaplar da var: Şahika, İskenderiye Dörtlüsü, Gulliver Cüceler Ülkesinde, Alice Harikalar Diyarında, Küçük Prens gibi… Romanı okurken adından da çağrışımla aklıma Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı geldi.

 

Romana konu olan dönem Türkiye’nin neredeyse yarım yüzyıllık sancılı zor yıllarını kapsıyor. O zor yıllara dair hep bir beyaz sayfa açmak umuduyla unutmak istediğimiz öyle çok olay, öyle çok soru var ki… Ama ne yaparsak yapalım neyi nereye kadar unutabiliriz ki? Latife Tekin, Unutma Bahçesi adlı romanında her şeyi unutmak istesek bile bunu nereye kadar vardırabileceğimiz konusunu ele almıştı. Oya Baydar ise bu romanında hatıra ormanına dalıyor. O kâbus gibi zor yıllarda herhangi bir şeyi hatırlamak, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey.

 

“Hafızanın seçiciliği… hatırlamak istemediklerimizi unuturuz ya da belleğimizi işimize geldiği gibi formatlar, hoş olmayan anıları hoş olanlarla, işimize gelenlerle değiştiririz. Aşağılanmışlıklarımızı, başarısızlıklarımızı, kötücüllüğümüzü, en çok da suçlarımızı unuturuz. Unutmak istediğimizin ağırlığı önce yumruk gibi iner içimize, sonra yumruk kara bir sis olur, belleğin labirentlerine ince bir kül bulutu gibi dağılır. Geriye, göğsümüze saplanan ağır bir huzursuzluk, kendi içine çöküp duran bir karadelik kalır. Ben o huzursuzluğu yıllardır içimde taşıyorum, nedenini hatırlamıyorum.

 

Hatırlamıyor muyum? Gözlerimi kapatıyorum. Gözlerini yumunca insan daha kolay hatırlar. Gerçek dünya gözümüzden, algımızdan silindi mi kendi derinliklerimize yolculuk kolaylaşır.” (sf. 19-20) Bunlar doktor hanımın o hastane odasında hastasının başında umarsızca beklediği anlardan birinde aklından geçenler.

 

Umarsız olduğumuz anlarda çoğu şeyi zamana bırakırız. Toplumların çalkantılı dönemlerinde de son hükmü hep “zaman” adlı yargıç vermez mi? Kimileri için “zaman onu haklı çıkardı” denmez mi? Romanlarda zaman, özellikle de şimdiki zaman, hep geçmiş ile gelecek zamanın baskısı altındadır. İnsanın geçmişi ile geleceği mengenenin çeneleri gibi şimdiki zamanı örseler. Ya da geçmişle gelecek arasında salınıp duran bir sarkaç gibidir zaman…

 

***

 

Oya Baydar Türkiye’nin sancılı yıllarını hatırlamanın ve unutuşun beraberinde getirdiği bir sis bulutu üzerinden anlatıyor. Anlattıkları cam kırıklarından yansıyan bölük pörçük anımsamalar ve anımsatmalar. Kâbuslar, rüyalar, belleğin oynadığı tuhaf oyunlar, oyun içinde oyunlar, geçmişler, gelecekler, idealler, hedefler, çocukluklar, hatırlamalar, unutuşlar, yalnızlıklar, savunmasızlıklar…  Gazete kupürlerinden, televizyon ekranlarından bilince yansıyan çağrışımlar… Şehirler, kasabalar, köyler, mezralar, uzaklar, yakınlar… Amerika’dan buralara kadar uzanan uzak yakın eklektik hikâyeler, karakterler, kaderin ince ağları…

 

Diğer romanlarının aksine, Oya Baydar’ın bu romanını baştan sona bir roman bütünlüğü içerisinde değil de bölük pörçük anlatılar, çağrışımlar, öykü içinde öyküler, iç sesler, gezi yazıları gibi okudum. Romandaki karakterler de öyle: Her biri sanki kırılmış bir kristal vazonun aynı parlaklıktaki kırık parçaları gibiydi…

 

Romanın sonunda, daha doğrusu her şeyin sonunda, hastasının (âşığının) başındayken doktor hanımın içinden geçenleri okuduğumda “İşte” dedim, “bütün büyük romanların aynı denize dökülen paragraflarından biri daha”:

 

“Şimdi odada onunla yalnızım. Derin uyuyor, uykusu giderek ağırlaşıyor. Ağrısı, acısı yok, yüzünden belli. Daha iyi incelemek için oksijen maskesini sıyırıyorum. Yüzü, yıllar öncesinden çekilmiş, solmuş bir fotoğraf; özlem yüklü hüzünlü bir anı fotoğrafı. Derinleşmiş yüz çizgilerinin izinden yürüyerek ferforje gül kabartmalı yekpare demir kapıya geliyorum. Kapı açılıyor. Şadırvanlı, yasemin kokulu mermer avluya birlikte giriyoruz. Konağın mermer merdivenlerini birlikte tırmanıyoruz. Odalardan odalara geçiyor, şarabi renkte atlas yorganlı pirinç karyolaya uzanıyoruz. Çıplağız, güzeliz, genciz, arzuluyuz. Saçlarımı göğsüne yayıyorum. “Nehirler gibi, şelaleler gibi…” (sf. 235)