Kısık gözlerle alttan alta süzülen aşağılayıcı bakışlar, yeterli olduğu halde verilmeyen terfiler, ağır iş hayatının ardından üstlendiği ev işi, çocuk bakımı, aile ilişkileri, artan kadın cinayetleri… Bunlar toplumumuzda, hayatta kadının yerini anlatmak için uzun cümlelere ihtiyaç bırakmayan yüzlerce sözcükten bir nefeste söyleyebildiklerimiz. Ne yazılsa eksik kalır türünden kadim bir konu bu. Karşı karşıya kaldığımız her kademedeki eşitsizliker karşısında nasıl tavır alacağımız konusunda hem fikir olmaya ihtiyacımız her zamankinden fazla gibi görünüyor. Hep böyleydi, yapacak bir şey yok, değişmez, kurban rolünde, lanet olsun deyip iç çekerek alttan almaya devam mı edeceğiz, yoksa kadının erkeklerle eşit haklara sahip olması için mücadele mi edeceğiz? Gerçekten hep böyle miydi? Yapacak bir şey yok mu?
Bu noktada gözümüzü, kulağımızı tarihe çevirmemiz kaçınılmaz oluyor. Ancak tarihe çıplak gözlerle bakmamız yetmiyor görmek için. Adeta büyüteçle bakmamız gerekiyor. Çünkü tarih dediğimiz külliyat erkek egemenliğinden çıkma. Kadınlar tarihte görünmeyen, gösterilmek istenmeyendi aslında.
Tarihin tozlu sayfalarının kulağımıza fısıldadıklarına kulak kabartalım.
Araştırmacı tarihçiler 9000 yıl öncesine, yanı başımızdaki Çatalhöyük’te ana tanrıçaların güçlü olduğu bir komün hayatın yaşanmış olabileceğine dair kanıtlara ulaşıldığından bahsediyor. Çocukların herkes tarafından büyütüldüğü daha eşitlikçi bir yaşamdan. Avcı toplayıcı dönemde de kadının erkeklerle yan yana durduğu, birlikte avlandığı, sepet yaptığı tarihçilerce raporlanıyor.
İşlerin kadınlar aleyhine ne zaman döndüğüne ilişkin ip uçlarına tarıma geçiş dönemlerinde rastlanıyor. M.Ö. 2400’lü yıllarda Akad’larda kadının sadece gücünü değil sesini de kaybettiğine dair izlere rastlamak mümkün. Yasada yer alan düzenlemeye göre; kadının erkekten önce konuşmaya hakkı yok. Mezopotamya’da aynı dönemlerde yaşayan şehir devleti olan Sümerler’de kadının özgür ve köle olarak iki sınıfa ayrıldığı kayıt altına alınmış. Özgür kadınların meyhane işlettiğine ya da doktorluk yaptığına dair bilgilere tabletlerden ulaşılabilir. Sümerlerin tarih sayfasından silinmesini ardından erkek baskın toplum olan Akadlar ve neredeyse 1000 yıl sonra gelen Babiller döneminde de kadınlar için işler daha kötüye gidiyor. Hammurabi Kanunları ile kadınlar metalaştırılıyor. Babillerin devamı niteliğindeki savaşçı ve işgalci bir topluluk olan Asur yazılı tabletlerinde suç işleyen kadınlara verilen cezaların yazılı olduğu görülüyor. Erkek isterse kadını sokağa atılabiliyor. Zina yapan, kürtaj yaptıran kadın idam ediliyor. Eğitim, miras hakkı yok.
Demokrasinin ve günümüz medeniyet hafızasının oluşmasında temel kabul edilen Antik Yunan’da ise kadın kaderinin değişmediği görülüyor. Kadının kapanması burada gerçekleşiyor. Aristoteles insanı politik bir hayvan olarak görüyor. Arenada politika yapan mülkiyet sahibi erkekler. Politika isimli kitabında; “bir adamın karısı üstündeki yönetimi bir devlet adamının yönetimidir…. Çünkü erkek, yönetmeye dişiden daha yeteneklidir…. Erkekle kadın arasındaki üstünlük-aşağılık ilişkisi süreklidir” der. Trajik bir şekilde kadının durumu Ortadoğu’dakinden farklı değil.
Aydınlanmış topluluk olmak, kadına tavrı değiştirmiyor. Bu durumda dini öğretilerin, mitolojik anlatıların, masalların ve felsefecilerin payı oldukça fazla.
Dini öğretilerde “Tanrı kadını, Adem’i yalnız bırakmamak için, ona yardımcı olsun diye Adem’in kaburgalarından bir tanesine et sarılarak yarattı” diye buyuruluyor. Havva’nın merakına yenik düşüp elmayı ısırması, yılanla müttefik olması, cennetten kovulması, şeytanla iş birliği yapması kadının kötülüklerin kaynağı olarak görülmesinin nedenleri olarak ileri sürülüyor.
Mitolojide kadının sahneye çıkması, Zeusun Prometeus’a kızması neticesindedir. Ateşi insanlara veren Prometeus’dan öç almaya çalışan Zeus, tanrıları toplayarak özel güçleri olan en güzel insanı yaratmalarını ister. Zeus (her şeyin bahşedilmiş olan anlamındaki) Pandora isimli ilk ölümlü kadını çeyiz sandığı ile birlikte dünyaya fırlatır. Prometeusun kardeşi Epimetus, Pandora ile evlenmeyi kabul eder. Havva gibi merakına yenik düşen Pandoranın sandığı açmasıyla birlikte, salgın hastalıklar insanlığın kaderi haline gelir.
Keza felsefecilerden Schopenhauer, kadın bedeninin erkek bedenine göre, genellikle, daha zayıf ve küçük olmasından küçümseyici bir tavırla bahsetmektedir. Ona göre bir erkek, ancak zekâsı cinsel güdülerle bulanıklaştığında, “bu ufak tefek, dar omuzlu, geniş kalçalı ve kısa bacaklı cinsi” güzel bulabilir.
Masallarda, Kırmızlı Başlıklı Kız da olduğu gibi yoldan çıkan kadınların başına kötülük gelir.
Acılar, sancılarla gerçekleşen doğum göreviyle cezalandırılan Havva, kötülüklerin kaynağı olan Pandora. Kadınlar hep şeytanla iş birliği yapan, yeri geldiğinde cadı, yoldan çıkan, çıkaran, büyücü olarak görülmekten kurtulamaz. Kadınlar yüzünden bedel ödediğini düşünen erkekler de kadınları sindirmek için yukarıda sözü edilen inanç, öğretileri en temel hakları gibi kullana gelmişler. Peki nereye kadar?
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında belirginleşen 1.Feminist Dalga olarak tabir edilen dönemde yasaların erkekleri kayırdığının gündeme taşınmasıyla birlikte kadına mücadele alanı açılır. Kadınların yaşam, oy verme, yönetimde yer alma hakları, eğitimde fırsat eşitliği, özgürlük hakkı gibi talepleri içeren birçok bildiri ve eserlerin ortaya konduğu bu dönemin neticesinde, kadınlar ilk kez 1893’te Yeni Zelanda’da oy kullanabilir. 1944’te Fransa’da oy kullanabilen kadınlar, ülkemizde ilk kez 1930’da sandığa gider.
Feminizm olarak adlandırılan bu hareketin 2.Dalga olarak adlandırılan aşaması, “Kadın olunmaz, kadın doğulur” sözüyle anılan Simon de Beauvoir isimli Fransız düşünür kadınla simgeleşir. Her alanda eşitlik, aile içi, iş ortamı, kendi bedeni üzerindeki hakimiyet, kürtaj gibi başlıca taleplerin dile getirildiği bu dönem, 1960’lı yıllara denk düşmektedir.
1990’lardan günümüze tartışmalı olarak süre gelen 3.Dalga Feminizm ise iş hayatındaki eşitsizlikler ve farklı cinsel kimliklerle kendine sahip çıkan kadın hareketi olarak mücadelesini sürdürüyor.
Kadın yazarların kendinden söz ettirme süreci feminist hareketle paralel ortaya çıkar. O zamana kadar erkeklerin yazdığı metinler üzerinden kimlik oluşturan kadınlar, artık kendi seslerini çıkarmaya çalışır.
“Hakikat bir tahayyül meselesidir” diye yazan Ursula Le Guin, kendi hayallerini yazan kadınların nihayetinde kendi gerçeğine giden yola çıkmış olacaklarına dikkat çeker. Ancak kadınların edebiyat mecrasında kabul görmeleri yine uzun mücadele sonucunda olur. Türk Dil Kurumu’na göre edebiyat; olay, düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığıyla estetik ifade edebilme sanatı olarak tanımlanıyor. Bu noktada sormak gerekiyor; yazıların estetik olup olmadığına kim karar veriyor? Müfredata, seçki kitaplarına, basıma girmesine kim/kimler karar veriyor? Bir yazı kendi kendine mi zamana karşı dayanıyor yoksa birilerinin seçimi sonucu mu alınıp zamana karşı özellikle mi korumaya alınıyor?
Kadın yazarlar konusunda yapılan tarihsel çalışmalar bu soruların sorulma gerekçelerini haklı çıkarıyor. Edebiyat tarihi çalışmaları dünyada ve ülkemizde erkeklerin dilinden yazmak durumunda kalan kadınları, yazıları sobalarda yakılan kadın yazarları, antolojilere alınmayan adı anılmayan kadın yazarları görünür kılınıyor.
Ülkemizde Halide Edip’le -tırnak içinde söylüyorum- “başlatılan” kadın yazarları tarihinin gerçek yüzü Fatma Aliye, Nezihe Muhittin, Suat Derviş ve niceleri zamanında görmezden gelindikleri için sonradan, hep sonradan anılmaya mahkûm ediliyor.
Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında eli kalem tutan kadınlar, yaşadıkları toplum içindeki konumlarına, kendilerini kuşatan geleneklere, kısıtlamalara, kadın erkek eşitsizliğine karşı duruşlarını yazılarıyla duyurmaya çalışır. Kimi zaman Halide Edip eserlerinde olduğu gibi, kadın öykülerde erkek gibi konuşarak kırmayı dener üstündeki toplumsal baskıyı. -Kadına bakışı öykülerindeki erkek kahramanların dilinden düzenlemeye çalışır.- Kimi zaman da yasak aşkların kahramanı olarak kendine biçilmiş rollerin dışına çıkarak dener, eril zihniyetin kabuğunu kırmayı. Kendi başına ve kendi istediği gibi yaşayabilmenin hayalini kuran Nezihe Muhiddin’in öykülerinde olduğu gibi.
Cumhuriyet dönemine kadar yazılan romanlarda kadının yeri hep aile içindedir ve bir meslek hayatı yoktur. İyi bir anne, iyi bir eş olarak resmedilir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde öykü kahramanlarının çoğunluğu erkektir. Kadın şairler için de durum pek farklı değildir. Şair Müfide Güzin Anadol, “Erkek olsaydım/Şarkı söylerdim geceleri sokaklarda./Paris’e giderdim/Limanda dolaşırdım/İçip içip ağlardım meyhanelerde” diyecektir.
Kadınlar bu kimlikleriyle edebiyat içinde fazla yer bulamazlar. Kadın hayatının incelikleri, derinliği ya da psikolojisi çok fazla işlenmez. Kadın hep fedakâr, uysal. Şablonlar kırılmaz. Ezilen sömürülen Anadolu kadınların sorunlarının kadın yazarlarca ele alınmaya başlanması, ancak 1960’lardan sonra gerçekleşir. Halen kadın yazarlara ait eserlerin basılma yayınlama konusunda şansları yok denecek kadar azdır. Bu durum onların konu seçimlerini etkiler belli kalıplar içinde yazmalarına sebep olur. Bu dönemde kadın yazar/ öykücülerin sayısı çok azdır. Erkek egemen edebiyat dünyası karşısında kadınlar çaresizdir.
1940- 1950 yıllarında adı öne çıkan Adalet Ağaoğlu, “Feminist terminolojideki bağlamında “kadın yazar” diye tanımlanmayı reddeder.”
‘Ben yazan bir kadınım, bu sadece bir cinsiyet, bir ‘gender’ durumudur, eserin herhangi bir ideolojik kullanım ve tüketimini gerektirmez. ideolojiler tüketilebilirler, ama buna gönüllü katkım olmadığının bilinmesini istemekteyim” der Ağaoğlu.
1950-1960 çok partili rejim dönemi ve getirdiği melankoli edebiyata damgasını vurur. Bu kuşak ve sonrası gerek konu seçimleri gerek kamusal alandaki duruş ve tavırlarıyla farklılaşmaya başlar. Toplumsal dengesizliğin öyküsel biçimlerini kayıt altına alır. Sevim Burak, düzensiz amaçsız, sapkın dünyaya karşı, uçları mantıksızlığa, saçmaya, aklın tükenişine çıkan bir sanatçı tepkisi sergiler. Akıl dışılığın revaçta olduğu söz konusu ortamı parçalanmış bir görsellik, bağlamını yitirmiş bir söylem, bilinç sıçramalarıyla yansıtır.
“Yazarlık, benim insanlık gururumu kurtarabilme aracıdır. Hayatımda gururumu kurtarabildiğim tek yer hikayelerimdir. İkinci bir kader gibi sığındığım hikayelerim beni başkalarından saklar. Hikaye yazmak, kendime açık başkalarına kapalı olduğunu sandığım kendi bildiğim bir durumdur.” diyecektir Sevim Burak.
Özgürlükçü yazar tanımına şüphesiz en yakışan yazar Sevgi Soysal’dır. Siyasal ve cinsel özgürlük, barış, toplumsal dayanışma, kadın ve çocuk hakları içerikli daha çok siyasi tercihlerinin söz konusu olduğu bakış açısıyla yazmıştır. Siyasal ve toplumsal çelişkilerin boyutlarını irdeler.
Kişinin bilinç altı, iç dünya yansımasıysa Leyla Erbil öyküleriyle birlikte çıkar gün yüzüne. Kırık dökük, devrik kimi kez yarım kalmış cümleler, birinci kişinin ağzından yazılan öykülerde kişinin iç konuşması duyulur. Gerek ele aldığı konular, gerekse öykü tekniği olarak kendinden sonra gelen yazarları etkiler Leyla Erbil.
Bu kuşağın öncüleri geçmişle ve toplumcu gerçekçi edebiyatla hesaplaşırlar ve bireysellik öne çıkar. Kadın öykücüler de öykülerinde kadın olarak var olmanın inceliklerini anlatmayı tercih ederler.
Geleneksel anlatım araçlarından uzaklaşmaya ve toplumun kadın için biçtiği role isyan etmeye başlarlar. Bir önceki kuşakla aralarındaki bağ artık kopmuş, erkek egemen dilin ve zihniyetin kadına edebiyat içinde uygun görüldüğü rol kalıpları kırılmıştır.
Bu anlamda dönem öykücüleri arkalarından gelecek kuşağa yol açarlar. Artık kadının söyleyecek sözü, toplumda etkin rolü ve yeni biçem arayışı vardır. Bilinç akışı gibi teknikler ilk kez kullanılmaya başlanmış ve bu dönemin kadın öykücüleri buna öncülük etmişlerdir.
1970’lere gelindiğinde kadın yazarlar artık edebiyatta daha çok yer bulmuş ve kendilerini ispatlamışlardır. Meseleler çoğunlukla ideolojik olarak ele alınmaya başlanır. Şair Gülten Akın, bireysel çıkışlı olup kişisel ezilmişlik ve tedirginliği öncelese de kadınlara dayatılan edilgenliği bu dizelere dökecektir; “Yorgun savaşçılarız/ yengiler eskitti bizi/ Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin/ Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir/Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan/Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi ”
Füruzan ve Tomris Uyar, Nezihe Meriç’ten itibaren gerçek mecrasına akmaya başlayan kadın bakış açısının ülkemiz öykücülüğü içinde biçimi, içeriği ve teknik açılımlarıyla edebi kamu tarafından da benimsenmesinde büyük paya sahip iki öykücü arasında yerini almıştır.
İnci Aral konuya ilişkin görüşünü şu cümlelerle ifade eder; “…..Kadın yazarların erkek yazarlara bugün bir fark attığını, daha çok okundukları, okur tarafından daha çok sevildiklerini kabul ediyorsak, farklı şeyler söyleniyor demek ki…Hatta erkeklere bile farklı şeyler söylüyorlar. Bu yazarların okurları yalnızca kadınlar değil, tersine erkekler. Özellikle gençler. Çünkü gelenekler yıkılıyor. Özellikle büyük kentlerde..”
Dünyada kadın hareketi ve feminist akımların yükselişi Türkiye’ye 1980’lerde yansır. Kadının edebiyatın nesnesi değil de öznesi olmaya başlaması feminist hareketle başlar. Bu gelişmeler edebiyatta Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” ve benzeri tepkisel yanı ağır basan ürünlerle yansır. Ancak kadının sosyal haklarını edinme çabasıyla paralel olarak, edebiyatta yer edinme çabası da aynı güçlükler ve engellerle karşılaşır.
Günümüz kadın yazarlarının artık içine sıkıştırılmak istendiği alanlardan çıktıklarını, kendini kadın olarak ifade etmenin ötesine geçtiklerini ve edebiyatta kadın erkek ayrımı gözetilmeksizin her şeyi anlatabildiklerini görüyoruz. Elde edilen pek çok kazanımdan sonra gelinen noktada kadın hak mücadelesinin yeterli olmadığını biliyoruz.
Ayla Kutlu, Aslı Erdoğan, Sema Kaygusuz, Latife Tekin, Buket Uzuner, Tezer Özlü, Mine Söğüt, Erendiz Atasü, Didem Madak, Nilgün Marmara ve adları buraya yazılamayacak kadar çok değerli kadın yazarlarımız ardından gelenlere zamanın tozlu sayfaları arasından bayrak sallıyor, böyle gelmiş böyle gitmek zorunda değil der gibi güçlü olmamız için ses veriyorlar bize. Yeter ki duymak isteyelim!
Kaynakça;
1-Yazın Hayatında Öteki: Kadın (13 Mayıs 2022 tarihli sunum, Mersin)
2- Kadın Hayatın ve Edebiyatın Neresinde? (Çukurova 16. Kitap Fuarı sunum, Adana)
3-KE Dergi, Sayı 6
4-Varlık Dergisi,1995 Mart Ayı Sayısı
5-İstanbul Üniversitesi Kadın Araştırmaları Dergisi (2019/I: 1-12 ) Aydınlanma Çağı Filozoflarına Göre Kadın: Schopenhauer, Kant ve Rousseau Örneği Zeynep BAKTEMUR
6- Asur Kent Kralığı, Ali Narçın
7- Feminizm Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel Süreçleri Ve Dönüşümleri, Gün TAŞ, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/269956