Hepsi Hayat İçindi
Kitap İncelemeleri

Hepsi Hayat İçindi

Rabia Çoşgun

“Yaşamayı hak eden bir şeyler var bu dünyada.”

“Uzanıp fotoğrafları tek tek çivilerinden kurtarıyor. Tozlarına püflüyor. Avlu kapısından çıkıp titreyen bacaklarıyla yıkıntılar arasında ilerlemeye çalışırken son kez dönüp evine, avludaki ağaçlara kederle bakıyor.”

 

Gecenin sesine kulak verip gecenin içinden seslenmiş Cabir Özyıldız. İlk öyküsünü Filistin direnişine adayarak savaşın yarasını, yasını, kaygısını ve kederini yazarak başlamış Dünyanın Bütün Karıncaları isimli öykü kitabına. İlk öykü kitabı Geçmiş Zaman Türküsü’nü okumadım. Fakat sitelerde yayımlanan öykülerinden takip ettiğim ve tarzını az çok bildiğim bir yazar. Hatta bu kitapta da yer verdiği Kalbimin Şen Kuşları ilk okuduğum öyküsüdür ki orada geçen “abla” figürü oldukça ilgimi de çekmiş, yazarı takip etmeye karar vermiştim.

 

Hiçbir öykü kitabını bir çırpıda, deyim yerindeyse bir oturuşta okuyup bitiremem. Dünyanın Bütün Karıncaları’nı da bir çırpıda okuyup bitirmedim. Okuduğum her öyküde durdum, soluklandım hatta birkaç gün kitabı elime alıp okumaya zorladım kendimi. Bunu belirtince acaba çok mu sıkıcıydı, diye düşünülebilir. Hayır, bu sıkıcılıktan değildi. Hatta her öyküde ayrı bir dil ve üslup olsa da birbirine çok yakın hayatları sadelikle anlatan, yaşamdan çok uzak olmayan bir dili vardı ki sarıp sarmalıyordu da.

 

Soluklanarak okumam öykülerdeki acıyı ve hüznü sindirmede zorlanmamdan kaynaklıydı. On öykünün yer aldığı kitap, seksen sayfa olsa da her öyküde toplumun bir kesitini, açık yarasını ya da sorununu yansıtan konuları ve olayları ele almış. Olay örgüsü yoğun işlenmiş öykülerden oluşuyor. Kahramanların çoğunun toplum olarak yaşanmış olaylarla bağlantılı bir hikâyeleri, gelecekten kaygıları ve kendince bulmaya çalıştıkları çözümleri var. Bu anlamda kültür ve tarih birliği ortak genişçe bir coğrafyanın büyük kesiminin yaşadığı temel yaşam sorunlarını, zorlanmalarını, kırgınlıklarını anlatıyor.

 

Şehrin ya da merkezi yerleşimlerin ortasından, arka sokaklarından değil, başka coğrafyalarda, ırak diyarlarda bilmediğiniz, görmediğiniz hayatlar dile getiriliyor. Unutulanların, geride kalanların hikâyeleri değil bunlar. Kime, neye, nereye göre unutulan diye sorduğumuzda, kendini merkeze alan gerçekliğin çarpışması ötekini doğuruyor. Kendini merkeze almak değil midir aslında ötekileştirmenin diğer adı? Sürgün edilen, göç etmek zorunda kalan, fakirlikten büyük hayaller kurmaya bile gücü yetmeyen insanları anlatıyor bu öyküler. Bütün o setlerde, sahnelerde yapay görüntüleri verilen, iş yerlerinde, sokaklarda ve hatta okullarda dahi görülmeyen, görünmez kılınan hayatın öbür yanında kalanları anlatırken yaşamın tek boyutlu olmadığını da söylemiş.

 

Cabir Özyıldız bu öyküleri bulunduğu mekândan bir yerlere, uzak coğrafyalara uzanarak yazmamış. Çukurova’nın, Filistin’in, deprem coğrafyasının tam kalbinden dinleyerek, anlayarak, hissederek yazmış. Toplumun açık yaralarını işlerken toplumun dertlerini koymuş ortaya. Bu anlamda yazılmayanları ve görünmeyenleri ya da görünmez kılınanları yazması en çok değer verdiğim boyut oldu bu kitapta.

Toplumculuk çok geniş bir yelpazedir. Bir insanın yaşadığı yalnızlık sendromu da, birçok insanı içine alan göç sorunu da toplumun derdidir. Ki yalnızlık ve varoluş sorunları çağın bireylerinin en çok içinde bulunduğu, sorguladığı, çıkmazlara düştüğü durumlardır. Bu anlamda Cabir Özyıldız da özellikle insanlığın Filistin gibi açık yaralarını, bir tabla hikâyesi ile işsizlik gibi güncel olanı ya da tarihi çok eski olmayan ve toplumun büyük çoğunluğunu etkileyen 6 Şubat’ı ele almasıyla öykülerinde toplumsal bir nefesi belirgin kılmış.

 

Diğer dikkat çeken nokta öykülerinin hemen hepsinde kadının yaşadığı sorunları değişik bir boyutuyla ele almış olması. Kitabın ilk öyküsü Başlangıçların Annesi’nde savaş ülkesi Filistin’de anne olmak, kendinden çok çocuklarını koruma, kollama içgüdüsüyle verilmiş. Mahmud, gelinini, oğlunu ve torunlarını yaşanacak başka hayatlar için göç yoluna koyarken kendisi karısından kalma hatıralarla hemhal oluyor. Karısını severken sürekli aklına gelen şiirin dizelerine sarılıyor: “Bu dünyada dünyanın sevgilisi, başlangıçların annesi, bitişlerin annesi. Filistin’di adı.” Yurttur Filistin, annedir, vazgeçilemeyendir Mahmud için.

 

Buzdan Tuğlalar’da onca okul okuyup, kitaplar devirdikten sonra aile kıskacında takılı kalan, et sote yaparak çocuklarına yapay gülümsemesiyle neşe olmaya çalışan kadını anlatmış. İçi buzdan tuğlalarla döşeli olsa da sadece yazarak içini ısıtabilen, avutabilen yalnızlığın kadını ki ne çoktur bu kadınlar. Edebiyat, sistemin insanlara yaşattığı hayal kırıklıklarını, işsizliğin boğulmalarını, hayat boyu verdiği emeğin karşılığını alamayanların yıkılmalarını, kırgınlıklarını anlatmaktı biraz da. Yazar bu öyküde bunu hiç sesini yükseltmeden, hatta sessizce ama hayatın tam orta sayfasını açarak yazmış, anlatmış.

 

Kitapta yer alan öykülerin hepsi üzerinde durulup uzun uzun konuşulabilir. Ancak bunu biraz da okurun keşfine bırakmanın daha iyi olacağı kanısındayım. Bu nedenle birkaç öyküyü kısaca değerlendirerek bende bıraktığı izleri vermekle yetindim.

 

Ülkenin anı defterine yazılan unutulmaması gereken zamanlar vardı. Yazılmayan, söylenmeyen her tarih, olay gün gelir unutulurdu ne de olsa. 6 Şubat kiminin hafızasına, kiminin kalbine, kiminin de hayatına kazındı, kazıttı kendini. Unutursak kalbimiz kurusun, der gibi yazılmış bir öykü “Unutma Ha!”. Kitaba adını veren karıncalar da burada ortaya çıkıyor. Kimi Pisboğaz, kimi at kılıklı… Ama isim, cisim, dış görünüş önemli mi ki? Önemli olan Nazım’ın şiirinde dile getirdiği “bir orman kardeşliği” değil miydi? 6 Şubat ve ertesinde karanlıkta bırakılanlar için ülkenin her yerinden koşup yetişen, gece gündüz demeden, yorgunluk bilmeden harıl harıl yangına su taşıyan karıncaların öyküsü anlatılan.  Okurken tekrar o günleri anımsatıyor insana, kimi göçük başında, kimi ekran başında yüreğimiz çarparak günlerce etkisinden çıkamadığımız o günlerin anısı dikiliyor insanın karşısına.

 

Eller, bakışlar, duygular ve kalpler öyle senkrorize olmuş ki yerin altından gelen ufacık bir sesle dağ-taş, börtü-böcek, tüm doğa suspus oluyor. Hepsi hayat içindi, diye tekrarlıyor, “Unutma Ha!” derken. İnsanın ezeli ve ebedi erdemiydi dayanışma. Yalnız bırakılan insanların bir araya gelerek ve dayanışarak hayatta kalmalarının hikâyesi. Kitaptaki bütün öykülerde olduğu gibi burada da kahramanlar sıradan insanlar. Pisboğaz, Cumo, Saffet sokakta gördüğümüz sıradan insanların davranışlarını sergiliyorlar; dayanışma gibi. Ve asıl kahramanlar, hayatı sırtlananlar ve insanı yaşatanlar onlar, demiş yazar bu öykü aracılığıyla.

 

“Sen Aşktan Ne Anlarsın” öyküsünde varoluş sorgulaması yaptırıyor. Yalnızlık ve bireysel acılar her ne kadar elitist sorgulamalar olarak dile gelse de, herkes varlığını, hayatını yaşadığı topluma, yöreye ve hatta aileye göre sorgular. Evrensel olan kavramları birey kendi özgülünde yaşar. Kahraman her ne kadar birey olarak kendi hayatını sorgulamak istese de sonuçta gelip toplumun ve ona dayatılan sistemin sorgulamasına kayıyor düşünceleri ister istemez. Sonuçta birey de olsa hayatların toplumdan ve sistemden kopuk tek başına olamadığının izi sürülmüş esasında. İşletme bitirip tekstilde çalışan kız, düğün için kredi çeken baba, botoksçu kadınlar, orta yerde duran aleviler, çalışırken işçi gururu söz konusu olunca küçük burjuva olan bireyler kahramanın sorgulamalarına takılanlar oluyor. Zaten böylesi yalnızlık anlarında, melankolinin dibine vurup da köşeden, sağdan, soldan derken nihayet çocukluk dönemlerine dek iniyor. Aldığı birkaç bira ile doğum gününü kutlamak isterken bu sorgulama seansları neredeyse doğmaz olaydım, dedirtecek raddeye getiriyor kahramanı ki içten bir gülümseme yayılıyor insanın yüzüne öykünün sonuna gelince.

 

Cabir Özyıldız öyküleri belirttiğim gibi özellikle ele alınmayan ya da öykülere, romanlara az konu olan olayları, coğrafyaları, kişileri ele almasıyla insanda hafıza tazelemesi yapan öyküler. Bunun yanında tanık olunmayan yaşamları gözler önüne sermesiyle empatiyi güçlendiren; yanımızda, yöremizde gördüğümüz, tanıdığımız-tanımadığımız insanlara karşı önyargıyı kırma yönünde güçlü bir rol oynuyor. Kimi yerde gülümseten üslubuyla hiç de yabancısı olmasak da uzak kalınan hayatların çok iyi bir izdüşümü olmuş Dünyanın Bütün Karıncaları.