Evli evine köylü köyüne, ben yine mutfakta kaldım. Gecenin geç saatlerine kadar mutfak masasında oturuyor, bir yandan okuyor bir yandan da ocaktaki sütün kaynamasını bekliyordum. Bir yılanı deliğinden çıkarmak istercesine her gece süt kaynıyordu mutfakta, günlerdir. Cüce kayıp. Masama ortak olmayalı ne kadar olmuştu, hatırlamıyordum artık. Ne yalan söyleyeyim, tepemde anlat da anlat diye ciyaklayan, beni durmadan yeren biri olmayınca hayat daha kolay akıyor gibi gelmişti ilk zamanlar. Bir rahatlama… Neden sonra içimi derin bir özlem sardı. Dipsiz bir kuyunun içine düşmüştüm, sanki bir gayya kuyusu. İçin için sızlayan yerler peydah oldu zamanla. Bedenimin sivri köşeleri zonkluyor, nefessiz kalıyordum sık sık. Baştan aşağı bir yaraya dönüşmüştüm artık. Dokunduğum her yer ağrıyordu. Benimle birlikte mutfak masası da gün geçtikçe solmaya, yıpranmaya başlamıştı. Bir gece yapıldığı ağaca özlemle inlediğini duydum. En başa dönmek istiyor gibiydi. Özünü içinde taşıyan eşyanın efkârını zor taşıyordu bacakları. Sıklıkla bir hummaya tutulmuş gibi tir tir titriyor, beraberinde beni de sarsıyordu. Bazı günler titreyenin ben, sarsılanın masa olduğunu sanıyordum. Başka bir gece onu yapan ustanın yorgunluğundan, bileğindeki acıdan dem vurdu. Acıma kendi acılarıyla ortak oluyor, acının geçiciliğini hatırlatıyor, beni avutmaya çalışıyordu kendi tarihiyle. İşe yaramıyordu ama. Benden olan, parçam olan bir varlığın beni terk etmesini anlamıyordum. Cevabı olmayan sorular soruyordum durmadan. Aklımı yitirmeye, içime konuşmaya başlamıştım. Azılı düşünceler üretiyor, onu kışkırtmak, tahrik etmek ve ortaya çıkmasını sağlamak istiyordum. İçimde ne kadar saçma sav varsa ortaya atıyor, Cüce’nin çıkıp itiraz etmesini bekliyordum. Saçma savlar mutfak boşluğunda biteviye yankılanıyordu. Bütün bu çabalarıma rağmen Cüce kendini saklamaya devam ediyordu. Sonumu hiç iyi görmüyordu masa. Bu hastalıklı durumdan çıkmam için onu aramamı, yılan deliğine de girse onu bulmamı söylüyordu. Çaresizdim. Nerde arayacağımı, kime soracağımı bilmiyordum. Ne garip insan içindeki şeyi nerde arayacağını bilemiyor bazen. Uyku cinleri geldi aklına masanın bir gün. Onlardan yardım alabileceğimi söyledi. Daha önce başardıysam yine başarabileceğime inandırdı beni.
Bir gece tetikte bekledim. Katran karası kahveyi son zamanlarda sürekli titreyen ellerimin arasında dökmemeye çalışarak alelacele içtim. Son satırlarını okuyup kapağını kapamadan usulca arasına sızdım kitabın. Sayfaları üstümde yün yorganım kadar rahattı. Beynimi meşgul etmem, uykuya yenik düşmemem gerekiyordu. Kitabı düşündüm ben de. Agota Kristof’un Büyük Defter, Kanıt, Üçüncü Yalan kitabını.
Dilin olanaklarından soyarsan metni, geriye ne kalır? İzlek ve kurgu. Bunları öyle iyi yapmalısın ki kullandığın sade dil, kusur olmaktan çıkıp hikâyeye hizmet etmiş olsun. Agota Kristof da öyle sımsıkı bir roman yaratmış ki okuru hemen içine alan roman, arka kapak kapanmadan da onu rahat bırakmıyor. Adeta bir mengene gibi okuru sıkıştırıyor içine. Ona nefes alacak ne zaman ne de yer bırakıyor. Hem anlattığıyla yapıyor bunu hem de kitabın ilginç kurgusuyla. İlk kitap “Büyük Defter” biz diliyle açıyor kendini. Henüz adlarını bilmediğimiz ikiz kardeşlerin, ismi metinde geçmeyen ama tahmini oldukça kolay bir savaşın içinde, yaşadığı çevrede kocasını zehirlediği için cadı diye anılan anneannelerine bırakılmasıyla başlıyor roman. Çocuklar böylelikle, geldikleri büyük şehirden sürülmüş annesiz, köksüz kalmışlardır. Onlar birer göçmendir artık. Kendilerini koruyup kollamak, ayakta kalarak yaşamlarını devam ettirmek zorundadırlar. Buraya kadar iyi güzel ama Kristof onları yaratırken öyle bir çerçeve çizmiş ki ikizler gerçek olamayacak kadar güzeller. Neredeyse insan olmanın ötesine geçmiş, gökten inme birer melek adeta. Sarışın, renkli gözlü rüya çocuklar ellerini attıkları her işi mükemmel derecede yaparlar. Algıları açık, yardımsever ikizler yabancı bir dili çok kısa sürede öğrenir, çeşitli çalışmalarla kendilerini açlıktan, dayaktan, aşağılanmalardan etkilenmeyecek duruma getirir, çok iyi mızıka çalar, şarkı söyler. Okuma, yazma becerilerini geliştirerek, duygulardan arındırılmış rasyonel bir düşün dünyası kurarlar kendilerine. Kristof burada bizi bir masal diyarına atar sanki. “Kurmacayı olağan deneyimlerden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin fazla oluşudur.” Aristoteles’in Poetika’sında ileri sürdüğü bu düşünce geliyor aklıma. Biraz oyalanıyorum bu düşüncede. Derken ikinci kitaba geçiyoruz Kanıt. İkizlerden biri tehlikeli bir sınırı geçerek başka bir ülkeye kaçar. Yalnız kalan Lucas’ın yaşama nasıl tutunduğunu görüyoruz bu kitapta. Hayatına giren karakterlerin hikâyelerini öğreniyoruz. Romanın izleklerini daha net görebiliyoruz bu kısımda. İkinci Dünya Savaşı, Sovyet Devrimi, göçmenlik, yalnızlık gibi. Üçüncü Yalan hikâyenin çözüldüğü ve kurgunun kendini gösterdiği üçüncü ve son kitap. Nihayet rahatlıyorum. Bitiyor kitap. Elimden düşürmeden iki günde hemencecik okumuşum ne olacak merakıyla. Bir bütün halinde düşünüyorum kitabı. Neden ben de rahatsızlık duygusu uyandırdı. Yazarın istediği de buydu sanırım. Eh, başarılı olduğunu söyleyebilir bu durumda. Duygularım karışık. Rahatsızlığımın tam da yazarın tasarladığı o rahatsızlık olmadığını anlıyorum. Neden durup düşünmeme izin vermiyor roman. Bunca önemli meseleleri konu edinmişken üstelik. Sanki tek derdi kendini okutmak olan bencil bir kitap. Roman’ın bencili mi olurmuş dediğini duyar gibiyim Cüce’nin. Olur hem de bal gibi olur sevgili Cüce’cim, diyorum içimden. Bir kere yukarıda değindiğim ikizlere çizilen çerçeve. Cüce sanki araya giriyor, çocukların bu şekilde kurgulanmasının bir amacı vardır elbette diyor, belki yazarın kişisel tarihine giriyor gibi hissediyorum. Yazarın geldiği kültürde masalların, sözlü edebiyatın altını çiziyor. Masallarla büyümüş bir çocuk olduğundan dem vuruyor. İyi peki ya yazarın üzerimize boca ettiği onca şeyi nereye koyalım diye hayali Cüce’ye karşılık veriyor, devam ediyorum. Önce savaşla karşılaşıyoruz, savaşı henüz okumuşken, bunu düşünüp henüz hazmetmemişken çocukların kendilerince yaptıkları “Bellek Güçlendirmesi Alıştırmaları”na ne diyeceksin. Bunu da henüz okumuşuz ve üzerinde düşünmeye de zaman yoktur üstelik çünkü yazar önümüze hemen başka meseleler çıkarır. Tavşandudak, Peder, Peder’in yanında çalışan hizmetçi kız, Subay. Tüm bu karakterle birlikte İkinci kitapta üstümüze boca edilen, üstümüze yığılan cinsel meseleler peki? Eşcinsellik, ensest, nemfomanı, mazoşizm, koprofili, fetişizm, pedofili…Dur önce bir savaş meselesini içselleştirseydik, göçmenlik mevzusunun üzerinde durup düşünseydik, anlamaya çalışsaydık. Yok ama izin yok, karakterler olaylar tüm hızıyla devam ediyor. Üçüncü kitapla kurgusunu ortaya koyup ilk ve ikinci kitabın gerçek hikâyeler olmadığını, hayal ürünü şeyler olduğunu söyleyip dumura uğratıyor okuru. Hayal ile gerçek iç içe geçiyor. Ah nasıl da oyuncu bir roman diye düşünüyorum. Artık ne gerçek ne değil birbirine giriyor. Avucumuza bırakılmış onca meseleyle kala kalıyoruz, üzerinde düşünmeye zamanımız da tükendi artık. “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.” [1]
Daha fazla ileri götüremiyorum düşüncelerimi, etrafımda bir koza örülmeye başlamış. Uyku kozası. Ayaklarım uyuşmaya başlıyor. Görünmez o iki varlığı hissediyorum, bedenimdeki ağırlığı yavaş yavaş soymaya başladıklarını. Uyuşma diz kapaklarıma, oradan tüm vücuduma yayılıyor. Hayır bırakmamalıyım kendimi. Tetikte olmazsam çok geçmeden tatlı bir uykunun yatağına dalacağım biliyorum. Sabah da ne zaman daldığımı, nasıl daldığımı hatırlamayacağım. Ben o yumuşak baygınlıktayken ruhumu dünyevi kıyafetlerden çekip soyacak o iki yaratık. O dünyevi kıyafetler onların besin kaynağı. Bilincim hâlâ yarı açık. Bir şeyler yapmalı, üzerimdeki bu hafifliğe teslim olmamalıyım. Uyuşma boğazıma kadar… Nefes alışlarım daha düzenli, sakinim. Daldım dalacağım. Son bir kuvvet gösterip doğruluyorum yatakta. Yakalıyorum onları,
“Hah, yakaladım sizi.”
“…”
“Bir şey söyleyin, beni anladığınızı biliyorum.”
“…?”
Konuşmuyorlar. Put kesmiş, bana bakıyorlar. Gözleri yok, görüyorlar; kulakları yok, duyuyorlar. Beni anladıklarını biliyorum. Gariptir, ben de onları anlıyorum. Yatağı düşünceleri dolduruyor. Biraz şaşkın ve üzgünler. İnsanlara yakalanmanın büyük ceza olduğunu ve bu cezadan nasıl kurtulacaklarını tartışıyorlar. Yıllar önce onları yakaladığımı unutmamışlar. Beni hatırlıyorlar. Tartışmalarının arasına giriyorum hemen, kaybedecek vaktim yok. Az sonra koza örülmeye başlayacak yeniden. Ve sabah tüm bunların birer rüya olduğunu düşüneceğim.
“Hey, size söylüyorum! Cüce nerede?”
“…”
“Ne yapmaya çalıştığınızı biliyorum. Yapmayın lütfen, uyutmayın beni. Cüce’yi bulun bana, onu bana getirin.”
Gözkapaklarımı tutamaz oluyorum artık. Çok uzaklardan bir ninni yayılıyor yorganım üzerine. Beni sarıp sarmalıyor. Annemin tatlı kollarında buluyorum kendimi. Kapanan göz kapaklarımın arasında kesik kesik sayıklıyorum.
“Cüce, cüce, gel…”
Sağ elimin parlaklarının aralandığını hissediyorum. İçinde bir kâğıdın kanatan kenarlarını. Bu bir not. Cüce’den bir not. Ah, nasıl da mutluyum. Şimdi birazdan dalacağım uykudan hiç uyanmasam da olur artık. Son kez tüm gücümü kullanarak gözlerimi açıp nota bakıyorum, uykumun arasında göz gezdiriyorum. Kısacık bir emir. İlk emir!
“Yaz! Her şey bir belkinin içinde. Aldırma sen, yaz. İmza Demiurgos.”
Hiçbir şey anlamadan en huzurlu uykularımdan birine dalıyorum.
[1] Syf 116, YKY, Kırmızı Karanfil, Gülten Akın