Giriş kat evimizin açık penceresinden “şap şap” diye düzenli aralıklarla yere bir şeyin vurup kalkmasının sesi geliyordu. Annem bir tek kendisi duymuş da anlamış gibi “Şu oğlan dışarda ip atlıyor,” diye açıklamalarda bulundu. Güldüm. Komşunun oğlu sosyal bilgiler öğretmenliği mezunuydu, iki yıldır KPS Sınavında ter döküyor, atanamıyordu. Başka çaresi kalmayınca polis olmaya karar vermişti. Boyu polis olacak uzunluktaydı da kilosu istenen koşullardan fazlaydı. Bir yıl daha tarih, coğrafya, matematik, Türkçe, eğitim bilimleriyle uğraşıp sıfır nokta bilmem kaç puanla atanamamaktansa, kilo verip polis olmayı daha uygun görmüştü.
Nöbetten gelmiştim. İki koridorlu kliniğin bir tarafındayken, diğerinden “Hemşire hanım ağrım var,” diye seslenmesi üzerine oraya koşmuş, tekrar öbür uçtan “Hemşire hanım serumum bitti,” sesiyle ilk geldiğim yere fırlamıştım. Otuz yataklı cerrahi kliniğin tek hemşiresiydim. Fakülteler; hemşirelikte tükenmişlik, mobing gibi tez çalışmalarını en iyi örneği oluşturduğu için bizim kurumdan yapılırsa kabul ediyorlardı. Yani diğer tüm nöbetlerimin örneği sayılabilecek o gece de Modern Zamanlar filmindeki Charlie Chaplin gibi oradan oraya koşup durmuştum. Sıkı film seyircileri olmayanların anlayacağı dildeki tarifim; soğuk bir Anadolu akşamında sıcak sacın üzerinde sağa sola sıçrayan kavurga gibiydim. Annemin hazırladığı kahvaltıdan iki lokma yiyip yatacaktım. Camı kapatınca Hüseyin Can’ın, ipinin yere değme sesi de kesildi. Zaten ses gelse de baygınlık geçiriyordum.
Uykumun en tatlı yerinde komşu Perihan Teyze ve annemin dürtüklemesiyle uyandırıldım. Perihan Teyze beni yataktan sürüklüyordu, “Kalk, hadi kalk Hüseyin Can bayıldı.” Uyanmamış numarası yaptım, belki başımdan giderler diye ama ikisinin de beni uyandırmadan şuradan şuraya gideceği yok. Çaresiz uyandım. Ben hastanede hemşireydim, mahallede bari rahat bırakın. Zaten gece boyunca “hemşire hanım” denen yere koşmuştum. Yani sadece çağrılan yere gitmek değildi programım, belli bir tedavi planım vardı da sırası gelmeden olay çıkaranlar oluyordu, haliyle. Ben biliyorum o Hüseyin Can zayıflayacağım ayağına yemedi, içmedi, ip atladı, havalar da sıcak, tansiyonu düştü. Beni uyandıracağınıza şuna iki lokma yemek yedirseniz ayılırdı. Hüseyin Can benim Ankara polisiyle zaten aram iyi değil. Ne zaman memur eylemine gitsem, gaz atıyorlar, su sıkıyorlar. Hadi temiz su olsa neyse; yaz günü ferahlarsın, kurur. Pembeye, mora boyalı su sıkıyorlar, üstümüzde başımızda kalıcı lekeler bırakıyor. Türk Tabipler Birliği zehirli gazın uçan kuşlara zararlarını kanıtlayan bilimsel çalışmalar da yaptı ki börtü böceğe acıyan olur da eylemlerde kullanılmaz ama nerde? Türk polisi memura da kuşa da acımadı en nefes keseninden atmaya devam etti. Bir de polisten dayak yeme kısmı var da benim zayıflığımı annem anlatırken “Kızım koluna taktığın çanta senden ağır,” dediğinden de anlaşılacağı gibi ne canım var ki direneyim. Ortalık gerilince kaçıyorum. Sendikal mücadele kaçmamayı gerektirir de ağzımı burnumu kırdırıp elime alamam. Varsın iki gazda kaçtı desinler. Eyleme hiç gelmeyen memurlar da var…
Ankara polisiyle çözülemeyen krizler içerisindeyken, bir de Hüseyin Can çıktı başıma. Polis olacağım diye aç geziyorsun, sıcaktan bayılıyorsun, yine beni uyandırıyorlar. Ben de bunu anlamıyorum! Hüseyin Can evde ip atlayacağına, şu çocuğun dersleri kötü, anan baban hayrına acilen çalıştır diyen oluyor mu? Yarın öbür gün kilo verir de polis olursan; evinde yattığın sırada yan dairedeki karı koca birbirini dövüyor, Hüseyin Can yetiş diyen olacağını da sanmıyorum. O zaman beni niye uyandırıyorsunuz? Ben yaşadığım her gün, her saniye “Hemşire hanım yetiş!” durumuyla mı karşılaşacağım?
Annem ve Perihan Teyze gardiyan gibi tepemde dikilirken pembe puantiyeli ip askılı, şortlu pijama takımımı değiştirecek halim yoktu tabii. Gözlerimi ovalayarak karşı daireye yürüdüm. Hüseyin Can odaları birbirine bağlayan koridora uzanmış, esmer teni sapsarı, soğuk terler atıyor, annesi ayıltmak için bir kova suyu üstüne dökmüş, kestiği soğanı burnuna tutuyor, bir yandan da ağlıyor. Doğrudan mutfağa girdim, masanın üzerindeki şeker tabağından beş küp aldım. “Hüseyin Can beni duyuyor musun?” Duyuyormuş. Dilinin altına yerleştirdiğim şekerler bir bir eridikçe benzine betine can, gözlerine fer geldi. “Annesi karnını doyur oğlunun, öyle sert diyetler de yapmasın,” dedim. Polis olunca da memur eylemlerinde bir takım sert hareketler yapmayasın, diyecektim ki vazgeçtim.