İçimdeki  Enkaz
6 Şubat

İçimdeki Enkaz

Yonca Yaşar

Masamda duran takvime gidiyor gözüm. 06 Şubat’ın diğer günlerin yanında usulca aynı renkte durması sinirime dokunuyor. Simsiyah yapsalar, o günü yazmasalar olmaz mı?

 

Biraz olsun faydası olur muydu acaba, içimizdeki enkazın tozuna su serper miydi?

 

Size olur mu bilmem? Ama ben kendimi ne zaman güvensiz, kafam karışmış halde bulsam, örneğin bir dost ihaneti veya çok emek verdiğim bir işin çuvallaması filan… Çocukluğumun geçtiği sokaklarda dolaşmak, taşlarına dokunmak, öylece orada durmak iyi gelirdi. Bunu sıklıkla yapardım. Ve malum felaketten sonra o yerler artık olmadığı için,  sokakları, duvarları, taşları zihnime taşıdım.

 

Yine düşünceler arasında gezerken; Antakya’da, Asi Nehri üzerindeki köprü başında buldum kendimi.  Nergisle birlikte duasını satan Bedia ile konuştum, nehrin homurtusunu dinledim. Sonra Filiz Sokağa gittim. Yani eskiden adı o olan sokağa.

 

Bilirsiniz insan bazen bazı sözcüklerin peşine takılır, bazen de sözcükler gider insanın izinden.  Kalbimde “boşluk” sözcüğü, dilimde de;“Öyle bir yere geldik ki hiç bir sokağın adı yok¹ dizesiyle yolculuk ediyorum kaç zamandır.

 

“Öyle bir yere geldik ki hiç bir sokağın adı yok”, dizesini mırıldanmıştım ki; var, diye yükseldi bir ses. Yaşlı, yorgun çıkan sesin geldiği yöne baktım.  Ay ışığı kadının birinin üzerine düştü. Süpürgesinden tanıdım. “O sokağın bir adı var. Filiz Sokak, dedi. Ne de çabuk unuttunuz?” Kızgın ve öfkeliydi.

 

Heyy! Gazali! Bu o! Hiç değişmemişti. Sokağın gönüllü temizlikçisi. Çocukluk anılarımın kahramanı. Yanına yaklaştım. Sarılmak istedim. Geri çekildi. Son görüşmemizin üzerinden yaklaşık otuz seneden fazla bir süre geçmişti. Göz göze geldik.  Sakinleşti. Karşıya baktı.  Gözlerimi onun baktığı yere çevirdim.  Eskiden sokak olan bu yerin bir yakası uçurumdu şimdi.

 

Sokağın diğer yarısını yutan boşluğu tanıyorum. Ne tuhaf dedim. Derinliğini kestiremediğim içimdeki boşluğun bir ucunu yakalamış gibiydim.

 

İçinizde de benzer boşluk duygusuna sahip olanınız vardır. Bende depremden sonra iyice büyüdü. Karşısına ne çıkarsa yutabilen kemirgen bir boşluk. Nereye gidersem gideyim benimle.  Yine tam içine düşecekken bir fener ışığı, uçurumun kenarında uzayıp giden yolu aydınlattı. Yıkık duvarlara yaslanmış küçüklü büyüklü pek çokları vardı.

 

Gazali’nin yanında duran küçük bir kız çocuğuna baktım. Çok tanıdıktı. Gözüme kaçamak bir bakış fırlattı. Kim Narin koyduysa adımı git onlara deki; o adından vazgeçti, dedi ve yanındakinin elini tuttu. Yanında başı öne eğik bir hemşire bileğini gösterdi. Adı olmayan bebeklerin künyeleri bunlar. Gücüm yetmedi dedi. Susarak o da karşıya baktı. Aynı boşluğa.

 

Yavaş yavaş ilerlediğim yolda fener, gözlerini yukarıya çevirmiş bir gencin üstünü aydınlattı. O kadar dalmıştı ki genç hiç fark etmedi bile yanına yaklaştığımı. Kendi kendine konuşuyordu:

 

 Ayni adreste evim ve ölüm.  Çocukken bomba seslerinden korktuğumda anneme sarılırdım. Savaş bitecek demişti. Beklemeyi öğrendim. Dedemin başlayıp babamın bitiremediği bir roman gibi bu hayat, Ne garip.  Çocukken nereden bilecektim. Savaşın beni de beklediğini. Bu coğrafyada ülkelerin adı yok. Filistin, Lübnan, Suriye….

 

Sustuğu yerde kadınlar devam etti. Bizim adımız zaten yok. Ukrayna, Rusya ya da Afrika… Adı olsa ne olur? Acı ve çaresizlik ayırt etmeden her tende aynı değil mi ki?

 

“Soru sorduğumuz yerde içine çökmeye başlayan bir boşluğa yuvarlanırız” dedi az ötedeki bastonlu dede. Evet, evet bunu biliyorum dedim, dedeye.

 

Hepsinden daha yakın duruyordu uçuruma.

 

“Adına gerçek deniyor işte buna, dedi kısık bir sesle. Bu boşluk dolmuyor mu, yok olmuyor mu?  Nasıl yapabildin  bu boşlukta, dede diye sordum.

 

“Masallar ve şarkılar yavrum” diyerek ekledi. Bu yaşıma geldim de ben böyle bir yer görmedim dedi ve yolun ilerisini gösterdi. Adı yerine numara yazan tahta parçalarının sıralandığı mezarlar. Bak burada da kimsenin adı yok dedi ve bir adım daha atacaktı ki son anda kolundan yakaladım. Az daha uçuruma yuvarlanacaktın, dede dedim.

 

Nefes nefese kaldım. Şairi anımsadım. “Öyle bir zamana geldik ki hiç kimsenin ve yerin adı yok” diye seslendim şaire. Şair beni duymuş gibi yanımda belirdi. Gazali’ye bakındım. Göremedim.Yarın daha güzel olacak, bizden daha güzel yaşayacaksınız diye kandıran diğerlerinin aksine Gazali, haklılığını savunurcasına ne bir iz, ne bir çocuk, ne bir söz bırakmamıştı ardında.

 

Bilincim zaman denilen kapsülün içinde şaşkındı. Düşmemek için şaire tutundum. Şair sakin ve her şey yolundaymış gibi yüzüme baktı. Başım vücudumun üzerinden kayıyordu. Elindeki spirali göstererek avcunun içinde açtı. Parmaklarını halkaların üzerinde teker teker kaydırarak; insan canlısı doğar, büyür ve ölür… Her şey sırasıyla olur sanırız.  Önce yaşlılar ölür, önce okul, sonra iş… Önceler ve sonralar, her şey sırayla.  Belki olması gereken. Ama belki de zaman dediğin (elindeki spiralin halkalarını üst üste  getirerek): sonsuz bir boşluğu saran çemberdir belki de. Geçmişin geleceğe, şimdinin geçmişe dönüşebildiği an’ lardan ibaret olan.   Yaşam da çember boyunca an’ ları başa saran bir film. Her yıkımda boşluğa yuvarlanıp her nasılsa asılacak bir ip bulup çembere tutunuyoruz. İpin ne zaman kopacağını bilemeden hem de.

 

Bir şair daha seslendi uzaktan. Her sabah insanın karanlığına inat uyandım evlat. Yaşamak bu yangın yerinde| Her gün yeniden ölerek| Zalimin elinde tutsak |Cahile kurban olarak/Yaşamak görevdir bu yangın yerinde| Yaşamak insan kalarak² Sen ipe asılmaya bak, dedi.

 

04.17’ye kurulu alarmla irkildim. Takvim karşımda duruyordu. 06 Şubat’tı yuvarlak içine aldım kalemi kaldırmadan aşağıya bir çizgi çektim.

 

 

¹ Cemal Süreyya

 ²Ataol Behramoğlu