Ressentiment terimi ilk kez 19. Yüzyıl filozofu Soren Kierkegaard tarafından psikolojik bir ifade olarak kullanılır. Asıl anlamına ise Nietzsche tarafından genişletilerek kavuşur. İnsanlar doğaları gereği sevgi, heves, öfke ve kıskançlık duygularını barındırır. Ressentiment bir başkasına duyulan duygusal tepkinin yinelenerek yaşanmasıdır. Öyle ki yaşanan bu duygusal tepki bireyin ruhuna işler ve onu tehlikeli bir yola yöneltir. Yazar kelimenin Türkçe anlamına yakın “hınç” kelimesini kullanmakla birlikte metinde “ressentiment” terimine ağırlık vermiştir.
“Başkasının büyük meziyetleri karşısında sevgiden başka çare yoktur.” – Goethe
Uygarlığın başlangıcında hakarete uğrayan birey en yakınındaki hayvana ve doğaya zarar veriyordu. Kızgın ve öfkeli bir insan her şeyi kırıp dökebilir. Bu uygar düzeyde bir öfke patlamasıdır. İntikam duygusu ile beslenen haset ise nesneye ya da belli bir gruba yönelik olabilir: Aldatılmanın acısıyla fotoğrafları yakmak ya da din ve ırk farklılığından dolayı bir grup insana zarar vermek.
İntikama susamışlık ressentiment’in ana kaynağıdır. Bu duyguyu rekabet hırsı, kıskançlık ve garez takip eder. Bizde olmayana imrenme duygusu bireyi şiddet yoluyla elde etmeye yöneltir. Bunlar ressentimet duygusunun gelişmesinde birinci aşamadır. Haset duyulan nesne bizim olduğunda bile hınç duygusu kaybolmaz. Bireyde “Küçümseyici ve değersizleştirici kin” yerleşik haldedir ve her an ortaya çıkabilir.
Tilki ile koruk hikâyesini hepimiz biliriz. Dostluğunu istediğimiz insanın aslında “zeki” olmadığını, alamadığımız kıyafetin “eski moda” olduğunu imâ ederiz. Ressentiment insanının beyni gizli kindarlık, karalama, iftira gibi duygularla doludur. Karşı tarafta gördüğü neşe, güç, mutluluk, talih gibi duygular ressentiment insanını kendine çeker.
“Ne zaman başkasında kötülük görsem, bundan biraz da kendimi suçlu hissetmeli ve kendime şunu sormalıyım: Eğer onu yeteri kadar sevmiş olsaydın o adam kötü olur muydu?”
Bizler ailemizi, sevdiklerimizi örnek aldık, çocuklarımız da bizleri. Suça meyilli olan çocukların geçmişi irdelendiğinde sevgi eksikliği açığa çıkar. Ailesinden sevgi göremeyen çocuğun bu duyguyu dışarıda araması doğaldır. Bu sevgi eksiği ilerleyen yıllarda doldurulamazsa hınç ve öfkeye dönüşür.
Kutsal kitapların asıl meselesi ruhun kurtuluşudur. Tanrı “sevgiyi de yaratandır”. Birey Yaradan’ın yansıması olan evreni sever. Bu sonsuz sevgi iyiyi ve kötüyü, dostu ve düşmanı, adili ve günahkârı sevme yetisini kazandırır. Bireyin kendi tinsel benliğini mükemmelleştirme çabası aslında sonradan uydurulmuş bahanedir. Ressentiment bireyin kendine olan nefretinden doğar.
Üstün bir yeteneğe sahip birini gördüğümüzde duygularımız kişiden ziyade değerlerin kendisine yöneliktir. Arzu edilen nesneye yönelik çabalar başarısız oldukça iyi duygular yerini sanrılara bırakır. İyiye zarar verme eğilimi birey için hak olmuştur. Birey bu noktada iki duyguyu yaşar; başkalarının iyiliğini istemek anlamına gelen “diğerkâmlık” ya da kendini yönetememe, kendi kendine karar verememe dürtüsü ”yaderklik”. Yoksul ve aşağı düzey doğaya sahip olanlar buna dayanamaz ve acı çekerler.
Modern çağ öncesi birey küçük şeylerden haz ve mutluluk duyabiliyordu. Derviş misali bir lokma ve bir hırka yeterliydi. Giderek daha renkli hale gelen hayat ve haz verici ürünlerin çoğalması insanları doyumsuzluğa yöneltti. Burjuvazinin yükselişi beğenileri seçici hale getirdi. Ulaşılamayan her haz içimizde hınca dönüştü. Değerler yer değiştirdi. İnsanlar kurnazlık, engelsiz arzu, kıskançlık gibi değerleri baş tacı ettiler. Ahlakî açıdan “nefsine hâkim olmak” birey için değerliydi. Şimdi ise her türlü olumlu duygu köprüyü geçene kadar geçerli.
Günümüz modern ahlakı insanlara güvensizliğin üzerine inşa edilmiştir. Bir başkası tarafından aldatılma korkusu, sevinci ve üzüntüyü paylaşamama bireyi ressentiment’e yöneltmektedir.
“Bu dünya devasa bir makine dairesinde oturan –kansız, duygusuz, aşksız ve nefretsiz- bir mantıkçılar yığınından ibarettir.”
Birey etkileşim içerisinde olduğu toplumun içkin bir üyesidir. İnsanlığın farklı kesimleri arasındaki aslî dayanışma yaşam birimlerinin var olmasını ve ilerlemesini sağlar. Evlilik bireysel bir mutluluk değil ruhani dilde kutsal bir ayindir. Maalesef bireyin kendini özgür hissetme serüveninde toplum kuralları yer değiştirmiştir. Toplumun bu benimsenmiş yargılarının reformu, ahlakî alandan ressentiment’in zaferidir.
Modern dünya öyle hızlı gelişti ki makineler hayatımızı yönetmeye başladı. Medeniyetin ve endüstrinin gelişmesi için “araç”a tutsak hale geldik. Şehirlerdeki yaşamın endüstrinin zararlı etkileri ile kirlenmesini, evliliğin mantık-para ikilisine kucak açmasını, yaşamın modernlik çarkında hızla dönmesini kabullendik.
Oysaki teknoloji ve endüstrinin gelişmesine gösterdiğimiz özeni, doğanın ve hayvanların korunmasına da göstermeliydik. Devasa binaların içine kendimizi ve ruhumuzu hapsettik.
“Sadece araç geliştiriliyor, amaç unutuluyor. Ve bu çürüme değil de nedir?”
Kaynak: HINÇ – RESSENTIMENT, Max Scheler, çeviren: Abdullah Yılmaz, Alfa Yayınları,2023