Düğünden düğüne kasadan çıkan pırlanta kakmalı saatine baktı, Fisun Hanım. Az evvel baktığından beri sadece bir dakika geçmişti. Saatim durmuş herhalde diye düşünüp, yanında oturan eşininkinin kadranını görmeye çalıştı; hayır durmamıştı, ikisi de aynı zamanı gösteriyordu.
Oysa kokteyl bitip, nikah kıyıldıktan ve yemek başladıktan beri sadece bir buçuk saat geçmişti. Şimdiden dayanılmaz acılar içindeydi. Çivi topuklu siyah saten ayakkabıların içinde, birer mengenede gibiydi ayakları. Daracık korsesi, sadece karnını değil, göğüs kafesini de sıkıyor nefes almasını engelliyordu. Yeni giydiği sutyeninin kopçası tam omurunun üstüne rastlamış, batıp duruyordu. Elbisesinin koltukaltına denk gelen payetleri, pulları buradaki narin deriyi tahriş etmiş, sızım sızım sızlatmıştı. Kuaförünün incecik telli, sarı saçlarını çeke çeke yaptığı sımsıkı topuz ve kafasına acımadan sapladığı firketeler yüzünden başı tutmuştu. Manikürcü kız etlerini derin almıştı; on tırnağının onu ayrı yanıyordu. Çok sıcak ve rutubetli bir yaz gecesiydi; uzun saplı kristal kadehlerin üzerinde de, onun bronz ve çilli göğüs dekoltesinde de sıra sıra boncuk gibi su damlaları birikmişti. Ter içindeydi.
Ama en beteri az evvel başlamıştı, art arda yuvarladığı sek şaraplar etkisini şimdi göstermiş, fena halde sıkışmıştı Fisun Hanım. Zaman bir türlü geçmek bilmiyor, sık sık oturuş şeklini değiştiriyor, hiçbirinde rahat edemiyordu. Elbette ki, şehrin en seçkin yelken kulüplerinden olan bu şık mekânda kadınlar için ayrılmış bir tuvalet bölümü vardı. Ancak böylesine bir münasebetsiz ziyareti Fisun Hanım düşünemezdi bile. Bir kere, son derece sert mizaçlı bir adam olan kocasından – eski ve ünlü bir hakimdi – sitemi işitiverirdi; “niçin işinizi evden çıkmadan halletmediniz, Fisun Hanım, aşk olsun size?”. İkincisi, ayaklarında hal kalmamıştı. Bırakın o kadar yolu yürümeyi, ayakta nasıl duracağı şüpheliydi. Ve dahası, belki de en önemlisi, Fisun Hanım, fazlasıyla kibar, çekingen bir kadındı. Her insanın hatta canlının gidermesi gereken bazı ihtiyaçlar onun için birer utanç vesilesiydi. Kırk iki yıllık kocasının yanında bile tuvalete rahat rahat gidemez, en samimi arkadaşlarının yanında dahi böyle konulardan bahsedemezdi. Herkesin içinden sallana sallana o yöne doğru gitmek de malumun ilanı demek, değil miydi?
Çok ama çok kibar bir kadındı o. Kuğu misali zarif gövdesiyle şu dünyada kapladığı azıcık yer için bile özür dileyecek gibiydi. Sanki yürümez de Bolşoy Balesi’nin baş balerini gibi süzülürdü. Sesi yumuşacıktı. Moğol kaşmirinden bir örtü gibi sarardı konuştuğu kişiyi. Kimseyi, kırmak incitmek istemez, her şeyi ince ince düşünürdü. İnce bir kadındı o.
Misal bir keresinde, her ay düzenledikleri Fransız kız lisesi mezunlar buluşmasına, iki alt sınıfından Süheyla, kambur bir arkadaşını getirivermişti, davetsiz bir şekilde… Nasıl da paniklemiş, nasıl telaşlanmıştı. Paris seyahatlerinden söz ederim diye ödü kopmuştu. Malum, Paris Notre Dame Kilisesi’ni, Notre Dame Kilisesi de Notre Dame’ın Kamburu romanını çağrıştırabilirdi. Bayramda neredeydiniz diye soranları “biz evdeydik,” diye yanıtlamıştı. Oysa Mısır’a gitmişlerdi. Mısır’dan söz açılmışken “çöl” dersem diye ödü kopmuştu. Çöl devesiz, develer de kambursuz olmazdı. Tekne seyahatlerinden söz açılınca da, sus – pus olmuş, herkes konuşurken o uzaklara bakmıştı. Olur a, hiç fark etmeden, laf arasında ağzından “okyanus” kelimesi kaçarsa diye içi içini yemişti; okyanus deyince herkesin aklına balinalar, en fazla da kambur balinalar gelirdi. Fakat, sonunda ne olmuştu biliyor musunuz? Toplantı bitip, herkes birbiriyle vedalaşırken, “sizi tanıdığıma çok sevindim Kambur Hanım,” deyivermişti. Oysa kadının ismi Kamuran’dı. Üzüntüsünden tam iki gece uyuyamamıştı.
Şimdi de durumu git gide daha vahim bir hal alıyordu. Hem onu cendereye almış olan ve cenderenin kıskaçlarını git gide daraltan korsesi hem de fena halde acıkıp hors d’ouvre tabağının üzerindeki her şeyi – fava, zeytinyağlı barbunya, füme somon ve rokfor peyniri – bir anda yediğinden, fena bir gaz sancısı çıkmıştı başına. Halbuki fazla yemek hiç huyu değildi; fakat sırf bu düğün için sabah uçağıyla Bodrum’dan, yazlıktan gelmişler, gün boyu, saçtı, makyajdı derken ağzına lokma koyamamıştı.
Kritik eşiği geçmişti; kötü kötü senaryolar canlandı gözünde. Bir anda yere düşüyor ve ambulans çağrılıyordu. Sedyeyi iten paramedikler davetlilere “açılın, açılın bir mesane patlama vakası bu,” diye bağırıyordu. Ölmeden ve çişini tutarak hayatını kaybeden ilk kadın (büyük ihtimalle de son kadın) olarak tarihe geçmeden önce, gördüğü son şey güzeller güzeli bir gelin olan Yasemin’in gözleri oluyordu. Nefretle bakan, “düğünümü mahvettin Fisün Teyze, teşekkürler,” diyen gözleri. Eşi bu utanca dayanamaz 7,65’lik ceviz kabzalı Beretta’sını başına dayar, intihar ederdi. Ya çocukları? “Ah sevgili bahtsız evlatlarım… Mert’im, Melis’im,” dedi içinden. İnsan içine çıkamaz olur, yurtdışına giderlerdi. Tekrar üniversite okudukları Amerika’ya dönseler, öyle Dubai’ye falan gitmeseler bari diye umdu.
Sonra bir anda mucize gibi bir şey oldu. Tam arkalarında, duvar boyunca sıralanmış ağaçların arasında gizli bir bahçe kapısı açıldı kapandı ve oradan bir garson çıktı. Elinde telefonu vardı; herhalde şeflerinde görünmeden telefonla konuşmak istemiş, bu kapıdan kulübün dışına gidip, geri gelmişti. Fisün Hanım, buraları iyi bilirdi. Genç kızlığında arkadaki plajdan arkadaşlarıyla denize girer, akşamları da yine bu kulüpte dans etmeye gelirlerdi. Oradaki kuytu kayalıklar çoğunun bir erkekle ilk kez el ele tutuştuğu, ilk kez öpüştüğü yerdi. Eskiden böyle bir kapı yoktu, yeni açılmış olacaktı.
Plan basitti; iskemlesini milim milim oynatacak, kapıya iyice yaklaşacaktı. Masadaki herkes kendi halindeydi. Az evvel eşinin yanına kendisi gibi hukukçu eski bir meslektaşı oturmuş, koyu bir sohbete dalmışlardı, arkası dönüktü.
Kapıdan süzülmesi hiç zor olmadı. Önce ayakkabılarından kurtuldu, sonra kendini bir çırpıda kayaların oraya atıverdi. En büyük ve en düzgün kayanın üzerine çıktı, yüzünü denize döndü, eteğini korsesini sıyırdı, ayakları ıslanmasın diye bacaklarını genişçe açıp iyice çömeldi. Gözlerini kıstı fakat bir süre hiçbir şey yapamadı. Kendisini öyle sıkmıştı ki, gevşemesi kolay olmadı. Ama sonra birden her şey başladı. Önce bir tıslama aldı ortalığı sonra da ormanların gizli köşelerindeki şelaleler misali çağlayan bir su sesi.
Rahatlamıştı. Tatlı bahar melteminde özgürce süzülen bir kuş tüyü kadar hafifti artık. Sanki tüm bedeni gevşemiş, az evvel onu rahatsız eden diğer şeyler de– korsesi, sutyeni, firketeleri –onu bir anda terk edip gitmişlerdi. İşte o zaman, aslında gecenin ne kadar güzel olduğunu fark etti. Ay kocaman ve kızıldı. Yakamozlar denizin üzerinde yol yapmıştı; ışık huzmesinin içinde bir kayık ilerliyordu. Günün sıcaklığı yerini tatlı bir serinliğe bırakmıştı. Düğünün keşmekeşi, uğultusu kapının ardında kalmıştı. Şimdi sadece dalgaların kıyıya ahenkle vuran sesi vardı. Birbiri ardına yuvarladığı şarapların verdiği tatlı çakırkeyifliği hissetti. Kalktı; vücudunun bronz olan diğer kısımlarıyla müthiş bir kontrast yapan beyaz poposuna bir ileri bir geri devinimler vererek korsesini ve eteğini çekti. Derin bir nefes aldı, yüksek sesle “oh be” dedi. Artık gidebilir, gecenin tadını çıkarabilirdi. Fakat gitmeden önce birkaç adım geri atıp – tıpkı üzerinde çalıştıkları eserlerini inceleyen ressamlar misali –yaptığına bakmak geldi içinden. Kayanın üzerinde kocaman, koyu renkli bir leke vardı. Ay ışığında ıslak ıslak parlıyordu. Ancak lekenin bitiminde, kesinlikle orada olmaması gereken bir çift şey gördü: Bir çift cilalı rugan erkek ayakkabısı. Bakışları yukarı doğru devam etti: Rugan ayakkabıları, jilet gibi bir smokin pantolonu ve smokinin ceketi izliyordu. Hepsinin üzerindeyse, aile dostları, saygıdeğer Tümamiral Arman Asilgil Bey’in başı ve çelik mavisi gözleri vardı; bir elinde yakmak üzere olduğu purosu diğerinde altın puro çakmağı, put gibi kalmış ona bakıyordu.
Bir süre öylece bakıştılar. Sessizliği bozan Arman Bey oldu; “malum, siz de iyi bilirsiniz” diye fısıldadı, “eşim, Hale, puroyu bırakamadığımdan haberi yok, ben de bu köşeyi buldum, hiç değilse bir tanecik… Bazen iradenize sahip olmak kolay olmuyor, insanlık hali…”
“Ah, tabii, haklısınız,” diye onayladı Fisun Hanım onu; “eşiniz hanımefendiye saygılarımı iletin, lütfen içerde görüşemezsek,” dedi. Sonra durdu, “insanlık hali…” diye mırıldandı ve kapıdan çıktığı gibi giriverdi.
O geceden sonra Fisun Hanım, eni konu rahat bir kadın oldu. İçinden geldiğini pat söylüyor, lafını sözünü kimseden esirgemiyordu. Olur olmadık şakalar yapıyor, patavatsız laflar ediyor. Eşten, dosttan kaş – göz edecek olan olursa, omuz silkiyordu. Kimileri hemen alıştı onun bu haline, kimileri de yadırgadı. Hiç kimse ama hiç kimse ondaki bu büyük değişikliğin sebebini bilemedi.