İstenmeyen
Öykü

İstenmeyen

Egemen Özdemir

Müdür önümüzü kesmiş, kıllı parmaklarıyla Mesut’un kravatıyla oynuyor. Bir pantomimcinin ciddiyeti var üzerinde. Sessiz kıpırtılarının gerginliğinden olduğumuz yere mıhlanıyoruz. Uzun uzun çekiştiriyor kravatı, bir sağa bir sola savurup yakalarının birleştiği yuvaya oturtmaya çalışır gibi yapıyor kendinden emin. Sonra hızla tatlı sert kendine çekiyor Mesut’u boynundan. Birkaç kez tekrar ediyor böyle, içimizdeki korku pantomimin büyüsüne karışıyor, müdüre itaat ediyoruz, neredeyse oyun kabul edeceğiz, bir eline bir yüzüne gidiyor gözümüz; yaba ellerinin maharetli, ritmik hareketleri, sabahtan traşlı yüzünün mide kaldıran, pütürlü, yağ bezeli parlaklığı… Tekrar eden hareketlerin çekimine kapılmışken oluyor ne oluyorsa. Aniden bitiyor gösteri, bir an, hiç tutmamış hiç o oyunları yapmamış gibi bırakıyor kravatı ve avucu şimşek gibi patlıyor Mesut’un kimsesiz al yanaklarında. Dişlerim sıkılı, gözlerimi yumuyorum var gücümle. Bana da vurmasın diye dua ediyorum içimden.

 

“Sen Neriman Hoca’nın oğlunu dövdükçe ben de seni dövücem. Bela mısın lan sen bu okulun başına? Git şimdi sıkıysa yine dövüş Umut’la.”

 

Berber özensiz hareketlerle saçımı kurularken, kafamda gezinen havlunun boşluklarından sızıyor yüzü gözlerime. Bir görünüp bir yok oluyor sureti. Mesut… Aklıma ilk bu tokat geliyor. O olduğunu anladıktan sonra bakmaya çekiniyorum nedense. Aradan neredeyse çeyrek asır geçmiş, onca yıl içimde yaşayan yüzü, yıllar sonra bir berber aynasında çıkıyor karşıma. Havlu her aralandığında, çekingen, borçlu gözlerle çabucak bakıp kaçırıyorum bakışlarımı. Aynadan yansıyan tanıdık dalgınlığı geçmişten bir ağırlık yüklüyor üstüme. O ağırlıkla utanıp eziliyorum. Berber yorgun başımı ovdukça küçücük çocuk oluyorum yeniden, yan koltukta oturan Mesut’un haberi olmadan onu elinden tutup zihnime hücum eden fotoğrafların içine giriyorum. Okul bahçesinin korkuluklarına yaslanmış, önümüzde tozun dumanın ardında çılgınca koşturan çocukların uğultusu, uzaklara bakıyoruz. İçim buruluyor, bir kez daha gözlerimi kaçırıyorum yan aynadaki Mesut’tan. Daha fazlasını yapabilirdim hissi düğümlüyor boğazımı.

 

Okullar açıldıktan sonra geliyor Mesut sınıfa. Babası ve abisiyle halasının yanına yerleşmişler. Hemen duyuluyor mahallede depremden geldikleri. Annesi ortada yok, hakkında rivayet muhtelif. Başlarda yıkıp dağıtmıyor Mesut, hatta yeni bir hayat ihtimalinin iyimser durgunluğu var üstünde. Saf gözlerle bizi izliyor ama kısa sürüyor yeni yerin büyüsü, çok geçmeden hırçınlaşıyor. Çocuklar dürtmeden geçmiyor Mesut’u, o da her dokunana patlıyor. Arsızca kaşıyorlar Mesut’un yaralarını. Annesiyle, deli dedikleri babasıyla dertleri bitmiyor. Bir süre sonra Mesut’un adı çıkıyor. Hademesinden öğretmenine herkes itip kakıyor, mimleniyor okulda.

 

Babasını biliyorum, o çocuk çenelerimizi kilitleyen sonunu Mesut’la birlikte yaşadık, ama annesine dair sorular hiç bitmiyor toplu konutlarda. Sağ mı, sağsa neden çocuklarının başında değil, bilen yok. Ama kadın nerede olursa olsun, ben Mesut’ta annesinin eksik olduğunu seziyorum. Çünkü Mesut bizim evde doymak bilmeden domates çorbası içiyor. Annem, gözleri buğulu, bir şeyleri saklamak istermiş gibi, bir şeylere isyan eder gibi hınçla kaşar rendeliyor çorbanın üstüne, çorbayı içişini izliyor Mesut’un. Kaşar topak topak erirken dumanı tüten çorbada, “İç oğlum, iç istediğin kadar, canın çektiği zaman gel, yaparım ben sana,” diyor. “Mesut’a hepinizin iyi davranması lazım,” diye tembihliyor beni arkasından, “Arkadaşlarına da güzelce anlat,” diyor. “Neriman kaltağının şımarık oğluna aldanıp sakın dışlamayın çocuğu.”

 

Mesut annemi mi, yoksa beni mi sevdiğinden bilmiyorum, yanımdan ayrılmıyor. Bir gün yan yana oturuyor, bütün sene ayrılmıyoruz birbirimizden. Ders boyu şakalaşıyor, yazılılarda aynı sıraya karınca yazısıyla silik notlar döşüyoruz, nasılsa her sınavda aradan dereden kağıdıma bakmanın yollarını buluyor, teneffüslerde elini omzuma atmış, okulun kıdemlilerine posta koyuyor. İçinde hiç dinmeyen bir öfke var, her öğle arasında birileriyle alt alta üst üste boğuşuyor. Hepsini de alt ediyor. Diğer sınıflardan çocuklar sotada bekleyip ancak öyle geliyorlar hakkından. Ben kavgalarına karışmıyorum ama hep favorisiyim. Yağmurlu havalarda, defter sayfalarını iç içe yuvarlayıp para bandıyla yapıştırdığımız iki teneffüslük topla koridorda maç yaparken hep birbirimizi kollarcasına hareketlerimiz. Bir süre sonra okul çıkışlarında da ayrılmıyoruz. Mesutların evi gözden uzakta, kimsenin ona dokunamadığı, keyfimizce saklandığımız meskenimiz. Halası ve eniştesi akşamın geç saatine kadar işteler. Evleri üst üste yığılmış bir dağınıklık. Hep havasız, perdeleri kapalı, güneşsiz, mutsuz. Üç odanın birinde halası ve kocası, birinde kızları, en küçüğünde, ucuz ahşaptan yapma, daracık, gıcırdayan bir ranza ve yanında emaneten atıldığı her halinden belli çıkma bir yatak. Yerde köşeleri üstüne basılmaktan kıvrılmış, toz içinde eski bir çaput kilim, perdesi kapalı bir pencere, tüm odaya sinmiş idrar, ter, kirli çamaşır karışımı ekşi, burun yakan bir koku, kapının arkasına istiflenmiş kıyafet tepeleri, bir de komodinin üzerinde gazeteler, kablolar, bir takım doktor raporları, üst üste ilaç kutuları. Ve duvar dibindeki yatakta, kirli bir çarşafın altında sığınır gibi küçülmüş, durmadan kaygıyla kıpırdanan zavallı bir adam. Mesut saklayabilse saklayacak babasını, öyle utanıyor. Adam hasta bir hayvan gibi, bizim geldiğimizi biliyor ama doğrulamıyor, bir acıyla uğraşıyor yarı uyur yarı uyanık. İnliyor, terliyor, ellerini dizlerinin arasında birleştirmiş bir şeyler sayıklayıp duvara dönüyor yüzünü saklarcasına, gözleri sımsıkı kapalı, yüzündeki kalınca çizgiler durmadan seğiriyor. Huzursuz ellerini habire dizlerinden kurtarıp panikle yüzüne vuruyor bir sineği kovar gibi. “Babam eskisi gibi değil,” diyor Mesut, sıkılgan. “Bazen geceleri uyuyamıyor, sonra akşama doğru böyle rahatsızlanıyor.” Babasının böyle olmasına, böyle bir babası olmasına üzülüyorum. Bizim evi düşünüyorum, nerede babamın gergin suratı, çatık kaşları, hali vakti yerinde tipi, nerede bu kızıla çalan saçları yağlanmış adamın, rengi solmuş eski bir çarşafın içinde büzüşmüş çaresizliği.

 

Bize geldiğinde aç kurtlar gibi bilgisayara saldırıyor. Kaybedecek saniyesi yok, kana kana oyun oynuyor. Babamın gelmesine yakın elim ayağıma dolaşıyor, Mesut’tan, içimi gıcırdatan tuş tıkırtılarından rahatsız olmaya başlıyorum. Bir keresinde ilişmiyorum, sabaha kadar oyun oynuyor bilgisayarda, Allah’tan babam gece odaya girmiyor, sabah sessiz adımlarla evden sıvışıyoruz kimseye yakalanmadan. Her seferinde, babamın gelmesine yakın ders çalışma bahanesiyle evine göndermeye çalışıyorum onu. Annem Mesut’u seviyor, ama babamdan endişeleniyorum, bizim gördüğümüz gibi görmez, evde istemez diye çekiniyorum babama Mesut’u göstermekten. Okulun, sınıfın, halasının istenmeyen çocuğu Mesut. O yaz annesinin de istenmeyen çocuğu olduğunu öğreneceğim. Ben bir yolunu bulup onu evden göndermek için kıvranırken, sinirlerimi zıplatan sorularla bilgisayar başındaki süresini uzatmaya çalışıyor Mesut. “Sen niye derslerle kafayı bozuyorsun bu kadar?” diyor, “Durumunuz iyi değil mi sizin?”, “Nereden anladın?” diye soruyorum, bir kabahatim açık edilmiş gibi. Babamın arabasını falan mı gördü acaba, diye düşünüyorum, panikliyorum, evi kolaçan ediyorum suçlu gözlerle, ne var acaba bizim evde onun gözünde bizi zengin eden diye. “Annen resim yapmıyor mu senin, demek başka bir şey yapmasına gerek yok. Hem babanın iyi para kazandığı belli, baksana evinize,” diyor. Fırsat bu fırsat, köşeye sıkıştırdığımı düşünerek hiçbir şeyden haberim yokmuşçasına soruyorum. İçimde soğuk sıcak sular birbirine karışmış, ayak ucumdan başıma hücum ediyor tazyikle, kötülük ettiğimin farkındayım ama engel olamıyorum, bir de ben vurmak istiyorum Mesut’a.

 

“Senin annen ne yapıyor?”

 

“Benim annem restoranda çalışıyor. Gece geç saatte geliyor eve, o yüzden siz görmüyorsunuz.”

 

Bir başka zaman, yalanını unuttuğundan olacak annesi hemşire oluyor, gündüz babasına bakıyor, bizim okuldan çıkış saatimize yakın hastaneye gidiyor. O yüzden Mesutlar’ın evde hiç görmüyoruz. Demek çocuklar haklı, bunun babası yarı deli, bakıma muhtaç, diyorum. Ama odada üç yatak var. Mesut, babası ve abisi yatıyor o üç yatakta, biliyorum. Bir annenin yaşayacağı bir odaya benzemiyor o sığınak gibi ışıksız, kekre kokulu yer. Sınıftaki çocuklar haklı, Mesut’un annesi ortada yok. Yeniden ikna oluyorum, demek yalan söylüyor. Zaten Mesut aramızda yokken çocuklarla “Mesut’un annesinin meslekleri” listesinden meslekler seçip dalgasını geçiyoruz. Konu dönüyor dolaşıyor Mesut’un annesinin orospu olduğuna geliyor. Sınıf vahşi kahkahalarla çınlıyor. Oturduğumuz sıralardan düşüyoruz gülerken.

 

Bir sabah yağmurlar bitiyor, mevsim değişiyor, beton yığını, binaların üst üste yükseldiği karanlık semtimizde meyve ağaçları olduğunu, çiçeklerin açtığını fark ediyoruz. Bir gün kendiliğinden, kızların kışın kazaklarından görünmeyen sutyenlerini, çorapsız bacaklarını konuşmaya başlıyoruz ders aralarında. Acar bir yaşama aşkı palazlanıyor içimizde. Vücudumuzdan taşarcasına büyüyen kollarımızı sağa sola çarparak, edep yerlerimizi arsızca kaşıyarak, borazan sesimiz ve üzerimize sinmiş yeni yetme ter kokusuyla, mahallelinin huzurunu kaçırarak koşturuyoruz sokaklarda. O günlerden birinde okul çıkışı basket oynuyoruz Mesut’la. Karşı potada diğer çocuklar. Mesut’un annesiyle ilgili hikayelerin yankısı duyuluyor top potaya her çarptığında. Belki ben yanındayım diye sakin Mesut, duymamış gibi davranıyor. Benimse aklım çıkıyor. Mesut’la değilken ben de onların dalgasına katılıyorum, beni de aralarına çağırırlar, ‘sen niye susuyorsun,’ derler diye kaygılanıyorum. İkili oynadığımı, sinsiliğimi, adiliğimi, her fırsatta çocuklarla arkasından mavrasını yaptığımı anlayacak diye ödüm kopuyor. Eve dönerken ikimiz de unutuyoruz kulağımıza çalınan kirli gürültüleri, Galatasaray-Leeds maçını, okul takımının forvetinin kim olması gerektiğini, bedencinin neden ısrarla topa vurmayı bilmeyen Umut’u kadroya aldığını konuşuyoruz. Mesut bir ara bisikletime bakıyor, “Sendeki bisiklet bende olacak var ya,” diyor, “Sen hakkını veremiyorsun bunun.” Halasının kızının sıkılıp bıraktığı, siyah üstüne mor simli bisikleti kullanıyor, düpedüz kız bisikleti, boyu alçak, kadrosunun üst borusu eğik ama jantlarını şimşekli, kartallı plastik süslerle süslemiş, yeni bir sele çekmiş, çamurluk taktırmış, morlarını kapamak için sağına soluna kuru kafalı, İngilizce çıkartmalar yapıştırmış. Böyle kulağım onda gözüm bisikletinde evlere doğru yol alırken görüyoruz kapılarının önündeki kalabalığı. En çok abisi bağırıyor, Mesut koşarak uzaklaşıyor yanımdan ama ne kadar zorlasa da geçemiyor insan etinden örülü o duvarı. Bırakmıyorlar. Kendine zorla bir yol açıp abisine ulaşıyor, halasına sarılmak istiyor sonra, kadının açılmayan kollarının altında kalıyor, her şey o kadar hızlı olup bitiyor ki gördüklerimin ne olduğunu anlayana kadar Mesut’u alıp komşuya çıkarıyorlar, ambulans geliyor ve benim gibi kenarda olan biteni izleyen çocukları apartmanın girişinden uzaklaştırıyorlar. Orada olmama rağmen akşam evdekilerden öğreniyorum babasının kendini astığını. Annem endişeyle bir şey görüp görmediğimi anlamaya çalışıyor. Babam hiç oralı olmuyor, gözünü televizyondan ayırmadan, yüzünde tiksintiyle, “Geceleri olur olmadık yerde, hayalet gibi insanın önüne çıkan o sıska berduş mu kendini asmış?” diyor. “Şaşırmadım, deli gibi bir şeydi zaten, üstü başı hep hırpaniydi.”  Ertesi sabah Mesut okula gelmiyor.

 

Çok uzun sürmüyor okula dönmesi. Zaten gidecek başka bir yeri olmadığını biliyoruz hepimiz. Kısa sürede her şey eski haline dönüyor. Umut yanında gezdirdiği yardakçılarıyla Mesut’a sataşmaya, müdür bir şeylerin intikamını alırcasına omuz hizasından savurduğu yaba elleriyle onu tokatlamaya devam ediyor. Yalnız Mesut’un eski öfkesi yok, içine kapanıyor. Artık en ufak temasta dolup taşmak bir yana kaçıyor kalabalıklardan, göstermek bir yana herkesten saklıyor kendini. Birileri ona bulaşmadıkça kimseyle dövüşecek gücü yok, yeni hayatı başlamadan bitiyor, ilk günlerdeki cılız umudu, soluk, iddiasız renkleri de dökülüyor yüzünden, babasından sonra. Kimse başını okşamıyor babası öldü diye, hatta, o hortlak bakışlı, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, olmadık zamanlarda olmadık yerlerde önlerine çıkan hunili gitti diye rahatlıyor mahalleli. Zamanla daha çok itip kakmaya başlıyorlar Mesut’u. Yediği dayakla kalıyor, ses etmiyor, insanlarla, okulla, hayatla derdi bitmiş gibi. Kalabalıkların içine dalıp yüzü çizilmeden çıkan o çetin çocuk artık duymak istemediği bir sesten kaçar gibi kaçıyor insanlardan herkesten. Öğle arasında çocuklar azgınca koştururken, o kabuğunda, okulun bahçesinin bitimindeki korkulukların en uzak köşesinde, kupkuru, delik deşik, tozlu toprağa çöküp sırtını demirlere vererek uzun uzun dalıyor gözü uzaklarda. Bir benden kaçmıyor, zaten bir ben yanına gidiyorum. O demirlerde ilk kez annesini anlatıyor bir gün. Artık okul kapandı kapanacak, biz yazlığa gidicez ya, Mesut ne yapacak diye soruyorum. Sorar sormaz esaslı bir yumruk indirsin istiyorum yüzüme. Beynimi karınca sürüleri basıyor, gözümün önünde apartmanın girişinde Mesut’un, abisinin haykırışlarla yerden yere atmaları.

 

“Annem Almanya’da benim. Orada yaşıyor. Bir de kardeşim var orada.”

Sanki ne zamandır tuttuğu bir nefesi verip rahatlıyor. Bir süre sustuktan sonra, çocuk yüzünde kocamış bir hüzünle devam ediyor:

“Annemin yanına giderim belki.”

“Temelli mi?” diye soruyorum inanamayarak.

“Annem liseden sonra temelli gelirsin diyor. Şimdi bakamazmış bana.”

Henüz yedinci sınıftayız. Lisenin bitmesine kaç sene var diye birlikte hesap yapıyoruz.

 

Eylül gelip de okullar açıldığında Mesut’u göremiyorum. Abisiyle iz bırakmadan, çocukların hiçbirine bir şey demeden gitmişler. Yalnız halası hala aynı evde, kızını görüyoruz okulda. Kimse aramıyor Mesut’u. Belki ben de unutacağım ama bir gün okul dönüşü apartmanlarının girişinde, asi ruhunun vücut bulduğu bisikletini boynu bükük, bir kenara atılmış görünce bir daha çıkaramıyorum aklımdan. Lise bitene kadar her yaz yeniden hesaplıyorum Almanya’ya gitmesine kalan süreyi.

 

Havlu artık kesin olarak kalkıyor, gözlerim, yüzüm tamamen ortada. Bir anda yeniden büyüyorum. Çırılçıplak hissediyorum kendimi. Sanki az önce hatırladıklarım yüzümden okunacakmış gibi. Ne kadar kaçırsam gözümü nafile. Kısacık saçlarımla kabak gibi meydandayım şimdi. Yan aynada Mesut. Gözleri yine dalgın, rengi yine soluk. Yüzünden o yaz silinen öfkeden hâlâ eser yok. Beni hatırlıyor mu, kaçamak bakışlarla kendisini izleyen kişinin ben olduğumu anladı mı? Almanya’ya gidebildi mi? Söylediği gibi annesi aldı mı yanına Mesut’u, yoksa çocuk aklıyla, annesizliğe katlanabilmek için uydurduğu bir yalan mıydı hepsi? Ne işi vardı neredeyse yirmi beş sene sonra burada? Bir gün olsun başını okşamayan halasını ziyarete mi gelmişti yoksa?

 

Berberin ölçülü “sıhhatler olsun”uyla utanarak koltuktan kalkıyorum. Son kez bakamıyorum, bir şey diyemiyorum Mesut’a. Koşar adımlarla çıkıyorum dükkandan. Sonra içimi pişmanlık sarıyor, birlikte bir çay içebilir, hikâyesini dinleyebilirdim oysa. Başım ağrıyor, yeni yıkanmış saçlarıma vuran rüzgardan mı, düşündüklerimin ağırlığından mı emin olamıyorum. Paltomun yakalarını kaldırıp kaçarcasına uzaklaşıyorum. Belki de Mesut değildir, burada ne işi olacak, ben yanlış görmüşümdür, benzetmişimdir, diye avutuyorum kendimi. Yalnız Almanya’ya gideli kaç yıl olmuştur, diye hesaplamayı da ihmal etmiyorum.