“Kadınların Yazarken Cesur Olması Gerektiğine İnanıyorum”
Söyleşi

“Kadınların Yazarken Cesur Olması Gerektiğine İnanıyorum”

Tuba Dere

Ayşe Nilay Özkan’ın ilk öykü kitabı “Münzevi Sesler Korosu”Vacilando Kitap etiketiyle Şubat 2025’te raflardaki yerini aldı.  Adıyla da ilgi uyandıran kitap, kapağı açıldığı anda sıcacıkatmosferi ile okuru içine çekiyor. Yazar Tuba Dere, kitabın yazarı Ayşe Nilay Özkan’la siz Karnavaldergi okurları için bir söyleşi gerçekleştirdi.

 

– Nilaycığım senin yazma serüveninin başlangıcını soracağım ama bununla birlikte senin hikâyeni de biraz bilmemiz gerekiyor sanırım. Çünkü ikisi birbirine paralel. Yazmak senin için bir ihtiyaçtan doğmuş. Bahseder misin?

 

Tubacığım, öncelikle benimle röportaj yaptığın için çok teşekkür ediyorum. Soruna gelecek olursam, otuzlu yaşlarımda işitme duyumu yavaş yavaş yitirmeye başladım. Doktorların söylediklerine göre kayıp ilerleyecekti. İçindeyken duyması kolay bir cümle olmuyor bu. Sonuçta bir duyunuzu kaybediyorsunuz ve bu yas süreciyle birlikte geliyor. Yasın aşamaları olan inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme süreçlerini derinden yaşadım. Son aşamadan sonra kaybımla ne yapabilirim konusu üstüne düşündüm. Hem derdimi anlatayım, hem de belki benim yaşadıklarımı yaşayan birileri vardır, onlarla buluşurum diyerek bir blog oluşturdum. Gündelik hayatta karşımıza çıkan zorlukları ve zorluklara bulduğum ufak çözümleri yazdım. Kendime acımaktan kaçındığım ve bunun da üstesinden gelirim diye düşündüğümden blogun asla asık suratlı olmamasına dikkat ettim. Okuyan birileri olursa onlara “tamam, hayat bu her şey başımıza gelir, haydi bakalım bununla ne yapacağız,” demek istedim. Blog ilerledikçe işitme kaybının bendeki negatif psikolojisini sağalttığını fark ettim.

 

– İnsan yazmak arzusu duyar ama başlarda yazıp yazamadığından emin olamaz. Sen “Yazabiliyor muyum?” aşamasından “Aa yazıyorum” a nasıl geçtin?  Yazabildiğine ne zaman, nasıl ikna oldun?

 

Blogu en başta kimseye söyleyemedim, biraz iç dökme gibiydi ve oldukça özeldi. Sonra en yakın arkadaşlarımla paylaştım. Onlar okuyup beni devam etmekle ilgili olarak yüreklendirdi. Kendime haftada beş metin yazma hedefi koydum ve yüzü aşkın paylaşımda buna uydum. Okuyanların yorumlarını duydukça  yazmaya başladığımı fark ettim. Çok yakın bir dostum UM:AG’ın yazma seminerine gitmemi önerdi. Oraya başladığımda diğer katılımcıların da yazdıklarını okuyunca süreçte ilerleme isteğim ortaya çıktı. Sonrasında sürekli kendimi geliştirmenin yollarını aradım. Değerli yazarların atölyelerinde bire bir ya da gruplarla çalıştım. Kitaplar yazma fikri çocukluğumdan beri içimdeydi. Bahsettiğin yazma evrelerinden sonuncusu olan “aa yazıyorum,” benim için şu anda “aa yazıyorum galiba.” İlerlemeye, evrilmeye ve dönüşüme inandığımdan önümde hep gidecek sonsuz bir yolum olacak, “aa yazıyorum,” a ulaşabilecek miyim hiç emin değilim.

 

– Kitabın adı çok güzel. Üzerinde düşündürüyor. İnzivada olmak ayrıksılığı, koro birlikteliği vurguluyor. İçinde bir tezat barındırıyor bu isim değil mi?

Kitabı çok dikkatli okuman beni inanılmaz mutlu etti. Karakterlerin münzeviliği ile içlerinden beni görün, beni duyun diye ünleyen seslerin tezatlığı kitabın adına da yansıdı. Kitabın isim babası editörüm Mustafa Okumuş’a da çok teşekkür etmek istiyorum yeri gelmişken.

 

– Kitabın ve on iki kısa öykünün, oluşum aşamalarına gelelim. Buz dağının bir de görünmeyen yüzü var. İlk kitap ama bu metinler kendilerinden evvel yazılmış başka metinlerin üstünde oturuyor. Bu nedenle kalemin acemiliği üstünden atmış görünüyor. Şöyle sorayım, aşağıda ne var, sen bunlardan önce ne yaptın?

 

“Münzevi Sesler Korosu,” benim hazırladığım ikinci öykü dosyası. İlk dosyamı yayınevlerinin internetten bulduğum ve “karadelik” olarak tabir ettiğim jenerik e-postalarına gönderdikten sonra öykü yazamadığımı fark ettim. Öylesine eli kolu bağlı beklemek istemedim. Aklımda yazmanın farklı türlerinde kendimi denemek hep vardı. Senaryo yazabiliyor muyum diye merak ettim.  Selçuk Akman’ın atölyesinde adım adım ilerledim. Selçuk Akman’ın bir proje grubu vardı. Allem edip kallem edip o değerli ekibe dahiloldum. Proje grubundaki arkadaşların da eleştirileri, yeri gelince destekleriyle Tur-Gen- Yev öykümü ve ekip arkadaşım Bahri Şahin’in bir hikayesini birleştiren uzun metrajlı ilk senaryomu yazdım. Çoğu yayınevinden yanıt almamakla beraber iki yıl geçmişti. Cevap vermelerine şükrettiğim iki- üç yayınevi de dosyamı reddetti. İlk senaryom bittikten sonra tekrar öyküye döndüm ve deneyimlerimle yazdıklarımın evrildiğini gördüm. Belki bu sana “acemiliğini üstünden atmışsın,” dedirten şeydir.

– Zaman sıçramaları var ilk öykünde. Metinlerinde öykü teknikleri üzerine çalıştığını gösteren bir çeşitlilik söz konusu. Geriye dönüşler, paralel akışlar. Sen ve ben dilini kullanış… Merak unsurunu canlı tutma, çarpıcı son… Hepsini bulabiliyoruz senin öykülerinde. Nasıl çalıştın?

 

 

Öykünün teknik yapısının kurgusuna, konusuna ve karakterlerine bağlı olarak değişmesi gerektiğine inanıyorum. Nasıl bir kıyafet tasarımına en çok gidecek sadece bir kumaş çeşidi varsa ben de her öyküye ayrı kumaş biçmeye ve tasarımları farklı şekillerde dikmeye çalıştım. Öykünün geneli kafamda oluştuğunda o kendi dilini seçti diyebilirim. Alzheimerlı bir karakterin zamanda düz bir akışla kendisini ifade etmesini bekleyemezdim örneğin. Kendisine yabancılaşan ve sonradan bunu fark eden kadının hikayesindefiillerdeki iyelik de değişecekti şüphesiz. Çarpıcı bir son olsun kaygım hiç olmadı fakat öyküler genelde beni o noktaya çekti. İçimdeki öyküyü iyi dinleyip yapabileceğimin en iyi şekliyle yazmayı hedefledim sadece.

 

-Tur-Gen-Yev isimli siyasi bir öykün var. İsim neden kısa çizgilerle ayrılmış? İhtilâl zamanını anlatıyor. Yaşayanlarla konuştun sanırım. Yaşanmış bir olay mı bu?

 

Zamanında çekilen acılar sonrasında apolitik olarak yetiştirilen, 1 Mayıs’larda Kızılay’a gitmesi yasaklanan bir çocuk olarak büyütüldüm. 28 Şubat döneminde ODTÜ’de okurken bile hiçbir şeyin farkında değildim, gamsız ve olan bitenden habersiz bir üniversite dönemi geçirdim. Bu çok acı bir itiraf ama ne yazık ki öyle. Yıllarla ülke değişirken suya sabuna dokunmamanın kendime ve topluma etkisini sorgular hale geldim. Deneyimim ve birikimim olmadığı için haliyle politik metinler yazamıyordum. Bunu kendi kendime bir gurur meselesi haline getirdim. Politik metinlere odaklandığım bir dönemim oldu. O sırada rahmetli Ümit Kaftancıoğlu anısına düzenlenen yarışma ilanı dikkatimi çekti. Ona bir saygı duruşu olarak 1980 darbesi dönemiyle ilgili yazmak istedim. Benden oldukça büyük olarak ve o dönemi Kırıkkale’de bire bir yaşamış ablalarımın arkadaşlarından bir ekip kurdum. Pandemi dönemiydi ve farklı şehirlerdeydik. Düzenli zoomtoplantıları gerçekleştirdik. Tur-Gen-Yev abilerim dediğim ekibe sürekli bir şeyler anlattırdım. Ne aradığımı bilmiyordum ama her şeyi çok merak ediyordum. İki üç ay süren toplantılar sonunda o dönemde kağıt toplayan bir abilerinin olduğunu ve onun dükkanında zaman geçirdiklerini anlattılar. O dükkan bir sahaf değildi ama kağıtçının bulduğu kitapları onlar için sakladığını anlattılar. Karakter buradan filizlendi. Kurgu ise tamamen benim apolitiklikten duyduğum vicdan azabıyla gelişti. Ayrıca Babalar ve Oğullar’ı okurken Bazarov’un nihilistliğini sorguladığımı fark etmiştim, sanırım bu da öyküye yansıdı.

 

İsmin kısa çizgilerle ayrılmasını sormuşsun. Kısa çizgilerin öykü kurgusu içinde önemli bir görevi var. Aslında bu önceki sorunda bahsettiğim öyküye göre kıyafet biçme durumunun bir sonucu oldu…İşaret imlerinin anlatıma görsel ve işitsel olarak çok şey kattıklarını düşünüyorum. Tur-Gen-Yev’dekikısa çizgilerin öyküye önemli bir katkısını ise açıklamayayım,merak edenler öyküyü okusunlar, ne dersin?

 

– Define de ilginç bir öykü, orijinal bir fikir. Okura sen de resmen bulmaca çözdürüyorsun. Babasının hatırasını bulmacalarda arayan bir genç var ama biz de öyküde gizli bir sırları anlamaya çalışıyoruz. Adeta define gibi gömmüşsün metne, değil mi?

 

Yaşanmışlıkları olan eşyaları ve kitapları çok seviyorum. Bu sebeple sık sık farklı antikacıları ve sahafları gezerim. Eski dergileri karıştırırken yarım kalmış bir bulmaca gördüm. Oradaki el yazısının sahibini çok merak ettim. Sahibin kim olduğunu asla tam olarak bilemeyecektim, ama içimden benim için özel birinin olmasını geçirebilir ona bir hikayeyazabilirdim. Öykünün fikri buradan çıktı. Kurguyu düşündüğüm dönemde Sakarya, Akyazı’daydık ve gece ufak bir sarsıntı oldu, kalp çarpıntısı içinde uyandım. Kahramanmaraş depreminden iki yıl önceydi ve deprem o dönem için 1999’da kalmış bir olaydı. Bulmaca ve deprem ilişkisi o kalp çarpıntısıyla kuruldu. Define öyküsünü içime sinen hale getirmek için uzun süre uğraştım. Mustafa Okumuş ile son editi yaparken aklıma öyküye iç acıtan bir sır eklemek geldi. Bu kısmı özellikle ilk okuyuşta fark edilmeyecek şekilde gömdüm. Okur isterse kendi definesini bulsun diye…

 

 

– Çok iyi gizlenmiş olsan da bazı öyküler senden, birikiminden, deneyimlerinden, alışkanlıklarından izlertaşıyor. Birbiriyle ilgisi bulunmayan nesneleri, insanları, durumları bir araya getirerek kurguya hizmet eder hâle getiriyorsun. Zebra Keki ile oradaki karakter arasında ima yoluyla bir bağlantı kuruyorsun mesela. Bu kendiliğinden mi oluyor? Takıntılı âşıklar, detaylar üzerinde çok duran, düşünen karakterler var. Bu incelik ve hassasiyet senin de kişilik özelliğin. Üslup ve tarz sahibi olmayı önemsiyorsun değil mi?

 

Ne kadar kaçınsam da senin gibi bir göze yakalandım sonunda Tubacığım. Başka bir röportajda demiştim bazı karakterleri evet kendimden mayalamış olabilirim. İşitme duyum köreldiği için keskinleşen diğer duyularım ve dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğumla birleşince algım da normal çizgiden uzaklaşıyor haliyle. Olaylar üzerinde fazlaca düşünme, takıntılı haller ve bazı detayların kocaman olup ana resmin önüne geçmesi gündelik hayatımda cebelleştiğim konular. Zamanla bu anormalliğin ya da ayrıksılığın bir dezavantaj değil beni ben yapan şeyler olduğunu kabullendim. Normal ya da güzel olandan ziyade en samimi halimle ben olmaktan ne çarem olabilirdi ki? Belki bu farkındalık ve kabullenişin sonucunda kendimden başka bir şey olamayacağım için üslub ve tarzı daha da önemser oldum. Öykülerimde bahsettiğin farklı bağlantılar kurma durumu da tamamen benim defolarımın bir sonucu olsa gerek (!) Her şeyin altında bir mânâ arıyorum ve dediğim gibi algılamam normal insanlardan oldukça farklı. Kısaca yazdıklarım aslında benim doğal bakış açılarım besleniyor. Zebra Kek’in içindeki çizgilere odaklanıp başka bir şey düşünemiyorum ve merak ediyorum o renkler birbirine karışmadan nasıl öyle güzel duruyor.

 

– Cinsellik, eşcinsellik, gündem, politika gibi hassas meselelere de değinebilen özgür bir kalemsin. Otosansürüsorayım sana. Kendini sınırlıyor musun ya da sınırlanmış hissediyor musun?

 

Ah sorma, yazdıklarım aslında yazmak istediklerimin yarısı bile değil. Otosansürlü halim bu. Düşün bir de kendimi durdurmasam neler yazacağım. Diğer taraftan da birilerinin, özellikle kadınların cesur olması gerektiğine inanıyorum. Hayatın her alanında kadınların, LGBT+ların ya da azınlık olarak addedilen ötekilerin, yaşlıların ya da engellilerin hep güçlü duruşlarını savunmaları lazım var olabilmeleri için. Öbür türlü sistem bizi silmek için elinden geleni yapıyor zaten.

 

– Öykülerinin isimleri de ilginç ve gizemli. Abaşo mesela. Denizcilikle ilgili terimleri bu kadar detaylı biliyor muydun, yoksa bir araştırma mı yaptın?

 

Çok meraklı bir insanım. Araştırmayı ve öğrenmeyi sevmekten öte bundan haz alıyorum. Öykülerimi yazmam yıllar alıyor. Keza inceleme metinlerimi de. Sınırsızca öğrenmek istiyorum. Konu konuyu açıyor derken dağılıyorum, ama her öğrendiğimin eninde sonunda işime yarayacağına da inanıyorum. Abaşo öyküsünün fikri Büyükada’ya yaptığım eşsiz bir vapur seyahatinde aklıma geldiğinde tabii ki denizcilikle ilgili elime geçen her şeyi okudum, videoları seyrettim. Terimler için sözlüğünü edindim. Bir denizcilik terimi olan Abaşo kelimesini tam olarak öykümde vermek istediğim hissi karşıladığı için seçtim.

 

– Yeni dijital dünyanın bütün dinamiklerini, Can Özel meselesiyle öyküye taşımışsın. Oldukça ilginç bir fikir daha. Can Özel nasıl doğdu? Karakterin onu aramaya ve ona yazmaya devam edecek mi?

 

Can Özel fikri yine benim normal çalışmayan algımın bir ürünü. Günümüz gençliğinin ilişki dinamikleri hem çekici hem de üzücü geliyor bana derinlemesine düşündüğümde. İnsanın göz göze gelme, ses duyma ihtiyacı ve hassas yapısını göz ardı eden bir çevrimiçi tanışma dünyası var. Sanal bir gerçeklik ama yapısı gereği narin insan psikolojisiyle realitede oyun oynuyor bazen. Öykümde buna dokunmak istedim. Yansıtmak istediğim dijitalliği kağıtta okuyacağımız bir öyküye nasıl verebilirdim, aklıma bu takıldı. Blog ve QR kod fikrine öykünün yapısı getirdi beni. Ben yine sadece öyküyü takip ettim. Ayrıca öyküyü QR kod ile dijitalleştirme ve güncelleyip devam ettirme fikrini ben en azından okuduğum kitaplarda hiç görmemiştim. Sevdiğim bu fikri kitabımda tescil ettirmek de istedim  ne yalan söyleyeyim. Blog önümde bir imkan dünyası açtı. Neler olacağını ben de bilmiyorum ama blogda karakterin eliyle paylaşım yapmaya devam ediyorum. Güncel gelişmelerle zaman içinde tarihi bir değeri bile olabilir o postların…Kim bilir?

 

– Mizaha değinmeden geçmeyelim. Kendiliğinden, anlatımından doğmuş bir mizah bu. Bazı metinlerde kahkaha bile attım. Mesela Metamorfoz’da. Üstüne çalıştın mı? Öykülerindeki bakıma muhtaç yaşlılar da senin hem hayatınla hem de duyarlıklarınla kesişiyor değil mi?

 

Tubacığım çok tekrar etmiş gibi olacağım ama gerçekten başta şunu şöyle yazayım diye planladığım öyküm yok (politik olanlar dışında) Metamorfoz da kendisini yazdırırken doğaçlama olarak bazı yerlerde karakterin durumu gereği mizahi hale büründü. Gerçekçi ve üç boyutlu olmasını önemsediğim karakterlerin yapısı gereği mizah da oluyor trajedi de. “Aşağıya, aşağıya” öykümün kahramanı Ekrem Bey mesela, hayata mizahla bakabilecek bir durumda değildi…

 

Ekrem Bey demişken kitapta yer almayan yaşlı karakterlerim ve Öf’ün Refika Kurter’ini de anıyoruz tabii ki. Ben öyküler biriktikten sonra yaşlıların yazdıklarımda ne büyük yeri olduğunu fark ettim. İçinde büyüdüğüm evin ve benden 43 yaş büyük ebeveynlerimin yazınıma katkısı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Şu anda yaşlarına göre maşallah sağlıkları olduğunca iyi olan doksan yaşındaki anne ve babamın bakımıyla bire bir ilgileniyoruz. Onlarla hayat oldukça dinamik, bazen çok zorlayıcı geçiyor. Karışık hisler iç içe, bazen hayranlık, bazen onların anılarından etkilenme, bazen yorgunluk… Sanıyorum ki benim yaşlılarla ilgili yazacağım daha çok şeyim olacak… Çok fazla karmaşık ilişki ve duygu barındırıyor durum çünkü.

 

– Peki bundan sonra rotanı nereye çevireceksin? Neler yapmayı hedefliyorsun?

Kafamda sürekli fikirler dolaşıyor. Henüz içlerinden biri sakinleşip durulmuş ve beni durdurmuş değil. Gönlümden geçen bir romanı bitirmek ama hayat ve hayatın benim için ortaya döktüğü ipuçları beni nereye götürecek çok da bilmiyorum. Şu anda gözlerimi ve garip algımı açmış etrafa merakla bakmaya devam ediyorum.

 

Ayşe Nilay Özkan kimdir?

 

Ayşe Nilay Özkan, 1977’de Ankara’da doğdu. Ankara Atatürk Anadolu Lisesi ve ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden mezun oldu. Özel sektörde çeşitli yöneticilik pozisyonlarında çalıştı. 2018 yılında ODTÜ İşletme Fakültesi’nde Yöneticiler için İşletmecilik (EMBA) Lisansüstü çalışmasını tamamladı. 2019 yılında Zebra Kek adlı öyküsü ile 14. Kaos GL Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda üçüncülük, 2021 yılında Tur-Gen-Yev adlı öyküsüyle Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri’nde ve 2023 yılında Öf adlı öyküsüyle Nilüfer Belediyesi 2023 Yılın Yazarı Tomris Uyar Öykü Ödülü’nde mansiyona layık görüldü. Öyküleri Varlık, Çağdaş Türk Dili, KE, Lacivert dergileri ile çeşitli çevrimiçi mecralarda yayımlandı. Yazarın ilk kitabı Münzevi Sesler Korosu, Vacilando Kitap tarafından Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

 

Tuba Dere, Ankara’da doğdu. Gazi Üniversitesi Anaokulu Öğretmenliği ön lisans programından ve Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinde Çağdaş Yayıncılık ve Yayıncılık Yönetimi alanında yüksek lisans yaptı.

MEB okullarında, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığında ve çeşitli kurumlarda eğitimci olarak çalıştı. Yetişkin ve çocuklarla yaratıcı okuma ve yazma üzerine atölye çalışmaları yapmaya devam ediyor.

 

Öykü ve yazıları Ayraç, Arka Kapak, KE, Kayıp Kayıt, Hece Öykü, Hece dergilerinde yayımlandı. Hece Yayınlarından çıkan, roman kahramanlarına mektuplar yazdığı“Kahramanlarıma Mektuplar” adlı bir mektup/öykü kitabı, Sakin Kitap’tan çıkan “Uzaklara Giden Hükümdar” adlı öykü kitabı, Kayıp Kitap’tan çıkan “Emret Güzelim” adlı bir deneme kitabı bulunuyor.