Kaho
Öykü

Kaho

Çeviri : Ceyil Özmen

Ünlü yazar Haruki Murakami’nin 1 Temmuz 2024’de The New Yorker’da ilk kez yayınlanan Kaho isimli öyküsü dilimize Ceyil Özmen tarafından çevrilmiştir.

 

Adam, “Hayatım boyunca her türden kadınla çıktım” dedi, “ama şunu söylemeliyim ki, hiç senin kadar çirkinini görmemiştim.”

 

Bu, tatlılarını yemiş kahve servisini beklerlerken geldi.

 

Sözlerini sindirmesi biraz zaman aldı. Üç, belki dört saniye kadar. Bu ifade birdenbire ortaya çıkmıştı ve Kaho onun niyetini hemen okuyamadı. Adam bu kaba ve ürkütücü sözleri söylerken bir yandan da gülümsüyordu. Nazik ve daha çok dostane tarzda bir gülümseme. Söylediklerinde mizahın en ufak bir izi bile yoktu. Şaka yapmıyordu; tamamen ciddiydi.

 

Kaho’nun düşünebildiği tek karşılık verme biçimi kucağındaki peçeteyi alıp masaya atmak, yanındaki sandalyeden çantasını alıp ayağa kalkmak ve tek kelime etmeden restorandan ayrılmak oldu. Büyük olasılıkla durumla başa çıkmanın en iyi yolu bu olurdu.

 

Ama bir şekilde Kaho bunu yapamadı. Bunun bir nedeni – ancak daha sonra aklına gelen bir şeydi bu – hakikaten irkilmiş olmasıydı; ikinci bir neden ise meraktı. Kızgındı – tabii ki öyleydi. Nasıl olmasın? Ama bundan öte, bu adamın ona anlatmaya çalıştığı neyin nesiydi bilmek istiyordu. Bu kadar mı çirkindi gerçekten? Peki bu yorumun ötesinde bir şey var mıydı?

 

Adam kısa bir duraklamadan sonra, “En çirkinin sen olduğunu söylemek biraz abartılı bir ifade olabilir,” diye ekledi. “Ama sen gördüğüm en gösterişsiz kadınsın, buna hiç şüphe yok.”

 

Kaho dudaklarını büzdü ve gözlerini ondan ayırmadan sessizce adamın yüzünü inceledi.

 

Bu adam neden böyle bir şey söyleme ihtiyacı duymuştu? Bir tanışma randevusunda (ki bu da bir nevi öyleydi), eğer diğer kişiden o kadar hoşlanmadıysan, o zaman sonrasında onunla iletişime geçmeyebilirdin. Gayet basit. Neden yüzüne karşı hakaret edesin ki?

 

Adam muhtemelen Kaho’dan on yaş kadar büyüktü, yakışıklıydı, kıyafetleri pırıl pırıl ve kusursuzdu. İyi bir aileden geliyormuş gibi görünse de, tam olarak Kaho’nun tipi değildi. Fotojenik bir yüzü vardı; bu daha doğru bir ifade sayılırdı. Boyuna birkaç santim eklense aktör bile olabilirdi. Seçtiği restoran da rahat ve şıktı, yemekler lezzetli ve rafineydi. Konuşkan diyebileceğiniz bir adam değildi ama sohbeti sürdürme konusunda yeterince iyiydi – ve tuhaf sessizlikler yaşanmamıştı. (Yalnız daha sonra dönüp baktığında, garip bir şekilde, ne hakkında konuştuklarını hatırlamamıştı.) Akşam yemeği esnasında ona ısınmaya başladığını fark etmişti. Bunu itiraf etmek zorundaydı. Ve sonra apansız – bu. Neler oluyordu burada?

 

“Bunu garip bulabilirsin,” dedi adam sakin bir sesle, masalarına iki espresso getirildikten sonra. Sanki Kaho’nun aklını okuyabiliyormuş gibiydi. Espressosunun içine küçük bir küp şeker atıp sessizce karıştırdı. “Neden çirkin bulduğum, daha doğrusu yüzünü beğenmediğim biriyle akşam yemeğini sonuna kadar yedim? İlk kadeh şarabı içtikten sonra geceyi kısa kesebilmeliydim. Bir buçuk saatini ayırıp üç kap akşam yemeği yemek tam bir vakit kaybı değil mi? Peki neden gecenin en sonunda böyle bir şey söylemeye gerek duyayım?”

 

Kaho masanın karşısındaki adamın yüzüne bakarak sessiz kaldı. Elleri kucağındaki peçeteyi sıkıca kavramıştı.

 

“Sanırım merakımı bastıramadığım için böyle oldu” dedi adam. “Muhtemelen senin gibi gerçekten kendi halinde bir kadının ne düşündüğünü, bu kadar kendi halinde olmanın hayatını hakikaten nasıl etkilediğini bilmek istedim.”

 

Peki merakınız giderildi mi? diye sordu Kaho. Ama tabii bunu yüksek sesle sormadı.

 

“Peki merakım giderildi mi?” Adam kahvesinden bir yudum aldıktan sonra sordu. İyice emin oldu: onun düşüncelerini okuyabiliyordu. Tıpkı uzun ince diliyle karınca yuvasını yalayıp yutan bir karıncayiyen gibi.

 

Adam başını hafifçe salladı ve fincanını tabağa bıraktı. Ve kendi sorusunu yanıtladı. “Hayır, giderilmedi.”

 

Elini kaldırdı, garsonu çağırdı ve hesabı ödedi. Kaho’ya döndü, hafifçe selam verdi ve doğruca restorandan çıktı. Arkasına bakmadı bile.

 

 

Doğrusunu söylemek gerekirse Kaho küçüklüğünden beri görünüşüyle ​​hiç bu kadar ilgilenmemişti. Aynada gördüğü yüz onda ne güzel ne de özellikle çirkin izlenimi bırakıyordu. Bu onu ne hayal kırıklığına uğratmış ne de mutlu etmişti. Yüzüne olan ilgisizliği, görünüşünün hayatını herhangi bir şekilde etkilediğini hissetmemesinden kaynaklanıyordu. Ya da belki de etkileyip etkilemediğini bilme fırsatına sahip olmadığını söylemek daha doğru olurdu. O tek çocuktu ve ailesi onu daima ne kadar güzel olup olmadığıyla pek ilintisi bulunmayan bir şefkate boğmuştu.

 

Ergenlik dönemi boyunca Kaho, görünüşüne kayıtsız kalmıştı. Kız arkadaşlarının çoğu dış görünüşlerini dert edinir ve bunu düzeltmek için denemedik makyaj hilesi bırakmazlardı ama o bu dürtüyü anlayamazdı. Ayna karşısında çok az zaman geçirirdi. Tek amacı vücudunu ve yüzünü uygun şekilde temiz ve derli toplu tutmaktı. Ve bu hiçbir zaman özellikle zor bir iş olmamıştı.

 

Karma bir devlet lisesine gidiyordu ve birkaç erkek arkadaşı vardı. Eğer sınıfındaki erkekler kızlardan en sevdikleri sınıf arkadaşlarını oylayacak olsalar o asla kazanamazdı; o tiplerden değildi. Yine de nedense okuduğu her sınıfta onunla ilgilenen ve bunu gösteren bir iki erkek çocuk olurdu. Kaho’nun kendisiyle ilgili onların ilgisini neyin çektiğine dair hiçbir fikri yoktu.

Liseden mezun olup Tokyo’da bir sanat okuluna başladıktan sonra bile nadiren erkek arkadaş sıkıntısı çekti. Yani çekici olup olmadığı konusunda endişelenmesine gerek yoktu. Bu anlamda şanslı olduğu söylenebilirdi. Kendisinden çok daha iyi görünen arkadaşlarının görünüşleri yüzünden acıyla kıvranarak, bazı durumlarda pahalı estetik ameliyatlar geçirmelerini her zaman oldukça tuhaf bulmuştu. Kaho bunu asla idrak edemiyordu.

Bu yüzden de, yirmi altıncı yaş gününden kısa süre sonra, daha önce hiç tanımadığı bu adam ona açıkça çirkin olduğunu söylediğinde, Kaho’nun kafası iyice karıştı. Onun sözlerinden sarsılmak yerine, bayağı bayağı tedirgin olmuş ve afallamıştı.

Onu bu adamla tanıştıran, Machida adında bir kadın olan, editörüydü. Machida, Kanda’da çoğunlukla çocuklara yönelik kitaplar çıkaran küçük bir yayınevinde çalışıyordu. Kaho’dan dört yaş büyüktü, iki çocuğu vardı ve Kaho’nun yarattığı çocuk kitaplarının editörlüğünü yapıyordu. Kaho’nun resimli kitapları pek de o kadar iyi satmıyordu, ancak bunlarla ve dergiler için illüstrasyonlar yaptığı serbest işiyle geçinmeye yetecek kadar kazanıyordu. Randevu zamanı Kaho, iki yıldan biraz fazla bir süredir çıktığı kendi yaşındaki bir adamdan yeni ayrılmıştı ve kendini aşırı derecede keyifsiz hissediyordu. Ayrılık kötü bir tat bırakmıştı. Ve kısmen bundan ötürü işi de pek iyi gitmiyordu. Durumun farkında olan Machida, onun için bu tanışma randevusunu ayarladı. Bu tam da ihtiyacın olan tempo değişikliği olabilir, dedi ona.

Kaho adamla tanıştıktan üç gün sonra Machida onu aradı.

“E, randevu nasıldı?” diye sormakta gecikmedi.

Kaho doğrudan bir yanıt vermekten kaçınarak belirsiz bir “Hımm” dedi ve ardından kendi sorusunu sordu. “Ne biçim bir insan ki bu?”

Machida, “Dürüst olmak gerekirse onun hakkında pek bir şey bilmiyorum. Bir nevi arkadaşın arkadaşı tarzı bir şey. Sanırım kırk yaşlarında, bekar ve bir tür yatırım işinde çalışıyor. İyi bir özgeçmişe sahip ve işinde iyi. Bildiğim kadarıyla sabıka kaydı yok. Onunla bir kez karşılaştım ve birkaç dakika konuştuk, yakışıklı olduğunu ve yeterince hoş göründüğünü düşündüm. Biraz boydan kaybediyor, kabul ediyorum. Ama diğer taraftan Tom Cruise da o kadar uzun değil. Tom Cruise’u şahsen görmüş değilim gerçi.”

“Ama bu kadar yakışıklı, hoş ve işinde iyi bir adam neden bir tanışma randevusuna çıkma zahmetine katlanmak zorunda kalsın ki?” diye sordu Kaho. “Çıkabileceği bir sürü kadın yok mudur?”

Machida, “Sanırım öyle. Çok zeki ve işinde yetenekli ama kişiliğinin biraz alışılmadık olduğunu duymuş bulundum. Onunla tanışmadan önce sende önyargı oluşturmak istemediğim için bundan bahsetmemeye karar verdim.” dedi.

“Biraz alışılmadık,” dedi Kaho kelimeleri tekrarlayarak. Başını iki yana salladı. Buna gerçekten biraz alışılmadık diyebilir miydiniz?

“Telefon numaralarınızı birbirinize verdiniz mi?” diye sordu Machida.

Kaho cevap vermeden önce bir an durakladı. Telefon numaralarını birbirine vermek? “Hayır, vermedik,” dedi sonunda.

Bundan üç gün sonra Machida onu tekrar aradı.

“Yakışıklı Bay Sahara için arıyorum. Konuşabiliyor musun?” dedi. Sahara, tanışma randevusuna çıktığı adamın adıydı. Çöl ile aynı şekilde telaffuz ediliyordu. Kaho çizim kalemini bıraktı ve ahizeyi sol elinden sağ eline aldı. “Elbette. Anlat.”

Machida, “Dün gece beni aradı” dedi. “Seni tekrar görmek istediğini söyledi ve konuşmanızın mümkün olup olmadığını sordu. Kulağa oldukça ciddi geliyordu.”

Kaho’nun elinde olmadan nefesi kesildi ve bir süre sessiz kaldı. Konuşabilelim diye beni tekrar görmek mi istiyor? Kaho duyduklarına inanamıyordu.

“Kaho-chan,” dedi Machida, sesi endişeli geliyordu. “Dinliyor musun?”

Kaho, “Evet dinliyorum” dedi.

“Senden hoşlanıyor gibi duruyordu. Peki ona ne söylemeliyim?”

Sağduyu ona hayır demesini emrediyordu. Ne de olsa, onun yüzüne karşı çok korkunç şeyler söylemişti. Neden böyle bir insanı tekrar görmeye ihtiyaç duyacaktı ki? Ancak şu anda bir karara varamayacaktı. Beyninde birçok kuşku birleşip, hepsi de birbirine karışmıştı.

“Bunu düşünebilir miyim?” diye Machida’ya sordu. “Seni sonra arayayım.”

Kaho sonuçta, o Cumartesi öğleden sonra, Sahara’yı bir kez daha gördü. Gün içinde kısa bir süre için, yemek ya da alkol olmaksızın, yakınlarda başka insanlar olabilse de, sessizce konuşabilecekleri bir yerde bir buluşma ayarladılar – Machida’nın adama ilettiği Kaho’nun koşullarıydı bunlar.

Machida, “İkinci bir buluşma için garip koşullar” yorumunu yaptı. “Son derece tedbirli davranıyorsun.”

“Sanırım” dedi Kaho.

“Cüzdanına İngiliz anahtarı falan saklamadın, değil mi?” dedi Machida ve mutlulukla güldü.

Bu o kadar da kötü bir fikir olmayabilir, diye düşündü Kaho.

En son karşılaştıklarında Sahara, koyu renk hoş bir takım elbise ve kravatla işten eve dönüyormuş gibi görünüyordu ama bu sefer gündelik bir hafta sonu kıyafeti giymişti – kalın kahverengi bir deri ceket, dar kot pantolon ve çok giyilmiş iş botları. Göğüs cebine sokulmuş güneş gözlüğü. Oldukça tarz bir görünüm.

Kaho belirlenen saatten biraz geç geldi ve otelin lobisine vardığında Sahara çoktan gelmiş birine mesaj çekiyordu. Kaho’yu görünce dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi ve cep telefonunun kapağındaki deri sürgüyü kapattı. Yanındaki koltukta bir motosiklet kaskı vardı.

“1800cc’lik bir BMW kullanıyorum” dedi Sahara. “Tüm BMW’ler arasında bu en yüksek silindir hacmine sahip olanı ve motoru da; en güzel, en cüretkar sesi çıkarır.”

Kaho hiçbir şey söylemedi. Neye bindiğin umurumda bile değil – BMW motosiklete, üç tekerlekli bisiklete ya da kağnıya – diye sessizce kendi kendine homurdandı.

“Bahse girerim motosikletlerle hiç ilgilenmiyorsundur ama yine de, sırf bilgin olsun diye, bundan bir şekilde bahsetmeyi düşündüm,” diye ekledi Sahara.

Herif duygularımı nasıl okuyacağını biliyor, diye düşündü Kaho yeniden.

Yanlarına bir garson geldi, o da kahve söyledi. Sahara papatya çayı sipariş etti.

“Bu arada, hiç Avustralya’ya gittin mi?” diye sordu Sahara.

Kaho başını iki yana salladı. Avustralya’ya hiç gitmemişti.

“Örümcekleri sever misin?” diye sordu Sahara, iki eliyle havada bir yelpaze oluşturarak. “Örümcekgiller? Sekiz bacaklılar takımı?”

Kaho cevap vermedi. Örümceklerden her şeyden fazla nefret ediyordu ama bunu açıklayacak değildi.

Sahara, “Avustralya’ya gittiğimde beyzbol eldiveni büyüklüğünde bir örümcek gördüm. Sadece ona bakmak bile tüylerimi diken diken etti. Beni ürpertti. Ama yerel halk onları evlerine buyur ediyor. Nedenini biliyor musun?”

Kaho sessiz kaldı.

“Çünkü onlar gece ortaya çıkıp hamamböceklerini yerler. Bunlar kullanışlı, faydalı böcekler denilebilecek şeylerdir. Düşünsene hamamböceği yiyen örümceklerin var. Besin zincirinin yapısındaki bu zeka ve görkeme her zaman hayran kalmışımdır.”

Kahve ve bitki çayı geldi, ikisi bir süre konuşmadan içeceklerinin başında oturdular.

Birkaç dakika sonra Sahara, “Bunu biraz tuhaf bulduğunu tahmin ediyorum” dedi, ses tonu resmiydi. “Seni tekrar böyle görmek istememi.”

Kaho yine yanıt vermedi. Buna cesaret edemedi.

“Ve beni tekrar görmeyi kabul etmene gerçekten şaşırdığımı söylemeliyim” dedi Sahara. “Minnettar hissediyorum ama söylediğim o kaba şeyden sonra bunu kabul etmene şaşırdım. Hayır – söylediklerim kabalığın da ötesine geçti. Bu, bir kadının onurunu ayaklar altına alan, affedilmez bir hakaretti. Bunu kadınlara söylediğimde çoğu beni bir daha görmeyi asla kabul etmedi. Aslında beklenecek şey de bu.”

Çoğu… Kaho adamın sözlerini zihninde tekrarladı. Bu onu sarsmıştı.

“Çoğu mu?” dedi ilk kez konuşarak. “Yani tanıştığın kadınların tümüne aynı şeyi söylediğini mi kastettin? Diyorsun ki. . .”

“Kesinlikle,” dedi Sahara hemen. “Tanıştığım bütün kadınlara aynen sana söylediğimi söylüyorum: ‘Senin kadar çirkin birini görmedim.’ Genellikle akşam yemeğinin tadını çıkarırken ve tatlı yeni servis edildiğinde. Bu tür şeylerde zamanlama her şeydir.”

“Ama neden?” Kaho kuru bir sesle sordu. “Neden böyle bir şey yapman gerekiyor? Anlamıyorum. İnsanları sebepsiz yere mi incitiyorsun? Sırf onlara hakaret etmek için zaman ve para mı harcıyorsun?

Sahara başını biraz eğdi ve şöyle dedi: “Neden – asıl soru bu. Açıklanamayacak kadar karmaşık. Bunun yerine neden böyle bir ifadenin yarattığı etkilerden bahsetmiyoruz? Beni her zaman şaşırtan şey bunu söylediğim kadınların tepkisi. Bu korkunç sözler yüzlerine söylendiğinde çoğu insanın öfkeden köpüreceğini ya da buna gülüp geçeceğini düşünebilirsin. Var böyle insanlar da. Ama aslında, o kadar da fazla değil. Kadınların çoğunluğu. . . sadece inciniyor. Derinden ve uzun bir süre. Bazı durumlarda ağızlarından garip bir şeyler kaçırıyorlar. Kavraması zor bir şeyler.”

Bir süre sessizlik hüküm sürdü. Bir süre sonra Kaho bu sessizliği bozdu. “Ve sen de bu tepkileri görmekten keyif aldığını söylüyorsun?”

“Hayır keyif almıyorum. Bunu tuhaf buluyorum. Bariz güzel veya en azından ortalamanın çok üzerinde olan kadınların yüzlerine çirkin oldukları söylendiğinde nasıl oluyor da bu kadar şaşırtıcı derecede bocalıyor ya da inciniyorlar?”

Kaho’nun dokunmadığı dumanı tüten kahve giderek soğuyordu.

Kaho kesin bir ifadeyle, “Sanırım hastasın,” dedi.

Sahara başıyla onayladı. “Sanırım öyle. Muhtemelen haklısın. Hasta olabilirim. Kendimi mazur falan görmüyorum ama hasta bir insanın gözünde, dünya daha da hasta bir şeydir. Doğru mu? Dinle – günümüzde insanlar görünüşçülüğe şiddetle saldırıyor. Çoğu insan güzellik yarışmalarını yüksek sesle kınıyor. Toplum içinde ‘çirkin kadın’ ifadesini kullandığın an seni paralarlar. Ama televizyonlara bakın. Ve dergilere. Kozmetik, plastik cerrahi ve spa bakımlarına ilişkin reklamlarla dolular. Neresinden bakarsanız bakın gülünç, anlamsız bir çifte standart. Tam bir maskaralık.”

“Ama bu, başkalarını sebepsiz yere incitmeyi haklı çıkarmaz, değil mi?” diye karşı çıktı Kaho.

“Evet haklısın” dedi Sahara. “Ben hastayım. Bu yadsınamaz bir gerçek. Ancak nasıl baktığına bağlı olarak, hasta olmak keyifli de olabilir. Hasta insanların, yalnızca hasta insanların yararlanabileceği kendilerine özgü yerleri vardır. Rahatsızlara özel Disneyland gibi. Ve ne şanslıyım ki, buranın tadını çıkaracak zamanım ve param var.”

Kaho tek kelime etmeden ayağa kalktı. Buna bir son vermenin zamanı gelmişti. Bu adamla daha fazla konuşamazdı.

Orada dikilirken Kaho’ya, “Bir dakika bekle,” dedi Sahara. “Bana biraz daha zaman ayırabilir misin? Uzun sürmeyecek. Beş dakika yeterli. Kalmanı ve beni sonuna kadar dinlemeni istiyorum.”

Kaho birkaç saniye tereddüt etti, sonra tekrar yerine oturdu. İstemiyordu ama adamın sesinde karşı koymakta zorlandığı bir şey vardı.

Sahara, “Sana söylemek istediğim şey, verdiğin tepkinin herkesinkinden farklı olduğuydu” dedi. “Bu korkunç sözlerle saldırıya uğradığında paniğe kapılmadın, öfkeyle karşılık vermedin, gülüp geçmedin ve bundan o kadar da incinmiş görünmedin. Bu basmakalıp duyguların hiçbirinin seni ele geçirmesine izin vermeden, sadece bana baktın. Sanki mikroskop altında bakteri inceliyormuş gibiydin. Bugüne kadar bu şekilde tepki veren tek kişi sensin. Etkilendim. Ve şöyle düşündüm: Bu kadın neden incinmiş hissetmiyor? Peki onu derinden yaralayacak bir şey varsa, o nedir?”

“Yani bunu mu yapıyorsun,” dedi Kaho, “bu özenle hazırlanmış görüşmeleri, tekrar tekrar sırf kadınların tepkilerini görmek için mi ayarlıyorsun? Bu mudur?”

Adam başını eğdi. “O kadar çok kişi olmadı. Yalnızca fırsat kendini gösterdiğinde. Asla flört uygulaması falan kullanmam. Fazla basit şeyler sıkıcıdır. Tanıdığım insanlar beni tanıştırıyor ve sadece geçmişi hakkında bilgi sahibi olduğum kadınlarla buluşuyorum. Eski moda, omiai(*) tarzda düzenlenmiş buluşmalar en iyisidir. Eski usul yaklaşım. Bunu heyecan verici buluyorum.”

“Sonra da kadına hakaret mi ediyorsun?” dedi Kaho.

Sahara cevap vermedi. Sadece kısa sürede sönen bir gülümsemeyle karşılık verdi. Ellerini göğüs hizasına kaldırıp bir süre onları inceledi. Sanki avuç içindeki çizgilerde herhangi bir değişiklik olup olmadığını kontrol ediyormuş gibiydi.

Başını kaldırıp, “Benimle motosikletime binmek ister miydin diye merak ediyordum” dedi. “Senin için fazladan bir kask getirdim. Bugün hava güzel ve gezinti keyfi yapabiliriz. Kilometre sayacında az önce beş bin kilometreyi geçtim ve BMW’nin gururu yatay karşı silindirli bu motor mükemmelliğe ayarlı.”

Kaho’nun içinde inkarı mümkün olmayan bir öfke fokurdadı. Bu derece öfkeli hissetmeyeli uzun zaman olmuştu. Ya da belki de bu bir ilkti. Gezinti keyfi yapabiliriz, ha? Aklından ne haltlar geçiyordu bunun?

“Ben almayayım,” dedi Kaho, duygularını gizlemeye çalışıp, sesini elinden geldiğince sakin tutarken. “Şu anda yapmak istediğim bir numaralı şey nedir biliyor musun?”

Sahra başını iki yana salladı. “Ne olabilir ki?”

“Seninle aramıza biraz mesafe koymak, az bir şey de olsa bir mesafe. Ve üzerimdeki bu pisliği ovarak temizlemek.”

“Anladım” dedi Sahara. “Cidden. Pekala. Sanırım bu sefer maalesef gezintiye çıkmaktan vazgeçmem gerekecek. Ama sen ne düşünüyorsun? Benden biraz uzaklaşmak istemenin işe yarayacağını mı düşünüyorsun?”

“Bu da ne demek?”

Bir yerlerde bir bebek ağladı. Adam o yöne bir göz attı, sonra doğrudan Kaho’ya baktı.

“Çok geçmeden anlayacağını düşünüyorum” dedi. “İnsanlarla bir kez ilgilendiğimde, onları o kadar kolay bırakmam. Bu sana şaşırtıcı gelebilir ama, mesafe açısından, sen ve ben birbirimizden o kadar da uzak düşmüyoruz. Gördün mü, kimse zincirin yapısından kaçamıyor. Bunu ne kadar görmek istemeseler de, bununla en ufak ilgilerinin olmamasını isteseler de. Bir şeyi yutmak ve yutulmak aynı madalyonun iki yüzüdür. Ön ve arka, kredi ve borç. Dünyada işler böyledir. Muhtemelen bir yerlerde tekrar karşılaşacağız diye düşünüyorum.”

Bu adamı bir daha asla görmemeliydim, diye düşündü Kaho. Çıkışa doğru hızla ve uzun adımlarla yürürken bundan emindi. Machida beni o zaman aradığında bunu açıkça belirtmem gerekirdi. “Hayır, teşekkürler,” demeliydim. “O şahsı bir daha asla görmek istemiyorum.”

Bu meraktı. Beni buraya getiren merak. Sanırım bu adamın ne gibi bir hedefi olduğunu, ne istediğini öğrenmek istedim. Zannedersem bunu bilmek istedim. Ama bu bir hataydı. Tıpkı bir örümceğin yaptığı gibi, beni ustalıkla tuzağa çekmek için merakı yem olarak kullandı. Omurgasından yukarı doğru bir ürperti yükseldi. Sıcak bir yere gitmek istiyorum, diye düşündü. Daha güçlü bir arzu olamazdı. Beyaz kumsallı bir güney adası. Orada uzanırım, gözlerimi kapar, zihnimi kapatır ve bırakırım güneş ışığı beni sarsın.

Birkaç hafta geçti. Kaho elbette, Sahara denen o adam ile ilgili herhangi bir düşünceyi, mümkün olan en kısa sürede aklından çıkarmak istiyordu. Hayatıyla hiçbir ilgisi olmayan bu anlamsız olayı bir daha asla görmeyeceği bir yere tıkmak. Ancak yine de, gece masasında çalışırken adamın yüzü aniden, beklenmedik bir şekilde zihninde canlanıyordu. Hafifçe gülümsüyor, sebepsiz yere uzun, narin parmaklarına bakıyordu.

Aynanın önünde daha fazla zaman geçirmeye başladı, her zamankinden çok daha fazla. Banyo aynasının önünde durur, sanki kim olduğunu yeniden doğruluyormuşçasına yüzünün her ayrıntısını dikkatle kontrol ederdi. Ve bunların hiçbiriyle pek ilgilenmediğini de fark ediyordu. Bu kesinlikle onun yüzüydü ama bunun kendi yüzü olması gerektiğini belirleyen hiçbir şey bulamıyordu da. Estetik ameliyat olan arkadaşlarını kıskanmaya bile başlamıştı. Yüzlerinin hangi kısmının ameliyatla değiştirilmesinin onları daha güzel, görünüşlerinden daha memnun hale getireceğini biliyorlardı – ya da en azından bildiklerine inanıyorlardı.

Kendi hayatım benden akıllıca bir intikam alıyor olabilir: Bunu düşünmeden edemiyordu. Doğru zaman geldiğinde, hayatım borçlu olduğum neyse onu elimden alıverebilir. Kredi ve borç. Kaho, Sahara denen o adamla hiç tanışmamış olsaydı asla bu şekilde düşünüyor olmayacağını anlıyordu. Çok uzun zamandan beri sabırla benim karşısına çıkmamı bekliyor olabilir, diye düşündü. Karanlıkta avını bekleyen devasa bir örümcek gibi.

Bazen gece geç saatlerde herkes uyurken büyük bir motosiklet evinin önündeki caddeden hızla geçiyordu. Ne zaman o alçak, kuru gürültüyü, motorun davul sesini duysa, vücudu hafiften titriyordu. Nefesi düzensizleşiyor, koltuk altlarından soğuk terler akmaya başlıyordu.

“Senin için fazladan bir kask getirdim” demişti adam.

Kendini o BMW motosikletin arkasında giderken hayalinde canlandırdı. Ve bu güçlü makinenin götüreceği yeri hayal etti. Beni nasıl bir yere götürürdü?

“Mesafe açısından, sen ve ben birbirimizden o kadar da uzak düşmüyoruz,” demişti adam.

Bu tuhaf tanışma randevusundan altı ay sonra Kaho yeni bir çocuk kitabı yazdı. Bir gece rüyasında derin bir denizin dibinde olduğunu görmüştü ve uyandığında sanki aniden yüzeye fırlatılarak, denizin dibinden yukarıya doğru çıktığını hissetti. Hemen masasına gitti ve öyküyü yazdı. Bitirmesi uzun sürmemişti.

Öykü, yüzünü aramaya çıkan bir kız hakkındaydı. Bir noktada kız yüzünü kaybetmişti; o uykudayken birisi onu çalmıştı. Bu yüzden onu geri almak için bir şeyler yapması gerekiyordu.

Fakat yüzünün neye benzediğini hiç hatırlamıyordu. Güzel bir yüz müydü yoksa çirkin mi, yuvarlak mı yoksa ince miydi bunu bile bilmiyordu. Anne babasına, kardeşlerine sordu ama nedense kimse ne çeşit bir yüz olduğunu hatırlayamadı. Ya da kimse ona söylemeye istekli değildi.

Böylece kız, yüzünü bulma yolculuğuna tek başına çıkmaya karar verdi. Kendine şimdilik uygun olan bir yüz buldu ve onu kendi yüzünün olması gereken yere yapıştırdı. İyi kötü bir yüzü olmadığı sürece, yol boyunca karşılaştığı insanlar onu garip bulurdu.

Kız dünyanın her tarafına yürüdü. Yüksek dağlara tırmandı, derin nehirleri geçti, uçsuz bucaksız çöllerde yürüdü, vahşi ormanlarda yolunu bulmayı başardı. Yüzüne rastlasa hemen tanıyacağından emindi. Bu benim varoluşumun çok önemli bir parçası olduğuna göre, diyordu kendi kendine. Seyahat ederken birçok insanla tanıştı ve her türlü tuhaf deneyimi yaşadı. Bir fil sürüsü tarafından neredeyse eziliyordu, büyük siyah bir örümceğin saldırısına uğradı ve vahşi atlar tarafından çiftelenmesine ramak kaldı.

Sayısız yüzü inceleye inceleye her yere yürüyerek gittiği için uzun zaman geçti ama kendi yüzünü bir türlü bulamadı. Gördüğü daima başkalarının yüzleriydi. Ne yapacağını bilmiyordu. Ve göz açıp kapayıncaya kadar, artık bir kız değil, yetişkin bir kadın olmuştu. Bir daha asla kendi yüzünü bulamayacak mıydı? Umutsuzluğa düştü.

Kuzey ülkelerinden birinde bir burnun ucunda oturmuş tam bir umutsuzluk içinde ağlarken, kürk paltolu, uzun boylu bir genç adam belirdi ve hemen yanına oturdu. Uzun saçları denizden gelen rüzgarda hafifçe dalgalanıyordu. Genç adam onun yüzüne baktı ve geniş bir gülümsemeyle şunları söyledi: “Seninki kadar güzel bir yüze sahip bir kadın görmedim.”

O zamana kadar yapıştırdığı yüz onun gerçek yüzü olmuştu. Her türlü deneyim, her türlü duygu ve düşünce bir araya gelerek onun yüzünü oluşturmuştu. Bu yüz onun yüzüydü, yalnızca onun yüzü. O ve genç adam evlendi ve bu kuzey ülkesinde mutlu yaşadılar.

Bazı nedenlerden dolayı – Kaho’nun kendisi de neden olduğundan emin değildi – bu kitap çocukların, özellikle de ergenlik çağı başındaki kızların kalplerinde bir şeyleri ateşlemiş gibiydi. Bu genç okuyucular, yüzünü aramak için uçsuz bucaksız dünyada yollara düşen kızın maceralarını ve çabalarını heyecanla takip etti. Ve sonunda kız yüzünü bulduğunda ve iç huzurunu keşfettiğinde okuyucular rahat bir nefes aldı. Yazılanlar basitti; Kaho’nun illüstrasyonlarıysa sembolik, tek renkli tarama çizimlerdi.

Ve bu hikaye – onu yazma ve resimleme işi – Kaho’ya da bir tür duygusal şifalanma getirdi. Bu dünyada kendim gibi yaşayabilirim, tıpkı olduğum gibi, diye farkına vardı. Korkacak hiçbir şey yok. Denizin dibinde gördüğü rüya ona bunu öğretmişti. Gecenin ortasında hissettiği kaygı giderek azaldı. Gerçi tamamen gittiğini söyleyemezdi.

Kitap ağızdan ağıza yayılarak istikrarlı bir satış yakaladı ve bir gazetede de iyi bir eleştiri yayınlandı. Machida sevinçten uçuyordu.

“Bu çocuk kitabının uzun vadede çok satanlar arasına girebileceğini düşünüyorum. İçimde böyle bir his var” dedi Machida. “Diğer kitaplarından tamamen farklı bir üslupta, bu beni ilk başta şaşırttı. Ama merak ediyorum, bu fikri nereden buldun?”

Kaho bir an için düşündükten sonra cevap verdi. “Çok karanlık, derin bir yerden” dedi. ♦️

(*) Görücü usulü