Kalbinizi Değil
Öykü

Kalbinizi Değil

Deniz Dengiz Şimşek

Kravatını düzeltip dosyasını çantasına koyarken fizibilite hazırlamaktan pestilinin çıktığını, bunu da beğendiremezse pes edeceğini söylemişti.  Kaç gündür evin yolunu unuttuğunu ben biliyorum. Bir iki saatten geleceğini söyleyerek yazıhaneyi bana emanet ettiğinde bu sefer şansının yaver gitmesi için iyi dileklerde bulunup savuşturmuştum onu.

 

Yapacağım onca iş varken tutmuş ben de kendimi bu daracık yerde mahsur bıraktım. Alacak, verecek; alamayacak vermeyecek parasal işler. İşte, bilirsiniz. Daha doğrusu acımasız iç piyasanın döngüsüne, saat yönünde çevirdim anahtarı. İki kere “çat” sesi çıkardım. “Çat- çat!” Yalnız ben anahtarı iki kez çevirdim, ses üç kez çıktı. Son “çat” bileğimden gelmişti.

 

Kuzenimin koltuğuna geçip, Lark’ımdan bir dal çektim. Bir “çat” da manyetolu çakmağımdan geldi. Düşündüğüm şeyi hatırlayana kadar Tuğba’mın fotoğrafına dalıp bir süre onu düşleyebilirdim. Minnacık bedenindeki kocaman gözlerini, o gözleri çerçeveleyen dikenli kirpiklerini, o keçi huylarını, beni çileden çıkaran sabrını, bana koyduğu “hayır”la başlayan yasaklarını, güldüğünde dünyamı ışıldatan dudaklarının o kavisli hareketini düşleyebilirdim ama anlayacağınız üzere, bunu kesinlikle yapmadım. Çakmağımı masanın üzerine attım, o da “çat” diye bir sesle bitirdi hareketini. Tuğba’yı düşüneceğime, onu sadece karşımda elindeki kitabıyla utangaç bakışını, yarım kalan cümleleri çıkardığı minnacık ağzını örtmesi için yüzüne tuttuğu anları hatırı pek sayılmaz bir miktarda hayâl edip işime odaklandım.

 

Gözlerimi yumdum. Onunla son görüştüğümüz yerdeydik. Bir türlü vermediği, tanıştığımızda, ayrıldığımızda bile uzatmadığı elini sıcacık kavramıştım. Sigaram kendiliğinden buluyordu iki dudağımın arasını, burada maharet onda mıydı bende mi, anlayamadım. Tekel ürünleri, gözlerim kapalı olsa bile bilir dudaklarımın yerini. Neyse, ben Tuğba’ya sevdiğimi söyledim. İçemediğim ikinci kadehi bitirdim. Kalamar yedim. Kaldırdım kadehi “keçi inadının son bulması dileğiyle”, “çat” dedi kadehler, şerefe tokuşturulurken. “Gözlerin,” dedim, “içinde Libya’yı görüyorum.” Sigaramın külünü çırpmak için gözlerimi açtım. Ne külü tablaya dökebildim, ne de hayâlimde bile olsa bir kadına romantik sözler söyleyebildim. Ben bu beceriksizlikleri sergilerken Tuğba benim hayâlimdeki kadın olmayı başarmıştı. Hayır, hayır, ben yapmadım, o yaptı… Hayâlimdeki kadın olmayı o başardı ama bundan bihaberdi.

 

Bu arada ben neden Libya demiştim, bir türlü anlam veremedim. İnsan kendine karşı yerin dibine geçer mi? Geçer elbette, kendinde kendinden daha derin bir “kendi” varsa, bu mümkündür. Neyse ki sadece hayâldi bu. Tuğba, Libya’yı duymadı. Yoksa terk etmesine haklı bir sebep olurdu. Arkadaşlarıma onun beni haksız yere terk ettiğini söylemiştim. “Ya haklı yere mi terk etseydi?” diyerek karikatürize bir moral verdiler. Böyle duyarlı arkadaşlarım var işte. Neyse, konuyu fazla uzattım. Zaten uzatmasam da kesmek zorundaydım çünkü “çat” diye bir sesle irkildim. Ses dışarıdan geliyordu. Pencereden baktığımda karşı binanın önünde, yalıtım işçilerinin kamyonetten kalas indiriyor olduklarını gördüm. Kamyonetin arkasında “KALBİNİZİ DEĞİL BİNANIZI YALITIN” yazmasaydı gülümsemeyecektim. İşçilerden en göbekli olanı, kamyonetin kasasında bir kapak daha açmak için çekiçle vuruyordu şoför olduğuna inandığım kişi. “Çat-çat-çat…” İskeleyi üçüncü kata kadar kurmuşlar bile. İstanbul surlarına tırmanan Fatih’in askerleri gibi, yok yok bu benzetme olmadı, bir ağacı istila etmeye yeni başlamış karıncalar gibi tırmanan işçileri gördüm. (Bu benzetme idare eder.) Ne kadar süratli çalışıyordu bu insanlar. Ben yazıhaneye gelirken nasıl da fark etmedim, anlayamadım. Pencereyi kapattım ağrıyan bileğimle. Aklım hâlâ Libya’daydı. Neden çıkmıştı sahiden, daha doğrusu nasıl çıkmıştı ağzımdan? Utanmaya devam ediyordum koltuğuma geçtiğimde. Yanık kokusu eşliğinde, filtresine kadar yanmış sigaramın belini kırdım küllükte.

 

Libya’yı bir kenara bırakıp, gözlerimi yumdum yine. Aklıma bir türlü gelmeyen şeyi anımsamaya çalıştım. Bugün halledeceğim bir şey miydi, birine söyleyeceğim bir şey miydi, bir yerden alacağım, ya da birine vereceğim bir şey miydi, neydi? Yo, yo! Para meselesi değildi, ondan emindim.

 

Sigaranın kokusu berbattı. Şehir çöplüğünü avuçlarımda taşıyordum sanki. Parmaklarıma da sinmişti. Ölüm kokuyordu resmen ama yine de yaktım bir çubuk daha. Çakmağım yine “çat” etti. Tuğba’nın şu sigaradan kurtulmadan benle olmayacağını bildiğim halde yanında püfür püfür içtiğim ve onun nefret dolu bakışları geldi aklıma. Masaya anahtarını vurup “ben gidiyorum, dumanınla baş başa bırakıyorum seni” dediği. O sırada da “çat” sesi duymuştum.

 

“Çat-çat-çat…”

 

Kapıya vuruyordu birisi. ”Çat-çat-çat.”

 

Kapı kolu bir aşağı bir yukarı hareketlendi. Sigaramı söndürüp pencereye yöneldim yine. Bileğim hâlâ sızlıyordu. Kapının ardından “çöp var mı, baykuş?” diye bir ses geldi. “Hayır” diye bağırdım. Hayâl kurma eylemim yine bölünmüştü. Tuğba, masadan henüz kalkmışken donmuş halde kalakaldı hayâlimde. Beynimde, masaya vurduğu anahtarın sesi devam ederken.

 

“Çat!”

 

Pencereden bakarken, iskeledeki karıncaların birer adama dönüştüğünü gördüm. Nasıl da mahirdiler tırmanma konusunda. Ben ayağım yerdeyken bile dengemi sağlayamazken onlar nasıl oluyordu da bir sirk cambazı gibi usta olmuşlardı.

 

Gerçekte yapamadıklarımı hayâlimde bile yapamıyordum. Üstelik hayâl kurarken bile saçmalamıştım. Libya… O an gülmemiştim ama şimdi gözlerimden yaşlar gelmeye başladı.

 

Koltuğuma geçerken bir “çat” sesi de karşı yazıhanenin kapısından geldi.

 

“Çat!”

 

Düşünüyorum, aklıma bir türlü yatmıyor, ben Tuğba’ya nasıl oldu da Libya dedim?

 

“De hadi!” diye bir ses girdi penceremden. Kamyonetten geldiğini önceden bildiğim kasa kapatma sesi “çat- çat.” Sonra, “devam et!” diye aynı adamın sesi doldurdu yazıhaneyi. Cırtlak, ince… Duvarlar, tavan, tablolar, masadaki ve odadaki eşyalar o sesi yankıladı “devam eeeeeeeet!” diye. Anlaşılan kamyonetin boşaltılması işi tamamlanmıştı. Tuğba da restoranın kapısından sesleniyordu “içmeye devam et şu zıkımı!”

 

İşçiler işlerini tamamlamıştı anlaşılan. Bol ‘hır hır’lı, bol egzozlu kamyonet pencereme kadar yükselen kara dumanıyla harekete geçti. Bileğim sızlamaya devam ediyordu. Ovdum biraz, parmaklarımı açıp kapattım. Kendi ekseni etrafında döndürmeye çalıştım. Sızlaması daha da arttı. Bu müthiş tedavi yöntemim nasıl da işe yaramıştı(!) Lüzumsuz bir anahtarı döndürürken bileğimi incittiğimi duyan biri olsa nasıl dalga geçerdi benle. Hele Tuğba, “oh, daha beter ol!” bile derdi, kesinlikle.

 

Yeniden gözlerimi kapatıp hayâl kurmaktan vazgeçtim artık. Tuğba nasılsa terk etmişti beni. Hayâllerimde onu geri getirmenin bir işe yaramayacağını bilmem gerekirdi. O gelirse sadece aklıma gelirdi. Başka bir yere geleceği yoktu. Hayâlimin orta yerinde Tuğba bana ne dedi, biliyor musunuz? “Kafana Libya kadar taş düşsün.” Benim gibi romantik birinin hak ettiği bir şey miydi bu? Libya kadar taş var mıydı sahiden? Olsa düşer miydi? İyi ki yoktu.

 

“Çat-çat-çat!”

 

Kapıya vuruyordu birisi. Bu sesler, kapı anahtarla açılmaya çalışıldıktan sonra geldi. Birisi yazıhaneye girmek için uğraşıyordu. Hangi akıllı olabilirdi ki? Benim gibi birine yazıhaneyi emanet eden kuzenimden başka. Ticaret odasına gitmişti. Anahtarı kilitten çıkarıp “şimdi aç!” diye seslendim. Girer girmez elindeki dosyayı gösterip “anasını satayım bir türlü yıldızımız barışmıyor bu heriflerle” diyerek oturdu karşı koltuğa. Bacak bacak üstüne attı.

 

“Ne oldu Kemal” dedim, “kimlerle?”

 

“Kimlerle olacak, bu bedevilerle!”

 

“Çatlatma adamı, söylesene!” derken sesimi yükseltmişim.

 

“Libyalılara…” demez mi? “İki hafta gecemi gündüzümü verdiğim fizibiliteyi beğenmediler. İki saniye bile incelemeden hem de.” Uzandığı Lark paketimden bir sigara çekerken devam etti: “Eksik, dediler.” Dumanı yüzüme savurdu, “hiçbir bok anlamamışlar. Neyden anlıyorlar ki arsa kapatmaktan başka dolar manyakları?

 

“Çat” dedi aklımdan bir ses. Sonra içimden bir cümle beni perişan etti. “Eski dosyayı geri dönüşüm kutusuna atacaktı, hatırlatmayı unuttum.” Aklımda olan şeyi sonunda bulmuştum. İkimiz de aynı anda evrak sepetindeki dosyaya baktık, sonra gözlerimiz kenetlendi birbirine.

 

“Çaaaaaaaaaaaaat!”

 

Bu, kuzenimin masaya, gözüme sokarcasına bıraktığı dosyanın sesiydi. Dudaklarımı bükmekten ve elimi “neylersin” anlamında açmaktan başka bir şey yapamadım. Sonunda aklıma gelen şeyi hatırladığıma sevinmekle, kahrolmak arasında gidip geldim. Daha doğrusu gidip gelemedim.

 

Kemal ayağa kalktı, sigarayı dudaklarına sıkıştırıp kravatını gevşetti ve karşıma necefli maşrapa şeklini alıp dikildi. “Ama dur, o bedevilere kaş göz oynatan belediye mühendisine de ne yapacağımı biliyorum, şerefsiz…” İşaret parmağını bana doğru sallarken, gözlerimi kısıp bekledim söyleyeceklerini: “Seni yaptığın işin” diye başlayıp “ ta…” diye devam ederken ikimiz de birden dışarıdan gelen seslerle pencereye koştuk.

 

“Çaaaaaat!”

 

İyi ki Tuğba görmemişti gördüklerimizi, dayanamaz, yığılır kalırdı. İşçiler yağmur taneleri gibi dökülüyordu iskeleden. Kamyonet, manevra yaparken iskeleye çarpmıştı.

 

“Çat!”

 

“Çat!”

 

“Çat!”

 

Bileğim… Fena sızlıyordu.