Kara Kedi
Öykü

Kara Kedi

Emin Vural

’Geçer sokaktan bakışsız bir
Kedi Kara.’’

(Ece Ayhan)

Dilsizdir dilsiz benim, acılarım!

Konuşmazlar kimseyle, hiç kimseyle

Bir tek benim canıma dadanmışlar

Bir tek benim canımı acıtırlar

Hem de hiç hak etmediğim

Etmediğim halde

(Anonim)

Dışarıya çıktığımda sabah ezanı okunmaya başlamıştı. Uzak yerlerden köpek havlamaları duyuluyor; dinen yağmurun bıraktığı sular, geceyi mazgallara doğru götürüyor, yeni günün başlaması için sokakları temizliyordu. Pencere sövelerine ya da saçakların altına büzülerek yatan kediler, müezzinin sesini yükselttiği anda mühim bir şey olup olmadığını anlamak istercesine gözlerini ufaktan açıp kapatıyorlardı. Bu şehirde ne kadar çok insan varsa o kadar da kedi vardı. Her köşe başında en az bir kedi görmek mümkündü. Bizim sokaktan metronun olduğu sokağa doğru dönerken bir kara kedi ile göz göze geldim. Ne zaman kara kedi görsem onların, yaratıcının yeryüzündeki gözleri olduğunu düşünürdüm. Yeşil irisin içindeki nokta kadar ufak göz bebeklerinde kendi kocaman gövdemi görünce metroya doğru ondan kaçarcasına adımlarımı hızlandırdım. Kitaplarda okumuştum, bunlar uğursuzluk getirirmiş insanın başına.

 

Metroya geldiğimde yağmurun beklemekten canı sıkılmış olacak ki tekrar başladı. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda havanın az da olsa aydınlandığını gördüm. Gökyüzünde geceden kalma kara, yağmurdan kalma gri ve bir yerlerden çıkmaya çalışan güneşin sarısı ile aydınlanmaya çalışan göğün mavisi tek renk olmak için yarışıyorlardı. Sel habercisi gibi yağan yağmurda, henüz afyonu patlamamış, kirpikleri çapaklı insanlar ayakları su ala ala, telaş içinde önümden geçiyorlardı.

 

Diğer insanların aksine, yavaş adımlarla, onların akıllarında dönenleri tahmin etmeye çalıştığım kafamdaki oyunla, boş bulduğum koltuğa oturdum, defterimi çıkardım. Gökyüzünün bitap düşmüş halini, insanların yeryüzündeki devinimlerini, tüm gözlerin üzerimden çekildiğine emin olduktan sonra yazdım ve yanıma aldığım Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı kitabını okumaya başladım. Metroda, bir sayfayı iki üç defa okumak adetim olmuştu. Şu insanlar dikkatimi o kadar dağıtıyordu ki… Son ses müzik dinleyen gençler, bu topraklarda yaşadığını unutup adalet arayışına düşmüş amcalar, akrabasıyla diğer akrabalarının sicilini çıkaran teyzeler, elinden sanki hayatı alınmışçasına telefon için feryat figan ağlayan çocuklar…Bir de kulak kesildiğinizde içinize kadar işleyen metronun sesi…Hayatın ne kadar çok sesi olduğu geçti aklımdan. Herkes farklı türden ve susarlarsa öleceklermiş gibi konuşuyor ama sonunda herkes aynı yere gidiyor diye düşündüm. Bu kadar sesin arasında ben gibi üç beş kişi kitap okuyor, hayatın seslerini anlamlandırmaya çalışıyordu. Metrodan inene kadar okuduğum öykü ya bitiyor ya bitmiyordu işte. Yağmurun yorgunluğu ve içimdeki kara kedinin tedirginliği yüzünden bugün okuduğum öykü bitmedi.

 

Yerin dibinden üstüne çıkınca hayatımda hiç görmediğim bir gökyüzü, hiç görmediğim bir deniz, hiç görmediğim bir rüzgâr birlik olmuş, kıyamet gününün fragmanını izletiyordu. Gökyüzündeki siyahlık, lacivert ve grinin karışımı ile oluşan bulutların arkasına saklanmıştı. Birazdan hiç görülmemiş bir yağmur çıkıp gelecek gibiydi. Vapura doğru güç bela yürüdüm. Rüzgâr, elleriyle göğsümden ittiriyor, ben zorladıkça o da geri kalmıyordu. Gezi’de polislerle verdiğimiz mücadele geldi aklıma. Rüzgâr çevik kuvvetlerin kullandıkları kalkan gibi bedenimi bir noktada kesiyor ama yürümekten vazgeçmiyordum.

 

Neveser isimli vapura görevlinin biraz hızlı olsana bakışlarıyla son yolcu olarak bindim. Normalde dışarıda oturmak için yer kavgası eden yolcular aynı ciddiyetle bugün de içeride oturmanın mücadelesini veriyorlardı. Yer bulamayınca dışarı çıkmak zorunda kaldım. Vapur bin bir tereddütle iskeleden ayrılırken kıyıda yine bir kara kedi gördüm. Gözlerinin yeşilliğinden ve havanın soğukluğundan içime bir titreme geldi. Tüylerim, kazağın tüylerine karıştı. Düşüncelerimin ortasına bedenini sürte sürte, kuyruğunu sallaya sallaya geldi. Hepsi birbirine benziyor. Bakabilirsem gözlerine anca öyle ayırt edebiliyorum. Kara kedilerin uğursuzluk getirdiğini sanırım birbirlerine benzediğinden söylemişler. Çünkü tüm acılar da birbirine benziyor ama her mutluluk farklı. Acı, hangi acı olursa olsun bir yeri yakarken; mutluluk derecesine göre daha az ya da daha çok sevindiriyor. Vapurun iskeleden ayrıldığını belli eden korna sesiyle tüm bu düşüncelerimden arınarak pencerenin camından aşağı doğru akan yağmur damlalarının geçtiği yerlerde bıraktığı su taneciklerinin arasından her sabah gittiğim bu yolu izlemeye koyuldum.

 

Gökyüzünün rengine, vapur dumanları karıştığı gibi yavaştan gözlerini açan fabrikaların dumanları da karışmaya başlamıştı. Vapurun ayrıldığı iskele, şimdi ilk televizyonlardaki siyah beyaz görüntüyü andırıyordu. Vapurun demirlerine ilişti gözlerim. Sanki bu demirler bu şehrin derdinden paslanmıştı. Her sabah şu yıllanmış tren garını görmekten sıkıldım artık. Bana benziyordu burası. Onca yıl kullanılmış şimdi ise tek başına kalmış. Yalnızlık insanı nasıl sarartıp solduruyorsa bu tren garını da öyle sarartıp soldurmuştu.

 

Vapur yılların verdiği yorgunlukla ilerliyor, ben de yıllardır dinleye dinleye eskitemediğim türküleri içimden mırıldanıyorken telefonuma bir mesaj geldi. Özel bir gün değildi bildiğim kadarıyla. Bankalar, operatörler dışında aklına düşebileceğim kimsem de yoktu. Mesajın kimden geldiğini zihnimde sorgularken daha fazla dayanamayıp ekrana baktım. Gözümün gördüğü kalbime yansıdı. Vapur sanki şimdi denizi değil, varlığını bazı durumlarda daha çok hissettiğim kalbimi yarıyordu. Açtığı yerden mazi akıyordu. Geçmiş bir anda yağmur gibi bedenimin her yerine dökülüverdi. Eskiden konuştuğum ve unuttuğumu sandığım bir okurum yazmıştı. Bir aralar çok mesajlaşmıştık. Hatta bir okur-yazar ilişkisini geçmiştik sanırım. Ama konuşmayalı bayağı olmuş ki ondan bir mesaj gelebilme ihtimalini düşünmemiştim bile. Mesajlar ilk sıralar normaldi. Sonrasında gelen mesajlar kalbimi gıdıklamaya, önceden tadını bilmediğim bir heyecana dönüşmeye başlamıştı. Banyodaki tek aynanın karşısında daha fazla vakit geçirmeye başlamıştım. Hayatımda hiç görmediğim, sesini bile duymadığım bir okurumu düşünmekten yazılarıma ve okuduklarıma odaklanamıyordum. Bilmediğim bir yüzü stüdyo dairemin duvarlarında canlandırmaya çalışıyor, bir şey ortaya çıkmazsa son okuduğum kitaptaki kadın karakterlerden birini onun yerine koyuyordum. Bu nedenle mesajlar aracılığıyla bir anda yakınlaştığım okurumdan aynı hızla uzaklaşmıştım. O sıralarda bir yerlerde okumuştum insanın ömrünün kuşlara benzediğini. Uçar yükselir, alçalır düşermiş. Korkmuştum. Düşmekten ve bir daha yükselememekten…

 

Gelen mesajda artık buluşmak istediğini söylüyor, ne olacaksa olsun diyordu. Hem de öğleden sonra, profiterolü meşhur olan pastanede benimle konuşmak istiyordu. Sigara için ayırdığım parayla tarif ettiği pastanede sadece iki çay içilebilir. Utanıyorum okurun kafasında canlanan yazar kimliği ile benim halimin uzaktan yakından ilgisinin olmamasına. Ben, beyhude geçen günlerimin arkasından baktığımda sadece kül tablasına basılmış izmaritler, artık eve sığmayan kitaplar ve konuşabilmek için yazılmış tonlarca kâğıt dışında hiçbir şey göremiyorum. Böyle sefil bir insanın sadece yazdıklarını okumak, okuyan için keyifli gelebilir belki ama benim için hayat bir bataklık ve gün geçtikçe beni içine çekiyor. Telefonun diğer tarafındaki okurumu da hiç tanımıyorum. Belki de beni her şeyimle kabullenecek, merdiven altındaki stüdyo dairemde benimle bataklıkta çamura bulanmaya razı olacak.

 

Vapur, iskeledeki tekerlere bedenini sürtünce sanki biri beni tutup da kendine gel diye salladı. İçerideki insanlar nasıl binerken kavga ediyorlarsa inerlerken de aynı mücadeleyi veriyor, kazanacakları iki dakika yüzünden tüm nezaketlerini oturdukları koltuklarda unutuyorlardı. Tüm umutları vapurda bırakıp işe gidebilirdim fakat yapamadım. İnsan en kötü hayatı bile yola getirebilir ama yolunda giden bir hayatı batırmadan da duramaz. Yaşamım boyunca tecrübe etmiştim bu durumu. Umudun içimde dolaşmasına, kahkaha atmasına, beni sarhoş etmesine izin vererek vapurdan indim.

 

Çalıştığım dükkânın yokuşunun başında kara kedi görünce durdum. ‘’Kara Kedi’’ diye bağırdım ama kimse duymadı. Bağırınca kimsenin duymaması normaldi, peki bugün bu kadar kara kedi görmem? İşe gitmesem ne olacak diye düşündüm. Varlığımın kimsenin yaşantısına bir fayda sağlayacağı yok zaten. İnsanlar halime acıdığından beni işe alıyor. En fazla da işten çıkartırlar. Zaten verdikleri parayla bu şehirde ancak karnım doyuyordu. Ruhumu doyurmak, sesimi çıkartmak, hayatı anlamlandırabilmek için karnımın açlığına katlanıyorum. Aslında aklımda tüm güzel sıfatların bir bedende toplandığı hayaliyle ‘’o’’ vardı. Kabullenemiyordum. Altında bir sürü balıkçının bulunduğu köprüye doğru yürüdüm. Benimle o da yürüyordu. Böyle bir havada bile oltalarını sırtlanıp köprüye gelen insanlara baktım sonra. Balık tutmak için misinaların ucuna umut bağlıyorlardı. Yağmurun öldüreceğini bilseler bile damarlarındaki umut onları orada tutar; akşam elleri boş, evin yolunu tuttuklarında umut kayboluverir ta ki ertesine güne kadar. Onları orada tutan duyguyla, ne ara yazdığımı hatırlamadığım ‘’tamam geleceğim’’ mesajı aynıydı işte.

 

Buluşmaya kadar ne yapacağımın bilinmezliğinde yürürken sabahtan beri zaman kollayan gökyüzü birden bağırmaya başladı. Kafamı kaldırdığımda kendimi gördüm. Gökyüzüne ne kadar çok benziyorum. Bağırıyorum, bir ses çıkıyor ama kimse anlamıyor. Bulutların arasındaki güneş, kıskanç çocuklar gibi gökyüzünün kendine ait olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Güneşi görünce içimdeki umut, uzun zaman sonra köküne su verilen çiçekler gibi dirilmeye başladı. Bir ışık görmeye görsün umut hiç affetmez. Biliyorum. Ramazan davulcusu gibi geçer insanın içinden. Sanki pastaneye gitme dercesine kara bulutlar, o ufacık ışığı da kapatıp güneşi içlerinde yok ettiler. Yürüdüğünüzde yaşamın tadını her fırsatta hatırlatacak, hüznü ve acıyı unutturacak olan bu şehrin en gözde caddesine geldim. Zamanı burada eğip bükersem buluşmadan kaçmam gibi geldi nedense. Kitapçıların rafları arasında, zihnimde dolaşan okurumu unutacağımı biliyordum. Kitaplar bana çok şey unutturmuştu. Yaşam gibi, ölüm gibi, yaratıcı gibi…Bir kitapçıya girip okurlar ayakta yorulmasın diye konulan kanepeye çöktüm. Tüm gördüklerimi defterime yazdıktan sonra hikâye kitabını çıkarıp okumaya başladım. Kitapların kokusu uykumu getirdi. Kitap dolusu bir odada uyuyor olmamın bunda etkisi büyüktü. İnsanların uğultusu bana ninni gibi geliyordu. Gece gezmeye çıkan uykum oracıkta geri geldi. Özür diledi. Kitabın cümleleri yer değiştirirken uykum beni kollarına aldı. Öptü.

 

Rüyamda bir güvenlik görevlisi ufak dokunmalarla bedenimi sarsıyor, sağa yatan başımın daha da düşmemesi için yanımda dikiliyordu. Bir inci tanesi gelip onun parlak kunduralarının önünde durunca rüyada değil kitabın hayalindeymişim gibi geldi. Hep böyle olurdu. Ne zaman kitap okurken uyuya kalsam okuduğum kitaptaki dünyaya gider, orada yaşamıma devam ederim. Rüya ile gerçeği, ölüm ile yaşamı iç içe yaşarım. Sonra telefonumdan Hacı Taşan’ın acı sesi duyuldu. Hemen uyandım. Arayan okurumdu. Açamazdım. Nasıl konuşacaktım?

 

‘’Pastaneye gelmek üzereyim. Üstümde beyaz gömlek var.’’ Mesajına cevap alamayınca aradığını anladım. Gidecektim ama önce bir şey yemem lazımdı. Pastanede yiyemezdim hem pahalı olurdu hem de yanımda o olunca utanır isteyemezdim. Pastaneye doğru yürürken ‘’Sıcak simit. Sıcaaaaksimittt.’’ diye bağıran adamın sesine doğru gittim. Arabasında simidin fiyatını aradım gözlerimle. Bulamayınca tam dönüyordum ki ‘’ Beş lira. Sıcak simiiitttt. Beş lira’’ diye bağırdı. Cebimden beş lira çıkarıp adama uzattım. ‘’Buyur abim. Afiyet olsun’’ dedi. Kafamı sallayıp pastaneye doğru devam ettim. Simidi ısırdıkça dökülen susamlar, yokuştan akan sulara karışıyordu. Karnım doyunca bir sigara yaktım. Pastaneye ağzımda sigara ile girecektim. O konuştuğunda ‘’merhaba’’ dediği anda dumanı içime çekecektim. Böylece sesli cevaptan kaçmış olacak, onaylar gibi kafamı aşağı eğecektim.

 

Pastaneye geldiğimde beyaz gömlekli sadece bir kadın vardı. Ben tanıyamazdım zaten o beni tanıyacaktı. Okurum olan oydu. Sesim çıkmıyor zaten diye yayınevi fotoğrafımı her yere koymuştu. Orada illaki görmüş olmalıydı. Sigaradan derin bir nefes çekip içeri girdim. Göz göze geldik. Gözlerini benden kaçırarak:

 

– ‘’Merhaba’’ dedi.

Dumanı ağzımdan hafif hafif salarak başımı eğdim.

İsmimi söyleyerek:

-Sensin değil mi?

Sigaradan bir nefes daha çekip gözbebeklerimi karanlığa gömerek kafamla onayladım. Sandalyeye oturdum.

-Nasılsın?

Elimle bir dakika deyip sigaramı söndürdüm. Çantadan defterimi çıkarıp boş bir sayfa açtım. ‘’İyiyim. Sen nasılsın?’’ yazıp defteri ters çevirip önüne sürdüm.

-Neden konuşmuyorsun?

Defteri tekrar önüme çekerken:

-Dalga mı geçiyorsun? Konuşmayacaksan neden buluşmayı kabul ettin?

 

Gözlerine baktım. Gözlerimin içine bugün bu şehre yağan tüm yağmur damlalarını doldurdum. Deftere ‘’Ben konuşamıyorum, doğuştan dilsizim’’ yazdım. Defteri yine ters çevirip önüne sürdüm. Okuyup kafasını kaldırdığında gözlerinin diğer insanların gözlerinden bir farkı yoktu yeşil olması dışında. Bana acıyarak bakıyordu. Umut şu an kaçıp gittiği yerden gelip her şeyi düzeltmeliydi. Beni burada, iki gözün karşısında ezdirmeye hakkı yoktu.

 

-Kusura bakma bilmiyordum.

 

Gözlerimi kapatıp onaylamak isteyince içindeki yaşlar yanaklarımdan kayıverdi. Bu buhran havasına rastlamayı düşünmüyordu. Gözlerinde bir titreme vardı ama bu ağlamak için değildi. Korkuyordu. Uzun süre sevgilisiymiş gibi mesajlaştığı adam dilsiz çıkınca ne yapacaktı? Nasıl terk edecekti? Bunları düşünerek tedirgin oluyordu. İnsan dilsiz olduğunu belli ettiğinde gördüğü tepkiler sayesinde yenilerinin ne anlama geldiğini anlıyor. Merhamet ve acıma duygusuyla, gözyaşlarımı dindirmek için cümleler kurmaya çabalasa da kelimelerin seçilişinden, ağzından çıkarken izlediği rotadan hislerinin gerçek olmadığı anlaşılıyor, kaçmak için sözcüklere sığınıyordu. Benim sığındığım sözcüklere… İnsanların bana acıması, bundan dolayı ilgi göstermeleri içimi eziyordu. Bu gibi anlarda yüreğimden sanki bir silindir geçiyor, tüm duygularımı dümdüz edip orada öylece boşlukta asılı kalmama, hayata neden geldiğimi hatta dilsiz olarak neden geldiğimi sorgulamama sebep oluyordu. O konuştukça ben de sarkaç gibi başımı bir öne bir arkaya atarak cümlelerin hemen bitmesi için her dediğini onaylıyordum. Durumumu öğrendiğinde hiç konuşmadan öylece çekip gitse daha az inlerdi yüreğim.

 

O kalkıp gidince masadaki defterime bunları da yazdım. Gördüğüm her şeyi konuşabilmek için yazıyorum. Bir gün bu yazdıklarımı öykü diye okuyan insanlar her şeyi kurgu sanacak ve kendi sesleriyle bu yazılanları okuyabilecek. En acısı da buydu. Defteri, çantaya atıp pastaneden çıktım. ‘’Yalnızlık sadece sana değil bana da mahsus’’ diye gökyüzüne doğru bağırdım. Ne zaman yakarsam gökyüzüne doğru bir cevap alamazdım. Acaba yaratıcı da mı ben gibi dilsiz? Hiç cevap vermiyor bana. Tutamadım gözyaşlarımı. Az önce simidin susamlarını sürükleyen yağmur suyu, bu sefer gözyaşlarımı sürüklüyordu. Ağlayarak bağırıyordum. İnsanlar beni deli sanıyordu. Deli değilim. Konuşmam böyle. Bunu da yazıp herkese veremezdim ki nereden bilecekler. Konuşmaya çabalamanın aslında boşuna olduğunu anladım.

 

İnsanlar konuştukları için dünya bu hale gelmişti. Vapurun camından seyre daldığım bu şehrin tüm ışıklarını da insanlar karartıyordu. Bazen dilimi içine kaçıran güçten kulaklarımı da almasını diliyordum. Kuşların cıvıltısını, dalgaların sesini ve yüreğimi karla yıkanmış gibi bembeyaz eden o türküleri duydukça bu isteğimden hemen vazgeçiyordum.

 

Sabah izlediğim tüm yolları tekrarladığımı fark ettim. Her yer aynı. Her gün aynı. Evimin sokağına dönerken sabah gördüğüm mü yoksa başkası mı anlayamadığım bir kara kediye rastladım. Eve kadar arkamdan gelmeye devam etti. Perdeyi açtığımda sanki ertesi güne kadar beni orada bekleyecekmiş gibi pencerenin önünde sere serpe uzandığını gördüm. ‘’Pist, pist’’ diyebilsem belki giderdi ama sesim çıkmayınca bırak kalsın dedim. Pastanede altında ezildiğim yeşil gözlerle beni izliyordu. Belki de yaratıcının gözleriyle… Masama oturdum. Zihnimde bütün kara kediler birbirine benziyordu, bütün insanlar, bütün sesler, bütün acılar, bütün umutlar, bütün dağlar ve bütün tanrılar birbirine benziyordu. Yazmaya başladım. Ben yazdıkça sanki kara kedi beyazlamaya başladı. Tüm karalığı, uğursuzluğu, umutsuzluğu mürekkebimle defterimin beyazlığına aktı. Son cümleyi bitirip kafamı kaldırdığımda orada yoktu.