Kaybolmam Lazım
Tiyatro

Kaybolmam Lazım

Duygu Terim

Günler öncesinden biletlerimizi almıştık. Oyunu seveceğimizden emindik. Aslı İnandık’ın mütevazı duruşunun ardına sakladığı başarılı oyunculuğunu, Ankaralılığını (taşralılığın değişmez kuralı kendi memleketinden insanların varlığından gurur ve mutluluk duymaktır) biliyorduk. Peyk’in Suluşaka’dan beri gençliğimize taktığı unutulmaz çengellerine tutunuyorduk hâlâ.

 

Hamiyet Müzikali, Peyk’in Yürüyor SokakSobe II şarkısıyla perdelerini açtı.

“Kim sana bunu yap diyor

Kim sana boyun eğ diyor

Kırılsın belin lan dimdik durmaktan

Korkma yasaklardan sen bana yaslan

Yürüyor sokak

Yanıyor sokak

Uyanıyor sokak bugün.”

 

12 Eylül Darbesi’nden sonra kolu kanadı kırılacak, sonraları çoğunun rengi sarıya dönecek sendikal hareketin devam ettiği yıllara ait bir eylem sahnesiyle karşılaşıyoruz ilkin. Omuz omuza yürüyen kalabalık polis eliyle dağıtılıyor. O kalabalıktan bir gözaltı gazisi, bir gammaz, bir işbirlikçi, üç kadın karakterle konfeksiyon atölyesi içinden devam edeceğiz.

 

Aslı İnandık’ın, Hamiyet’in saflık ve çıkarsız sevgiyle başlayıp delilikle biten yolculuğunu iyi anlattığını belirterek yazının hemen başında temel soruya gelelim. Hamiyet’i seviyoruz, ona şefkat duyuyoruz. Şefkatin bizden aşağıda, bizim sevgimize muhtaç olduğunu düşündüğümüz insanlara karşı duyulan, büyüklenmeden kaynaklanan bir duygu olduğunu sanıyorum ama daha kötüsü var, ona acıyoruz. Oyun bittikten sonra da bu soruyu sorup durdum kendime, Hamiyet’e niye acıyoruz? Yanıtımızı kolaylaştırsın diye Peyk’e müracaat edelim.

 

“Derdini sayıkla dur

Ayıkla dur nedir ederi

Hem serin hem sıcak

Bir yerde dur bul şu dengeni

Kim dedi yakın kim dedi uzak

Nerdesin bul şu yerini.”

 

Yerimizi bulamıyoruz, elimizdeki ip düğüm olmuş açamıyoruz. Teşhis koyma ukalalığından uzakta duralım, şizoid dünyasından kafasındaki Peyk’e sığınan güçsüz bir kadın Hamiyet. Peki biz?

 

“Er geç zaman

Bize yazılan kadar

Sonra, geliyor bana

Sanki bin yıl süren bu his

Kaybolmam lazım

Kendimde

Kimse bulmadan beni”

 

Hamiyet deli velilerden değil, bize hayatın gizli amacını filan fısıldamıyor. Hamiyet’le delilikte değilse de, kaybolmuşluğumuzda buluşuyoruz. Güçsüzlüğümüzü kucağımıza bırakıp kaçıyor kendi gerçekliğine. Peyk güçsüzlüğümüzün adını kahır koymuş.

 

“Kimseler duyamaz bizi

Ruhu kör, yüreği sağır

Söylesen boş, kim duyuyor seni?”

 

Hamiyet’e acıyarak vicdanlarımızı temize çekiyoruz. O açıkça delirirken biz de açıkça ağlıyoruz. İhanete uğramış, akli noksanlığına sığınmış, oradan çıkamamış, kendi döngüsünü kıramamış darmadağın olmuş masum deli Hamiyet’e değil kendimize ağlıyoruz.

 

Hep bir alternatif dünya hayaliyle yaşıyoruz. Kimimiz bunu kendi zihninin içinde, kimimiz öbür dünyadaki huzur vaadinde, kimimiz politik mücadelede, kimimiz sanatta edebiyatta arıyoruz. Bazılarımız bu hayalden de yoksun.

 

Altın vuruş son sahnede. Hamiyet, cebinden çıkardığı kırmızı rujuyla dudaklarından başlayıp yüzünün yarısını kaplayan daireler çiziyor. Birbirine paralel ve eşit uzaklıktaki bu çizgiler, onun da bizim de kıramadığımız döngünün simgesi. Saklı ama etkili müthiş bir benzetme.

 

Labirentlerimizdeki kayboluşları, öldüremediğimiz minotorlarımızı bize hatırlatan Hamiyet’ten sonra hayatlarımıza dönelim, kolaya kaçıp suçu dünyaya atalım: “Lan ben sana neyledim dünya.”

 

Bu da yetmezse, Peyk bir seçenek daha sunmuş bize.

“Kapıyı çekin gidin

Beni bırakın gidin

Kilidi vurun ardıma

Yalnızlık kalsın kapıda.”