Çıplak ampul ışığının basma perdelerden sokaklara sızdığı, mutfağı, banyosu ve salonu tek odaya sığabilen, bir şeylerden korunmaya çalışırcasına birbirine sığınmış evler. Bir gece gelip konmuş ve insanlarından önce gitmeye hazır gibi. Çoğunluğu tek katlı. Aralarında parasızlıktan yıllardır bitirilemeyen, çinko damlarıyla tek tük iki katlılar. Kapılarından çok hayallerine kilit vuran sakinleriyle hayat oyunundaki hayal kırıklığı bölümünün en bilinen sahnesi.
Yatağından kalkıp pencereye gitti. Köşesinden çatlamış camın üzerinde izler gördü. Parmağının ucunu diliyle ıslatıp temizlemeye çalıştı. Daha kötü olunca bıraktı. Yağmur çiseliyordu. Yerde neredeyse bir karış çamur. Gri bulutlar uzaklara doğru önce kahverengiye sonra da mora dönüyordu. Dün geceki eğlence sonrası ortalık epey kötüydü. Çöp arabası aylardır uğramadığından iş yine başa düşecekti.
Dışarı çıkması gerekiyordu. Üstünü değiştirmek için kıyafetlerini aramaya başladı. Hepi topu iki odası bulunan evde nerede olabilirdi elbiseleri? Her yere bakmıştı. Bir yer hariç. Başını öne eğdiğinde dün geceki pantolonun hala üstünde olduğunu gördü. Demek o kadar olmuşuz diye hayıflandı. Diğerleri hala uyuyordu. Kimseyi uyandırmadan sessizce çıktı.
Eğlencenin ertesi günü hasılatın pay edilme günüdür. Kırılanlar, dökülenler, yiyip içtikleri her şey ortaya dökülür. Hesaptan düştükten sonra kalandan sırasıyla müzisyenler, dansözler, aşçı ve en son bulaşıkçılar payını alır. Kimi zaman komilere söz verilip paraları ödenmeyince kavga çıkar ama o da payını alanların kendi arasında toplayıp verdikleriyle sonlanır.
Her zaman toplandıkları yere geldi. Sağa sola bakındı. Kimseyi göremeyince iskemlenin birine oturup sigara yaktı. Teneke sundurmanın altında, dirseği iskemlede eli çenesinin altında koyulaşan mor bulutlara daldırdı gözlerini. Ne çok gezdiklerini düşündü. Kimi yerde birkaç gün kimi yerde birkaç yıl. Burası bizim tamam dediklerinde illa bir şeyler olur gitmek zorunda kalırlardı. Bazılarını hapiste, bazılarını mezarlıkta bırakarak. En çok da bu koyuyordu ona. Bir mezarlıklarının olmaması. Dedesi bir yerde, babası başka bir yerdeydi. Anasının yerini bilmiyordu bile. Sigaranın dumanına karışan anıları yanaklarından süzüldü.
Sesler artıp, kadro tamamlanınca bir ayağı kısa masanın etrafında toplandılar. Yüksek sesli konuşmalar, akort edilen çalgılar, kahkahalar, küfürler ve sundurmada koşuşan yağmur… Hepsi iç içeydi. Akşama işi vardı. Pay işini bir an önce yapmaları gerektiğini söyledi. Sustu herkes. Koşuşan yağmur bile parmak uçlarında gezinmeye başladı. Sessizleşen odada hesap fısıltıları vardı artık. Herkes saygı duyardı ona. Yaşça daha büyükler bile dediğini dinlerdi. Resmi olmayan liderleriydi. Zaten resmiyet kelimesinin ardındaki lideri kabul etmezlerdi.
Kavga çıkmamış, pay işini erken bitirmişlerdi. Keyfi yerinde, cebindeki paranın verdiği sıcak mutlulukla demli bir çayı hak ettiklerini söyledi. Huyunu bildiklerinden, ona görünmez tarafından ocağı çoktan hazır etmişlerdi. Çayı beklerken zaman geçsin diye akşam için kemanı kontrol etmek istedi. Kucağına alıp, kılıfı açtı. Alışkanlıkla önce burgulara baktı. Kırık veya gevşek yoktu. Aşağıya doğru indiğinde gövdede bir leke fark etti. Yaklaştırdığı halde ne olduğunu anlayamadı. Çayı önüne bırakmışlardı. Düşünceli halde yudumladı. Nereden geldiğini anlayamadığı lekenin başka yerlere bulaşmış olabileceğini düşünerek kemanı kaldırdığında bıçağı gördü.
Dışarıdaki yıldırım kafasının içinde parladı. Yollar geldi gözünün önüne. Bu sefer o yoktu. Hatta onun mezarı bile yoktu. Olamayacaktı.
Telaşla koymaya çalıştığı kemanı yerine oturtamadı. Birkaç defa denedi. Burguları boşluklara denk getirmeye çalışırken kolunu çaya çarpıp üzerine dökmüştü. Bir anda tüm gözler üzerine çevrildi. Dökülen çay çocukken başından aşağı boca edilen kaynar sulardan çok yakmıştı canını. Bir şey söylemeden çıktı. Hatta kimseye bakamadan. Ne yağmurun üstüne çullanmasına ne de çamurun paçasından tutmasına aldırmadan evin yolunu tuttu. Vardığında üst üste yumrukladı kapıyı. Henüz uyanan ev ahalisi girişe bakan odanın ortasında kahvaltı için yer sofrasını hazırlıyorlardı. Bir elinde siniyle karısı açmıştı kapıyı. Biraz önce yaptığı gibi kafasını kaldırmadan yattıkları odaya geçip, kapıyı kilitledi. Ortalarından geçip giden rüzgârın arkasından bakakaldılar.
Elindekini yatağa bıraktı. Tekrar açıp açmama konusunda tereddütlüydü. Aynı şeyi görmekten korkuyordu. İçine saçma bir umut doğdu. Yanlış görmüştü belki de. Kemanı kaldırdığında başka bir yıldırım bu sefer odanın ortasında parladı. Ahşap işlemeli kahverengi sapının ucunda kırmızı lekesiyle orada duruyordu. Ne yapacaktı şimdi? Öncelikle dokunmaması gerektiğini biliyordu. İyi de ne olmuştu da dokunmaması gerekiyordu?
Nefes almak için pencereyi açtı. Çamura düşen damlaların şıpırtısıyla yağmurun serinliği içeri taşınmıştı. Birkaç nefes alıp yatağa geçti. Dün geceyi hatırlamalıydı. Sakinleşip akşamın ilk saatlerinden başlayarak önce kendi yaptıklarını ardından etrafında olan şeyleri hatırlamaya çalıştı. Her anı tek tek hatırlıyor, boşluk bırakmadan ilerliyordu. İlk kadehe kadar. Pişmanlıkla ellerini birbirine vurdu. Eğlencenin yazılı olmayan kurallarından biri. Elden ele geçen kadeh seni bulduğunda geri çevirme şansın olmaz. Etrafındakileri hatırlayamadığı gibi, yaptığı şeylerin sıralamasında da büyük boşluklar oluşmaya başladı. Bir yerden sonra ise hiçbir şey yoktu. İyice huzursuzlandı.
Pay edilirken bir şey denmediğine göre kimsenin haberi yok diye düşündü. Ya da gördüğü halde korkudan gizlenen biri? İpin ucu kocaman yumağa dönüşmüş, aklının yokuşundan yuvarlanıyordu. Odadan çıktı. Yer sofrasındakiler soran gözlerle hareketlerini takip ediyordu. Mutfak tezgâhının üzerinde eline geçen ilk bezi aldı. Tezgâhın altındaki perdeli bölüme eğilip iç içe geçmiş leğenlerden birini aldı. Yarısına kadar su doldurup tekrar yatak odasına geçti. Suyun sesi dışında her şey sessizliğin içinde boğulup gitmişti.
Bezi nemlendirdi. Ardından kemanı okşarcasına temizlemeye başladı. Zor zamanlarda tortu halini alan düşüncelerini böyle süzerdi. Elinden çok arka tarafta aklı yapardı temizliğini. İşi bitince kemanı yatağın üzerine bıraktı. Neredeyse çocuk yaştan beri hayat ortağıydı. Su toplayıp nasır bağlayan parmak uçlarına rağmen bir gün olsun elinden düşürmediği ilk hevesi, okulu kırdığı haytalığı, asker arkadaşı şimdi de ekmek teknesiydi.
Titredi. İçerisi soğumuştu. Pencereyi kapatmaya gittiğinde yanıp sönen mavi kırmızı ışıkları gördü. Göç alametleriydiler. Yanıp sönen ışıkların sıklığından göç zamanına ne kadar kaldığı anlaşılırdı. Perdeyi endişeyle kapattı. Yüreği dişlerinin arasındaydı. Bıçağı saklaması gerektiğini düşündü. Korkuyla eline aldığı bıçağa parmaklarının izini bıraktığında geri dönülemez yola girmişti. Her yeri tıkayan tortu aklının dolup taşmasına neden olmuştu.
İki eliyle tuttuğu bıçağı göğsüne yaklaştırdı. Hiç uzatmadan burada bitirmeliyim diye düşündü. Evin kapısı çalınırken sivri ucu kalbinin üstüne dayayıp son hamleyi yapabilecek cesareti içinde bir yerlerde aramaktaydı. Kapıyı açan karısının sesini duydu. Konuşuyordu. Uzun sürmeyen konuşma sonrası ışıklar perdenin üzerinden çekildi. Karısı kapıya gelip onu sorduklarını söyledi. Durumun normal olmadığını fark edip kocasının evde olmadığını söylemiş, eve geldiğinde onları araması için verdikleri numarayı almıştı.
Çok şey görüp geçirdiğinden uzak sayılmazdı böyle durumlara. Olayların ortasında hiçbir şeyden haberi yokken her şeyi biliyormuş izlenimi uyandırır, ruhsuzluğa varan sakinliğiyle tüm durumu idare ederdi. Şimdi de zaman tanımıştı kocasına. O gelip anlatana kadar tek bir soru sormayacaktı. Haberi verip tekrar sofraya döndü.
İşte buraya kadar dedi. Aramaya başladıklarına göre geriye yapılacak pek bir şey kalmamıştı. Sözünü tutamamanın verdiği acı büyüktü. Bu son olacak demişti diğerlerine. Ben varken bundan sonra hiçbir yere göç etmek zorunda kalmayacaksınız. Diğerleri gibi o da inanmıştı kendine. Fakat şimdi karşılarına bir suçlu hatta bir katil olarak çıkıp tekrar yollara düşmelerine neden olmak bir başka acıtıyordu içini.
Tanrı’dan onu kurtarmasını aksi halde hayatının sonuna kadar onu bu odada saklamasını diledi. Arası pek iyi değildi Tanrı’yla. Baştan beri iyi olamamıştı. Ama ilk defa en ufak zerresi bile bu isteğiyle titreşiyor, gözyaşları içinde yalvarıyordu.
Yakarışları gözyaşlarıyla beraber bitmişti. Dibe demirleyen çapa her sallantıda halka halka ilerlerken sırtı yatağa dayalı, elleri boşta ve bacakları iki yana açık şekilde boğulmayı bekliyordu. Odanın ortasında ağır ağır batıyordu.
Evin kapısı tekrar çaldı. Kafasını kaldırdı. Pencereye saplandı bakışları. Yıldırım bu sefer gözlerinde parlıyordu. Kalktı. Elindeki bıçağı çarşafların arasından çektiği ince bir beze açıkta kalmayacak şekilde sardı. Benim diyecekti gelenlere. Kapı önündeki konuşmalar devam ederken kendinden emin odadan çıkıp dış kapıya doğru yürüdü.
Gelen ekipten biriydi. Durakladı. Beklemediği misafir toparlanmasına fırsat vermeden kolundan çekip yola çıkarmıştı. Kapıda kalan karısının ne dediğini anlayamadan birkaç adımda sokağın köşesini döndüler. Şaşkınlığını atamadan yeniden içine dalmıştı. Yürüyorlardı. Biri konuşur diğeri duymazken. Kulağında bıçak vardı. Sokak yankılanıyordu şakırtısıyla. Gürüldüyordu bıçak. Umutlarını kesip alıyordu her gürlemesinde.
Bileklerine kadar battığı çamur ayaklarından gırtlağına oradan da dudaklarına çıkmaya başladı. Dudaklarına değen çamurdan kafasını hızlıca sağa sola sallayarak kurtulmaya çalıştı. Tüm yüzüne yayılıp her yerini kaplamıştı ki dayanamayıp bağırdı. Durdu. Utanarak etrafına bakındı. Yolun bir kısmını yalnız yürüdüğünü fark etti. Arkasına baktı. Arkadaşı bütün yol boyunca konuşmadığı gibi onu dinlemediğini de fark edip durmuştu. Sıkıntısını anlamıştı. Anlatmayacağını bildiğinden onu neşelendirecek bir şeyler düşündü. Yürürken gözünün iliştiği, sıkıca tuttuğu beze sarılı şeyi kapıp kaçmaya başladı.
Gördüğü şeye inanamadığından geç başladığı koşuya tüm gücüyle nefessiz devam etti. Öndeki yorulmaya başlamış, kesilir gibi olunca da ellerini kaldırıp pes dercesine aniden durmuştu. Gördüğü halde bacaklarını hareket ettiren öfkesine sözünü geçiremedi. Taraflar için bambaşka anlamlar içeren garip kovalamaca çarpışıp çamurun içinde yuvarlanmalarıyla son bulmuştu. Kalktığında bıçağı göremedi. Bağırmaya başladı. Bildiği tüm küfürleri sayarak. Arkadaşı onu ilk defa bu halde görmüştü. Şaşkınlıktan ağzı açık, bir eli havada, diğer elinin işaret parmağıyla korkarak ceketinin iç cebini gösterdi.
Sinirle elini ceketin iç cebine sokup parmaklarının ucunda hissettiği şeyi çıkarıp aldığında bezinden sıyrılmış bıçak tekrar avcunun içindeydi. Bakışları bıçakta, olanları anlamaya çalışan arkadaşı “ Eee! Usta bunu arar sabahtan beri.” dedi.
Dün gece yemeği hazırlarken bir elinde kadeh diğer elinde bıçakla birden sahneye fırlayıp oynamaya başlayan usta aşçı, oynarken salladığı dede yadigârını, başına iş açmasın diye açık keman kılıfının içine emaneten atmıştı. Sabah olunca da koyduğu yeri unutmuş, herkese bıçağı en ince ayrıntısına kadar anlatarak görüp görmediklerini soruyordu.
Tanrı ufak bir koşu kefaretiyle kabul etmişti yakarışlarını.
Yağmur iyice bastırmıştı.
Yıldırım bu defa sokağın ortasında çamurlu iki adamın tepesinde parladı.