Zaman zaman kendime mektuplar yazmayı adet haline getirmiştim bir süredir. Birkaç gün öncesinden postaneden mektubu gönderir, sonra da gelmesini beklerdim büyük bir heyecanla. Ya da gönderdiğimi mi düşünüyordum, o da ayrı bir muamma. Ama sabaha uyanır uyanmaz posta kutusuna koştuğumu çok iyi anımsıyorum.
Sabah rutinlerimden biri olmuştu posta kutumu kontrol etmek. Her sabah biraz umut, biraz merak, biraz da endişeyle posta kutuma gider, o gün “bana özel” ne gelmiş diye kontrol ederdim. Bir fatura ya da sigorta poliçesi bile gelse, içinde olumsuz durum yaşatacak bir şey de olsa, o zarfın üzerinde kendi adımı ve soyadımı görmek bana gururla karışık bir mutluluk verirdi. Gerçi günlük hayata izini bırakamayan kişiler basit şeylerden gurur duyulacak noktalar bulmaya çalışırlarmış. Benimkisi de o hesap.
Gerçekle hayalin arasında zikzaklar çizdiğim, gelgitler yaşadığım bir günde posta kutumda kendimin bana gönderdiği bir mektup bulmuştum. Hatta ilk anda yaşadığım şeyi anlamlandıramadığımı bile söyleyebilirim. Sonunda gerçekten gelmiş miydi mektubum yoksa hayal mi görüyordum ona bile pek emin değildim. Mektubu elime aldım. Fiziksel bir gerçekliği olduğunu ancak o an idrak edebilmiştim. Kafamda bin bir düşünceyle zarfı elimde döndürüp duruyordum. Ellerimin terden nemlendiğini bile parmaklarımın zarfta bıraktığı parmak izinden birkaç dakika sonra anlayabilmiştim. Benden bana gelen bu zarfın içinde yazan kelimelerin ne olabileceğine dair kafamda oluşan soru işaretlerini giderme vakti gelmişti. Titremesine ve nemlenmesine engel olamadığım parmaklarımla mektubu ucundan usulca yırtmaya başladım. İçindeki kâğıda zarar vereceğim endişesi, onu hızlıca açmama engel oluyordu. Gerçi mektubun içindekilerle yüzleşmeyi de geciktirmeye çalışıyor olabilirdim, kim bilir. En sonunda zarfı açmayı başardım. Üçe katlanmış beyaz kâğıdı elime aldım. Yüksek ama bir o kadar da titreyen ses tonuyla okumaya başladım: “Benim en büyük yanılgım, hikayemin sonunu değiştirebileceğimi sanmamdı.”
Tam bir yıl önceydi. Tam bir yıl önce bugün kendime ilk mektubumu yazmıştım. Üç kelimelik bir mektuptu bu ilk mektubum: “Hikayemin sonunu değiştirebilirim.” diye yazmış ve kendime göndermiştim.
Bir bohça almıştım ilk iş olarak kendime. Zaten başka bir şeye de gerek yoktu şu an için. Sonuçta yazardım ben, öykü yazarı. Başka türde yazmama gibi prensiplerim vardı benim. Sanatçı dediğin adam kendisine kurallar koyardı. Gerçi kural koymanın sınırlamak olduğunu da çok sonra öğrenecektim. Sınırlara mahkûm biri nasıl özgürce yazabilirdi ki?
Dedim ya ben öykü yazarıyım diye ama ilk öykümü yazmamıştım daha. Öykü yazmak öyle basit bir şey değildi. İşte bohçamı bu yüzden aldım. Adını da Kelime Bohçası koydum. Boşta kalan kelimeleri toplayacaktım. Hemen attım kendimi sokaklara. Önce top oynayan çocukların yanına geldim. Onların konuşmalarına dikkat kesildim. Ağızlarından çıkan ve boşa düşen kelimeleri attım bohçama. Gerçi bu kelimeler genelde küfürlerden ibaretti. Ama olsun, bu gayet normal değil miydi? Top oynayan çocuklardan edebi kelimeler çıksın beklenemezdi. Sonuçta kelime kelimeydi. Bohçam bomboştu, doldurmam gerekiyordu.
Çocukların yanından ayrılıp kahvehanede oturan emekli amcalarla işsiz güçsüz genç tayfanın yanına gittim. Önce bir çay söyledim yüksek telden: “Demli bir çaaayyy” diye bağırdım a ve y harflerini özellikle uzatarak. Kendimi buralara aşina biri gibi göstermeye çalıştım nedense. Çayımı yudumlarken yanımdaki masada okey oynayanlara kulak kabarttım. Okey taşlarının okey tahtasına dizilirken çıkardığı sesleri dinledim. Ortamda çıkan her sesi de kelimeleri attığım bohçaya sığdırdım.
Çayım bittikten sonra vakit kaybetmeden çıktım oradan. Dedim ya bohçamın dolması gerekiyordu. O gün dolaşabildiğim kadar sokaklarda dolaştım, gidebildiğim kadar yere gittim. Hatta yolda gördüğüm sokak hayvanlarının yanına da gittim, Saat Kulesi’nin altında yemlenen güvercinlere de. Tüm kelimeleri, tüm sesleri bohçama atıyordum.
Hava kararmaya başlıyordu. Kapanmadan önce postaneye uğramalıydım. Büyük bir özenle üçe katladığım ve içinde üç kelimelik yazı olan mektubu zarfa yerleştirdim. Alıcı olarak kendi adımı, adresimi yazıp mesainin bitmesini beklediği yüz ifadesine yansıyan memura verdim. Ardından evime doğru yola koyuldum. Bohçamı açarak topladığım kelimelerle kendime yeni bir hayat hikâyesi yazacaktım. Ama bu sefer hikâyenin yazarı ben olduğum için mutlu sonla bitirebilecektim. Titreyen ellerimle bohçanın ağzını açmakta zorlandım önce. Bu kadar sağlam bir düğüm attığım için kızdım kendime. Ama olsun, onları sağlama almalıydım. Güç bela açmayı başardığımda bohçanın içinden odama dolan kelimelerin büyüsüne kapılmıştım. Odamın her yeri kelime dolmuştu. Yatağım, masam, sandalyem, her yer kelimeydi, istediği oyuncağı alınmış bir çocuk gibi sevinçliydim.
Sırt üstü yatağa bıraktım kendimi. Havada uçuşan kelimeleri büyük bir keyifle seyrediyor, birini tutup birini bırakıyordum. İşte sonunda başarmıştım.
Tam bir yıl sonra aynı postanenin önündeyim şimdi. Elimde yine üçe katlanmış bir mektup var. Zarfın üstüne alıcı olarak yine kendi adımı ve adresimi yazdım. Geçen seferkinden tek fark, bu sefer beyaz kâğıtta daha fazla kelimenin yazılı olması. Daha doğrusu bohçamdan bana kalan sekiz kelime ile yarın bu mektubu okuyacak bana şunları yazdım: “Benim en büyük yanılgım, hikayemin sonunu değiştirebileceğimi sanmamdı.”