“başka sokakların baharlarını yazacaklar
bir biz bileceğiz
alnına yakın uçan kuşların sokağını
-İstanbul’un başka bir yerinde
b’aşka sokağımız yoktur”
Tilya Şen
“başka sokakların baharlarını yazacaklar
bir biz bileceğiz
alnına yakın uçan kuşların sokağını
-İstanbul’un başka bir yerinde
b’aşka sokağımız yoktur”
Tilya Şen
Odanın ortasına serilen çeyizin etrafında oturan kadınlar, yüreğinin kiler odasına sakladığı hikâyesinin adını andıkça, Kader elindeki çay tepsisini daha sıkı tuttu. Geçmiş, en çok neye benzer yahut hangi sözcük ona anlamca daha yakındı bilmiyordu ama eski mahallerinden gelen komşularının dillerinden dökülen her cümle Ömer’in yüzü olup, Kader’in tam karşısına oturdu.
– Ayşe, Ömer’i bulmuşlar doğru mu?
– Evet, Yurdanur Abla. Valla ne yalan söyliyim Ömer kaybolalı kaç hafta oldu, kaç
mevsim, kaç bayram geçti hepimiz unuttuk. Bayağı oldu di mi kız Zeliha Abla?
– Oldu tabii. Anası ve babası; kar kış, insanı kavuran sıcaklar demeden Ömer’in
fotoğrafına haftalarca sarılıp bir meydanda “Oğlumuz nerede?” diye sordular.
– Zeliha, ne meydanı kız? Karakollar var neden bir meydanda bekliyorlar bu kadar
anlamadım.
– Yurdanur Abla sende biliyorsun nezarete aldıkları geceden beri bu garibanların çalmadıkları kapı kalmadı. Dizlerinde derman kalmadı zavallıların. Onlar da napsın abla? Aynı kaderi yaşayan diğer ailelerle birlikte bir meydana oturuverdiler. Seslerini duyurmaya gayret ediyorlar.
-Deme kız öyle. O sahildeki büyük kayalar gelip göğsüme oturur gibi oldu sen söyledikçe.
– Nasıl buldular peki? Kim haber verdi anasına ve babasına? Size anlatmadılar mı?
Komşular, dillerini yutmuş gibi birbirlerine baktılar. Kader, odaya çöken sessizliğin karşısına dikilip, “Anlatın. Susmayın!” diye bağırmak istedi. Bir cevap bekliyordu komşularından yalnızca bir cevap.
Zeliha, odadaki sessizliği bozdu ve Yurdanur Abla’nın meraklı gözlerle beklediği soruya cevap verdi.
-Allah biliyor ya oğullarını aradıkları günden beri bir gün bile sormadık ne yaptınız ne ettiniz diye.
– Niye sormadınız kız? Kaç yıllık komşumuzdu onlar.
“Korku işte insanın yüreğine düştü mü bir türlü yakanı kurtaramıyorsun. O gün mezarlıktan döndüklerinde taziyeye gittik kolu komşu. Duamızı okuduk sonra acısına sabır diledik. Bizim kocalar aman çok oturmayın neme lazım diye önceden tembihledikleri için erken kalkmayı içimizden geçirirken anlattı bize Fatma Abla. O anlatınca ayaklarımız bu defa cesur davranıp bu acıyı bırakıp evine gidemedi.”
Zeliha, çayından bir yudum aldı. Keşke başka biri araya girip, devamını anlatsa diye içinden geçirdi ama herkes kaçabildiği kadar kaçıyordu yüreklerine ağır gelecek bu cümlelerden. Zeliha, anlatmaya devam etti.
“Bir sabah ısrarla çalan telefonla uyanmışlar. Karakoldan arayıp Cemal Abiyi sormuşlar. Cemal Abi telefonu almış. Kısa bir konuşmadan sonra tamam geliyoruz demiş. İkisi de heyecanlanmış birden. Fatma Abla, Ömer’in odasına umutlu bakmış bir an. Cemal Abi, susmuş. Hemen üzerlerini giyip, Taksici Necmi’yi aramışlar. Doğru karakola. Üç saat karakolda bekletmişler onları sonra amirin odasına girmişler. Amir konuştukça konuşmuş sonra neden çağırdıklarını söylemiş. “
Kader’le göz göze geldi Zeliha. Soğuyan çayından birkaç yudum daha alıp, bardağı elinde tuttu. Sözcükler ağzından tane tane çıkmaya başladı.
“Allah kimsenin başına vermesin bir avuç kemiği ayaklarının önüne koyarak buyurun oğlunuz demiş karakol amiri. Onlar hem torbayı hem gözyaşlarını sırtlayarak odadan ayrılmışlar. Dalyan gibi çocuk evine bir avuç kemik olarak geri döndü.”
Bir avuç kemik…
Ömrüne sığdıramadığı Ömer’in yokluğunu şimdi bir torbaya sığdırıp, evine göndermişler. Zeliha konuştukça, Kader, çığlığının ağzını sımsıkı tutup göğsüne bastırdı.
“Karakoldan çıkıp eve geldiklerinde bütün gece ağlamışlar. Fatma Abla, Ömer’in yatağında uzanmış, kemiklerini de sol memesinin altına bastırmış. Sabah ezanından sonra Fatma Abla, oğlum böyle toprağa girmesin diye kemiklerini yıkamış. “
Odaya yayılan Zeliha’nın ses, Kader’in yarasına tuz basıyordu. O yaranın sessizliğinden baktı herkese ve dinlemeye devam etti.
“Fatma Abla’nın parmakları, annesinin eteğine sarılan çocuklar gibi elindeki doksan dokuzluk tesbihe sarıldı. Oğlunun kemiklerinin üzerine döktüğü sıcak suyu, okuduğu duaları ve oğlunun kemiklerinin kefeni olsun diye dolabından çıkardığı beyaz çarşafı anlattı.
Yıkadım oğlumu güzelce. Sıcak suyunu döktüm, dualarını okudum. Hiç çıkarmadığım beyaz çarşafıma sardım oğlumu. Toprak, oğluma kirli demesin. Babasıyla beraber emanet ettik toprağa. Betonlar incitti onu sen sakın incitme diye tembihledik toprağı.
“Zaman bir yerde dursun istedik, o sıcak su hem kemiklerimizi hem de vicdanımızı yaktı be abla.”
Suskunlukları yerin kaç kat altıydı bilemediler. Hepsi birbirinden, konuşamadıkları gündüzlerden, perdeleri erken kapattıkları akşamlardan utandı. Fatma Abla ile Cemal Abi’nin yorgun günlerinde iki kap yemek yapıp götürmedikleri için komşuluklarından utandılar.
Akşamüstü yalnızlığı çöktü odaya. Herkes vicdanını alıp, çok uzaklara gitmek istedi ama gidecekleri tek yer belliydi. Herkesin çok konuştuğu ama hiçbir şey söylemediği evler.
Komşular, müsaade isteyerek ayağa kalktı. Kader ve Zeliha, kapının ağzında bir kez daha göz göze geldiler. Kader’in kahve falındaki yakışıklıyı gören, anlat kız kim bu yakışıklı deyip meraklı sorular soran Zeliha, bugün Kader’in bekleyişinin önüne bir avuç kemik koyup onunla vedalaşmıştı.
Kader, misafirleri yolcu etti sonra salonundaki çeyizini kaldırıp, odasına geçti. Yüzünü aynaya çevirip, saatlerce söndürülemeyen yangından sonra küle dönen bir eve bakar gibi kendine baktı. Cehennem bir ölümün ardında değildi, cehennem tam burasıydı. Onun için artık yeryüzü, yarım kalan hikâyelerin yakıldığı yerdi. Gardropa asılı gelinliği ve boy aynasının arasında aynı sözcükleri tekrarlayıp durdu.
“Kemik, Ömer, ev…”
O sırada annesinin telefonundaki sesini duydu. Yüreğinin kiler odasının kapısını bir daha açmamak üzere kapattı. Bütün anılarının üstünü beyaz çarşafla örttü.
“ Düğünümüz Nergiz Düğün Salonunda. İki gün sonra cumartesi günü saat yedide. Muhakkak bekliyorum sizi. Unutmayın cumartesi günü.”