Kendini Gerçekleştiren Kehanet
Öykü

Kendini Gerçekleştiren Kehanet

Selda Arslan Meçita

Oturmaktan bacaklarım uyuşmuştu ve daha yolun çeyreğini bile gitmemiştik. Ekspres dedikleri seferi seçmiştim, tek isteğim yoğun geçen kongrenin ardından bir an evvel evime ulaşmaktı. Hareketinden iki saat kadar sonra otobüs hızlı bir manevrayla terminale yaklaştı. İnen yolcular arasına karışıp muavini buldum. “Mola yok demiştiniz, niye durduk?” “Mola değil abla, yolcu indiriyoruz, beş dakikaya hareket ederiz.” “İyi bari” dedim. Yarım saat beklemeyeceğiz en azından.” Ayağa kalkınca tuvalete gitme ihtiyacı hissettim. “Tuvalete gidip gelsem olur mu?” diye sordum. “Sakın unutayım demeyin beni burada ha.”  Muavin 15-16 yaşlarında bir çocuktu. Göz kırpıp gülerek söylediğim bu sözü “Merak etme abla, bekletirim ben icabında otobüsü, seni almadan gitmeyiz,” diye karşıladı. Terminalin sağ tarafındaki tuvalete uçar adım gittim. Temizlik yapan bir abla vardı içeride, bir de o başa bela turnikeler. “Valla aceleyle indim otobüsten, yanıma çanta, para bir şey almadım,” diye ellerimi iki yana açtım. Abla beni baştan ayağa süzdü önce ve nihayet numara yapmadığımı anlamış olacak ki “Nasıl geçircem ben seni indi? Atla geç üstünden bakem, napem” dedi. Atladım turnikenin üzerinden. O an ablaya sarılıp öpmek geldi içimden, ama başka aciliyetim vardı. Çıktığımda ise onu göremedim.  Ama bir daha buraya yolum düşerse fazladan ödeme yapacağıma, kendime söz verdim. Gerine gerine indiğim alana geri geldim. Alanda hiç otobüs yoktu. Herhalde farklı kapıdan çıkış yapmıştım, diğer taraftaydı iniş biniş peronu. Hem benim indiğim yerde dört otobüs daha vardı. Hepsi de gidecek değildi ya. Kalp ritmimde ufak ufak artışlar cereyan ederken, içimdeki zayıf bir ses de “Yanlış kapıdan çıktın, sakin ol araçlar diğer taraftadır,” diye beni telkine çalışıyordu. Zihnim bu iki zıt düşüncede çarpışırken ayaklarım tüm terminali çepeçevre tavaf etmişti bile. Yoktu, inanamıyordum. “Açık Deniz” filmindeki gibi beni bırakıp gitmişlerdi işte. Ayaklarımda adım atacak hal kalmamıştı, oysa koşuyordum. Saçımda gözlük, üzerimde cırtlak pembe bir hırka, ayağımda spor ayakkabı ve jean ile öylece kalakalmıştım bomboş terminalin ortasında. Telefonum, laptopum, çantam, çantamın içinde cüzdanım, cüzdanımın içinde kartlarım neyim var, neyim yoksa hepsi otobüsteydi ve otobüsle gidiyordu. Ne yapacaktım burada, bu cıscıbıldak halimle? Acaba gözlüğümü rehin versem ya da satsam biri beni Ankara’ya kadar götürür müydü? Kafamda deli sorularla boğuşurken nasıl olduysa peron görevlilerinin olduğu bölmeye gitmek aklıma geldi. “Beni bırakıp gittiler, her şeyim otobüste kaldı… Söyleyin, arayın çabuk geri gelsinler. Çabuk beni alsınlar…” diye çığlık içinde derdimi anlatıyordum. Karşımdaki adam bana sakin olmam için bir şeyler söylüyordu ama ne diyordu onu anlayacak, duyacak kıvamda değildim. “Plakasını biliyor musunuz aracın?” sorusunu duyunca, film koptu. Araçtan indiğim ana ışınlandım. Şerit gibi akmaya başladı sahne gözümde. Otobüsten koşarak iniyorum, sonra da başımı çevirip otobüsün plakasına bakıyorum. Bunu yapmam pek, içtepisel bir hareket. “Ulan” diye içimden kıkırdıyorum “Hani, filmlerde olur ya otobüs bırakır gider, olsa ne komik olur ha… İhtimal mi canım, onlar filmlerde olur bir kere ha ha ha.” Aklımdan dakikalar evvel geçen bu düşünce seli kalp ritmimi artırırken, adam “Hanımefendi, hanım efendi,” diye beni dürttü ve geri döndüm. “Evet, evet biliyorum,” dedim. Bu bilgi sayesinde otobüsle daha hızlı bir iletişim sağlandı ama bu süre otobüse gittiği yolu geri gelmesinin mümkün olmayacağı kadar mesafe yaptırmıştı bile. “Merak etmeyin, sizi gelen ilk otobüsle göndeririz,” dedi peron görevlisi. Başıboş dolanan üç-beş kişiden başka kimse yoktu terminalde. Sandalyelerden birine oturmuş, panik içinde bacağımı sallayarak bekliyordum. Ankara’ya giden otobüsün altı saat sonra geleceği bilgisi ulaştırıldı, on beş dakika kadar sonra. “Sizi” dedi peron görevlisi biraz mahcuptu. “İzmir otobüsümüze alacağız, Ankara otobüsü bir yerde bekleyecek ve aktarma yapacaksınız.” “İyi de nasıl olacak?” demeye kalmadan karga tulumba İzmir’e giden otobüse bindirdiler. Kendi aralarında konuştular peron görevlisi ve İzmir otobüsü ekibi. Bana bıyık altından gülüyorlardı ama onların eğlencesine katılamayacak kadar dehşet içindeydim. Sert bakışlarımı görünce konuyu değiştirdiler. İstediğiniz yere oturun dedi muavin. Orta yaşlardaydı, başının ortası açılmıştı. Öne yakın tekli koltuklardan birine iliştim. Otobüs boş sayılırdı, benim dışımda sekiz kişi daha ya var ya yoktu. Yola koyulunca yanıma gelip karşımdaki koltuğa oturdu muavin “Geçmiş olsun” dedi. Tırnaklarımı kemirdiğimi görünce kafamı dağıtmak istemişti herhalde. Havadan sudan konuşup aklınca beni eğliyordu. “Nerede bekleyecekler acaba, ne zaman geçerim?” diye sorarak sohbeti noktaladım.  Yaşanan aksiliğe karşın araçlar arası iletişim takdire şayandı. Bir sonraki terminal çıkışında bekleyecekti beni otobüsüm. İçimi sevinç kapladı. “Eşyalarım” dedim “koltuğumdaydı onları emniyetli bir yere almışlar mı?” Muavin bilgisayar, telefon ve çantanızı almışlar koltuk üzerindeymiş deyince rahat bir nefes aldım. Sonra aklıma geldi. “Kırmızı kulaklığım, masadaydı müzik dinliyordum, onu da alsınlar emniyetli bir yere.” “Endişelenmeyin” dedi muavin  “Onu da almış arkadaşlar.” Aradan on dakika geçti geçmedi çay, kek ikramları yapıldı. En çok yirmi dakikaya da kendi otobüsüme geçecektim. Keyifle çayımı içtim. İndiğimde aklımdan geçen düşüncelere engel olmaya çalıştım,  olamadım: “Ya burada beklemezse ve İzmir otobüsü de çeker gider, indiğimle kalırsam?” Gözlerim aklımdaki plakayı ararken omzuma bir el dokundu. “Hanım efendi” dedi ses. “Otobüsünüzün inecek yolcusu olmadığı için bu terminale girmemiş. Sizi Anadolu yakasında bekleyecekler.” Yok artık! Bunun bir kâbus olduğunu umarak ve İzmir ekibinin beni oralarda mağdur etmediğine sevinerek hipnotize halde muavinin peşinden gidiyorum. Çok değil altı yedi dakika önce otobüsten inmeye ramak kala ki sevincimden şimdi eser yok. Sessiz, sakin ve son derece durgunum. Haziran sonu ve hava 43 derece. Araçta çalışan klima hararetimi almaya yetmiyor. Muavin elinde dondurma bana geliyor. “Daha önce de vermiştiniz,” teşekkür ederim diyorum. Sanki otobüsün terminale girmemesinin suçlusu oymuşçasına kendini affettirmeye çalışıyor. “Sıcakta iyi gider, alın.” Dondurmaya zaafım var, hayır diyemiyorum. “Teşekkür ederim.” İstanbul Avrupa yakasından Anadolu yakasına İzmir otobüsü ile Ankara otobüsünü kovalıyoruz. Günlerden pazar. İstanbul’un zaten zıvanadan çıkmış trafiğinin, misli misli katlandığı bir gün. “Başka gün olsa, iki-üç saatlik yol aslında, sizin şansınıza…” diyor muavin şansızlığımı yüzüme vurarak. Yol uzadıkça uzuyor.

 

Geçen iki saatin ardından İstanbul’un bitmek bilmeyen terminallerinden birinde daha durdu otobüs. Muavinler değişti. Bilet kontrol yapan bir görevli bindi araca, başka kimse yokmuş gibi gelip tepemde dikildi. “ Biletiniz ?” Yorgunluktan ve stresten bitkin düşmüştüm. Şimdi her şeyi sil baştan bir daha anlatmaya da mecalim yoktu. “Biletim yok” dedim.” Aval aval yüzüme baktı. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu bu kez göbeğini öne çıkara çıkara. “Ankara’ya.” “E bu İzmir otobüsü, yanlış binmişsiniz…” Sonra ne düşündüyse, uğraşmadı. Beni olduğum yerde bırakarak, ilerledi. “Avni abi,” diye bağırdı şoföre. “Aracında biletsiz bir yolcu var, üstelik Ankara’ya gidiyormuş” Sesinden hayli eğlendiği belliydi. Şoför “Tamam,” dedi “Haberim var.” Başka bir şeyler daha mırıldandılar, gürültüden duyamadım. “Eh iyi, haydi hayırlı yolculuklar” diye sağ elini havaya kaldırıp selam vererek indi otobüsün ön kapısından biletçi.

 

Üç farklı terminalde daha durdu otobüs ve hala kovalamaca sürüyordu. Bilmem ne kadar zaman sonra yeni muavin bana bir haber getirdi. “Neymiş otobüs bekleme yapamazmış. Eşyalarımı AŞTİ’ye bırakacaklarmış. Ankara’ya giden başka bir otobüse binip öyle gelecekmişim.” Nasıl oldu, ne söyledim, ne bitti hatırlamıyorum.  Otobüs beni terminal dışında başka bir alanda bekledi. İstanbul-İzmir-Ankara bağlantı noktasında bir yerde aktarma yaparak, kaç-kovalayı böylece bitirmiş olduk. Beş koca saat… Saçımdaki beyazlardan biri sanırım o günden miras. Tekirdağ-Ankara otobüsünün beni İstanbul’da unutup gittiği ve İstanbul çıkışına kadar İzmir otobüsüyle Ankara otobüsüne yetişmeye çalıştığım o günden.

 

Beni unutan çocuğu aradı gözlerim araca biner binmez ama bulamadı. Onca yolu bensiz gelen koltuğuma geçtim, oturdum. AŞTİ’de demir atınca otobüs, sevinçle indim aşağı. Diğer yolcuların itiş kakışı arasında bagaja ulaştım. Postüpüme uzanırken, valizime bir el dokundu. Başımı kaldırdım. Tanıdık bir yüz “ Hakkını helal et abla,” dedi başını yana eğerek. “Unuttum seni.” Ulan ben unutulacak biri miyim? İnsan üzerimdeki cırtlak renkli hırkadan yine aklında tutar beyinsiz,” diye suratına bir tane geçirmek istedim. Ama yapamadım. “ Senin yüzünden nasıl büyük bir stres yaşadım biliyor musun” diye sordum, yuttum diğer sözlerimi. Eşyalarımı gösterdim “Ya yetişemeseydik, ne olacaktı?” “Ben sana ulaştıracaktım abla onları…” diye savunmaya geçti. Benim olduklarına dair bir kâğıt bile verilmemişti elime. Hoş ben de istememiştim ya. “Daha yolcunuzu tanımıyorsunuz, binmiş mi, binmemiş mi farkında değilsiniz, eşyalarını nerden tanıyıp da emniyetle ulaştıracaktınız, kim kime dum duma,” diye kestim sözünü. Bir şey diyemedi. Otobüse biner binmez karşıma çıksa kalbini fena kırardım kesin ama Ankara’ya gelene kadar hayli zaman geçmiş ve rahatlamış olmamın tesiriyle de sinirim sıcakta buz gibi eriyip gitmişti. Uzattığı sırt çantamı aldım “Bi daha, dikkatli ol, başkalarına da yaşatma aynı şeyi” dedim. Sesim, yerime yurduma sağ salim gelmiş olmanın huzurunu yansıtıyordu. Gözlerinde samimiyet ve mahcubiyet vardı çocuğun. Belli ki o da korkmuştu. Eşyalarımı yüklendim. Yardım etmek istedi, izin vermedim. Bugünü hafızamdan silmek üzere yürüdüm, gittim.