Karlı dağların ayaza kestiği bir sabah, üç ülkenin çatısındaki Araf’a çıkıyorduk; dört vatansız mülteci ve bir de insan kaçakçısı kılavuzumuzla. Kurtlukta düşeni yemek kanundur, kurtlukta düşeni yemek kanundur, kurtlukta düşeni yemek kanundur… kafamın içinde bu söz dönüp duruyor, bana güç veriyordu. Şakası yoktu! Sonra ne oldu da ayrı düştüm onlardan? Anımsamıyorum. Karlara gömülmüştüm. Pek de derin olmayan bir çukurun dibindeydim. S.’tiğimin g.tleri arkalarına bile bakmamış, bırakıp gitmişlerdi. Sanki ben olmayınca daha kolay kabul görecek, daha iyi ve paralı iş bulacaklardı. A.’ına koyayım hepsinin! Bir zamanlar vücudumu taşıyan bu bacaklar şimdi benim miydi? Ayazın, buzun soğuğundan vurgun yemiştim. Sıcak bir yatakta olsaydım şimdi ve karımın baharatlı kokusunun içine girip düşler büyütseydim. Sonra da bir tas sıcak tarhana! Başka ülkelerin baharları çok uzak bir düştü!
Sınır devriyesinin ara ara laf olsun diye sıktıkları kurşun sesleri kesildi nicedir. Bir helikopter atmaca olmuş dönüyor tepemde. Görmüş olabilir mi beni? Sanmıyorum. Yoksa avına sert bir dalış yapardı.
Parmağım hâlâ tetikte. Dayanın, diyorum parmaklarıma. Dayanın! Buza kesmeyin sakın, ayaklarım gibi!
Helikopterin patpatları yok artık. Bir sessizlik çöktü dağlara. Bulutlar bile kıpırdamıyor sessizliği bozmamak için. Düşmeden görmüştüm, tutunmak için şurada bir yerlerde çalılıklar olacaktı. Çıkmalı, gitmeliyim! Önce ellerimi uzatıyorum çukurdan dışarı. Tüm güçsüzlüğümle avuçluyorum karları ve başımı uzatıyorum sonra. Bacaklarım tutmuyor, anlaşılan sürünmem gerekecek.
İlk soluğumu ciğerlerime çekemeden daha, gözlerime kilitlenmişti bir çift göz. Akı yoktu bu gözlerin! O kadar yakınım ki bu kanlı gözlere. Hiç tanımadığım bir korku ve şaşkınlıkla donup kalıyorum. Dağların buzdan bir parçasıyım artık. Titremiyorum. Dimdik kulakları, siyahın değişik tonlarındaki tüyleri ve keskin dişleriyle Hades’in cehennem Bekçisi Kerberos! Dante değil miydi, önce cehennemi gösteren?
Vücudunun ağırlığını arka ayaklarına vermişti, karları sessizce kucaklayan ön ayakları ellerime dokunuyordu. Gerilmiş yay gibi duruşuyla, saldırdı saldıracaktı. Kulaklarımdan beynime ulaşan öfkeli ama alçak tondan hırıltısı düşmancaydı.
Neredeyse birazdan öpüşecek iki sevgili kadar yakındık birbirimize. Gözleri gözlerime çivili, betimsiz fırtınalar estiriyordu içimde.
Nasıl da benimkilere benziyor kanlı siyah gözleri.
Nefessiz yaşanmıyor elbet. Parça parça, ağır ağır, kekik otlarının üstüne konmuş kelebeğin kanatlarını kıpırdatmak istemezcesine bırakıyorum soluğumu.
Soluğumu bıraktım. Nasıl yeniden soluk alacağımı düşünüyorum şimdi. Ağır ağır ve sessizce soluklanıyorum yine. Duyumsadı sanırım, burun delikleri biraz daha açıldı. Burnu ve dişleri arasından çıkardığı dumanla karışık hırlama, kımıldama, diyor, kımıldama! Gözlerimiz hâlâ birbirine kilitliyken.
İşte, diyorum kendi kendime, birazdan cehenneme ulaşacağım. Ben ki fırtına olup esmişim. Esmişim de dağların fırtınası hafif bir yaz esintisi gibi kalmış. Söz kesmişim kendimle; çocuklarımla, karımla! Ebemkuşağından daha bir parlak ışık olup yarınlara sarkacağız diye. Söz kesmişim; sevdiklerimle ılık bir rüzgâr gibi esmeye.
Tanıdın değil mi dağların bin bir çiçeğiyle harmanlanan kokumu!
Ne o, beni dinliyor gibisin?
Ben ki binlerce karanlık kuşatmadan, ırmağına ulaşan yağmur suyunun sessizliğinde akıp geçtim yüzyıllardır. Uçakların, bombaların, topun, tüfeğin sarmalına, mavzerimin tetiğinde türküler söyledim.
Vurulup düştüğüm de oldu boylu boyunca.
Yangınlara sarınsa da yüreğim, ağıta durmadım hiçbir zaman ve hep filizlendim düştüğüm toprakta!
Ne oldu? Hırlamaya başladın yine?
Böylesi ölümlerle kol kolayım ben. Ama şu iki kazma dişinin arasında boğazlanmayı düşünmemiştim hiç! Tutsak aldın beni. Kıpırdamayı bırak, nefes alamıyorum. Şöyle bir atılmak istiyorum boynuna. Var gücümle sarılıp, sıkmak, sıkmak!
Algıladın mı içimden geçenleri, daha bir hiddetle hırladın?
Sen de hep öyle duracak değilsin ya. Kurşun gibi fırlayacaksın birazdan üzerime. Ayaklarınla üstüme abanıp, dişlerini boynuma geçireceksin. Veya olduğun yerden hiç kıpırdamadan kurtluğuna yaraşır biçimde ağzını açarak, yüzümün yarısını koparıvereceksin. Belki peşi sıra uluyarak sürünü ziyafete çağıracaksın sonra. Koşup gelecekler. Sayısız aç dişler sırasını bekleyecek, benden pay kapabilmek için. Sen de kostak kostak yürüyüp, sürüne, çalımını atacaksın!
Soluklanmak istiyorum. Sığınağın nemli havasından başımı uzatıp, sabahın serinliğinden bir parça koparmak istiyorum. Derin bir nefes çekiyorum. Aç soluğun soluğuma karışıyor. Gözlerim kanlı gözlerinde.
Hadi ulu artık! Bak sınır devriyelerinin düdük sesleri de geliyor. Uluman ikimizin de sonu olacak. Ama nereden bileceksin ki bunu!
Elimi kaldırıyorum yavaşça. Dişlerinin üzerinde gezdirdiğim parmağımı dudağına götürüyorum. Sus, diyorum sessizce. Sus!
Şaşkınlık dalgalanmaları oluyor kanlı gözbebeklerinde. Beklemiyordum aslında bunu. Gülümsüyor gibiydi. Dilini tüm yapışkan ıslaklığıyla gezdirdi yanağımda ve arkasını dönüp gitti.