Piraye Hanım’ın Sürprizi
- 25 Nisan 2025
Bir kaç kez yolum düştü Toulouse’a, her defasında kırmızı tuğlanın egemenliğinde giderek daha fazla kızıla çalan evleri, kiliseleri ve kuleleri şaşkınlıkla seyreyledim. Adı “Yeni”, kendisiyse Paris’teki ikizi gibi bir hayli eski olan köprünün altından akan Garonne ırmağının yorgun sularını da. “Yorgun” diyorum çünkü tarihi iki bin yıl öncesine dek giden bu kent henüz yokken de Garonne’un suları vardı. Ve şimdi olduğu gibi o zaman da ağır aksak akarken eskinin olağanüstü günlerini sürüklüyorlardı peşleri sira. Yorgun ve bulanıktılar. Refah ve barıştan ziyade şiddet ve yoksulluğu çağrıştırıyorlardı.
Toulouse ‘a gelişlerimde dikkatimi öncelikle çeken, kırmızı tuğlayla örülmüş duvarları ve iki yanındaki beyaz sütunlarıyla Babil Kulesi gibi gökyüzüne yükselen Saint-Sernin Kilisesi oldu. Yalnızca Fransa’nın değil Avrupa’nın da en büyük roman kiliselerinden olan bu eşsiz yapı, Capitole Alanı’yla birlikte Toulouse’un simgesiydi. Adını Roma döneminde yaşamış, azgın bir boğanın yerde sürükleyerek öldürdüğü azizden alıyordu. Aziz Sernin Jüpiter’e kurban kesmeyi yadsıdığı için idam edilen ilk hıristiyanlardandı. O günden bu yana hoşgörüyle yıldızı hiçbir zaman barışmamış gaddar yönetimlerin ölüme mahkûm ettiği insanları anımsamış, bu günlere kolay gelinmediğini düşünmüştüm. Mazdeizmden kaynaklanan inançları nedeniyle katolik kilise tarafından “sapkın”lıkla suçlanan Katarların Toulouse ve çevresindeki bölgelerde nasıl kılıçtan geçirildiklerini de biliyordum. Ne var ki bu kent trajik tarihine karşın kendine özgü mimarisi ve Capitole Alanı’nın çekim gücüyle vardı benim için, bir de “Cancan Dansı” yapan Moulin Rouge yosmalarını çizip boyayan, onlarla düşüp kalkan o kambur ve cüce ressamın adıyla anıldığı için. Kentle ressam aynı adı taşıyorlardı ama, Toulouse-Lautrec Toulouse’u değil Paris’in eğlence hayatını ölümsüzleştirmişti yapıtlarında. Toulouse’un iki bin yıllık tarihini yirmi dokuz tabloda tasvir eden sanatçıysa, bu kente her gelişimde ayrıntılarıyla incelemeye çabaladığım, Capitole Alanı’ndaki kemerlerin üzerine nakşedilmiş fresklerin yaratıcısı Raymond Moretti’ydi.
Bu kez Marguerite Yourcenar Ödülü’nün seçici kurul üyesi sıfatıyla geldim Oksitan bölgesinin kırmızı kentine. Gelir gelmez de postu Florida Kahvesi’ne serdim. Yüksek pencerelerle beyaz sütunlardan oluşan görkemli ön cephesi ve çatısına tünemiş taş yontularıyla Belediye Meclis Binası her zamanki gibi karşımdaydı. Notre-Dame du Tour’un çirkin kulesiyse Saint-Sernin Kilisesi’nin heybetli duruşuna gölge düşürse de, arduvaz çatıların göğe yükselmesine engel olmuyordu. Roman mimarinin en güzel örneklerinden birine Fransa’nın en seçkin kahvelerinden birinin terasından bakmanın ayrıcalığını düşündüm. Ve gerçekte Toulouse’u tahminimden çok sevdiğimin, eski bir sevgiliymiş gibi neredeyse ona bağlandığımın farkına vardım.
Toulouse’un nabzının burada attığını, yalnızca alanı çevreleyen yoğun hacimli yapılar ve kahvelerin değil yan sokaklardaki dükkânlarla lokantaların da kenti ziyaret etmeye gelen meraklı bir müşteri kalabalığına hizmet vermekte yarıştıklarını söylemeliyim. Toulouse konuksever bir kent, kitle turizminden payına düşeni aldığı da doğru. Ama kendini beğenmiş bir kent değil, benmerkezci de sayılmaz. Her ne kadar Toulouse’a ilk gelişimde tanıştığım şair dostum Serge Pey bana imzalayıp hediye ettiği Irmak Ve Kent adlı kitabında Capitole Alanı’nın ıssızlığından söz etse de, bunun tam tersi geçerli. Toulouse’un pembe granit taşlarıyla döşeli bu tam dikdörtgen, çok geniş alanını bir uçtan bir uca kateden kalabalığı görmezden gelemeyiz. Bir bara tüneyip şarap ya da “ricard” kadehlerini peş peşe yuvarlayanları da. Bara tünemiş olmasam da oturduğum iskemleden Raymond Moretti’nin hünerine bakmanın heyecanını yaşadığım için kendimi şanslı sayıyorum. Yirmi dokuz tablo içinde beni en çok etkileyenin bu alanda infaz edilen portresi olduğunu itiraf etmeliyim.
Montmorency Dükü Henri’nin XVI. yüzyılın başlarında Montmorency ailesi Fransa’nın en güçlü ailelerinden biriydi. Yalnızca geniş topraklara değil kale ve şatolara da sahipti. Tarihçiler Henri’nin (1595-1632) “yiğit, cömert, şahane, halk tarafından çok sevilen” bir şahsiyet olduğu görüşünde birleşiyorlar. İlk evliliğinde gerdeğe girememiş, ikincisinde gözü dönmüş bir katolik tarafından katledilecek kral IV. Henri’nin evlilik dışı bir ilişkisinden olan kızıyla mutluluğu aramış, en sonunda kendisinden çocuk sahibi olamasa da Felice’de karar kılmıştı. Kadınlarla arası pek yoktu, diyeceğim, ama savaşmaktan yılmayan, gözüpek bir komutan, kraliyet donanmasının amiraliydi. Ta ki o dönemin muktediri Kardinal De Richelieu’yle arası açılana dek. Önce Richelieu’nün, sonra Orleans Dükü’yle birlikte kendisine suikast hazırladığı suçlamasıyla kral XIII. Louis’nin hışmına uğradığında “Fransa Mareşali” rütbesinin bile pek işe yaramadığını görecek, tutuklanıp hapse atıldıktan bir süre sonra idam edilecekti. İnfaz buradan az ötede, Capitole’e bitişik sessiz bir avluda, kral IV. Henri’nin heykelinin altında gerçekleşti. O da, pek çok soylu idam mahkûmu gibi, “işini laikiyle yap!” diye fısıldadı cellâdın kulağına. Ve öyle oldu. Kardinal Richelieu de, kendi açısından Montmorency Dük’üne bir iyilikte bulunmuş, öngörüldüğü gibi asi komutanın halkın gözü önünde değil, kuytu bir avluda idam edilmesini sağlamıştı.
Montmorency Dük’ünün idamından (1532) on üç yıl öncesine dönersek, üçüncü eşi Félicie des Ursins’in Toulouse’a dönüşünü coşkuyla kutlayan kalabalığın aynı gün bir bilge kişinin idamını da coşkuyla kutladığını söyleyebiliriz: Lucilio Vanini. Bu panteist eğilimli din adamı Napoli kökenliydi.Koyu bir katolikti aslında, ama tanrının varlığını doğada aramaktan da geri kalmıyor, yazdığı kitaplarda öbür dünya inancını sorguluyordu. Avrupa’nın çeşitli kentlerinde yaşamış, sonradan kitaplarını yasaklayacağı Sorbonne’da okumuş, derken Toulouse’a yerleşmeye karar vermişti. Kentin Belediye Meclisi üyeleri tarafından “tanrıtanımazlık”, “büyücülük” ve “şehvet düşkünlüğüyle” suçlandığında otuz dört yaşındaydı. Dünya nimetlerine doymuştu belki, ama bilgiye, öğrenmeye, düşüşünmeye doymamıştı. Çağdaşı bir tanık şöyle betimliyor dış görünüşünü : “Biraz zayıf, sakalı kestane rengi, burnu uzun gözleri ışıltılı, boylu boslu”. İç dünyasınıysa geride bıraktığı kitaplarıyla üzerine yazılan biyografilerden biliyoruz. Her türlü fanatizme karşı özgür düşünceyi savunuyor, dünyadan kâm alınması gerektiğini göz ardı etmiyordu. Kendini haklı gerekçelerle savunmuş olsa da yargıçlarını ikna edemedi. Ve dili kopartıldıktan sonra yakılmak suretiyle idam edildi Vanini. Ona son uykusunu uyuyabileceği bir mezarı bile çok gördüler.
Toulouse’un tarihi çok eskiye, neolitik döneme dek gitse de kentin Romalılar tarafından kurulduğunu, uzun yıllar Vizigot ve Merovenjlerin yönetiminde kaldıktan sonra XIII. yüzyıldan itibaren Fransa krallığına dahil edildiğini söylemek daha doğru olur. Bu süreci ayrıntılarıyla anlatacak değilim. Yalnızca kentin simgesi, vazgeçilmezi olan bir mekândan, burada gerçekleşen dehşet sahnelerinden söz etmek istiyorum.
Capitole Alanı denildiğinde katolik kilise tarafından ilk fırsatta kılıçtan geçirilen Katarlar’ın yanı sıra Engizisyon kurbanlarından da söz etmek gerekiyor. Şöyle ki: XIII. yüzyılda papanın girişimiyle kurulan Engizisyon mahkemesi yalnızca “sapkınlar” 1 Capitole Alanı’nda yakmakla yetinmedi, daha önceden idam edilmişleri de mezarlarından çıkarıp halkın sevinç çığlıkları arasında yakarak kül etti.XIV. yüzyılda Katarlarla birlikte Yahudiler de katliama uğradılar. Engizisyon’un başlattığı idamları veba salgının kurbanları izledi, ardından da yüzyıl savaşı. Derken yangınlar, yıkımlar, isyanlar peşpeşe geldi.Diyeceğim en güzel kahvesine postu serip gelen geçeni keyifle seyreylediğim, şarabımı yudumladığım Capitole Alanı her zaman günlük güneşlik, böylesine özgür ve güvenli değildi, bu mekân kötü günler, ölümler, kırımlar, kıtlıklar da gördü.
XVI. yüzyıla gelindiğinde, din savaşları boyunca Toulouse da katolik- protestan çatışmasından payına düşeni aldı. 1532 de otuz iki “sapkın” yakıldı, bir yıl sonra hukuk öğrencisi Jean de Catuce, Rabelais’nin deyimiyle << balık gibi kızartıldı”. 1538 de Engizisyon yargıçlarından Louis de Rochette bile din çatışmasının kurbanı oldu, boğularak idam edildikten sonra cesedi alevlere teslim edildi ; bu garip infazın ardından protestanlar on sekiz kurban daha verdiler, kurbanların tümü yakılarak idam edildi. Bu yetmiyormuş gibi her iki mezhebin de taraftarları kanlı çatışmalar sonunda birbirlerini acımasızca yok ettiler. Çok sayıda protestanın Bartelemy Yortusu’nda olduğu gibi katledilmeleri Fransa’da din savaşlarına son veren Nantes Fermanı’nın ilânına dek aralıksız sürdü.Evet bu güzel, insanların özgürce dolaştığı bu kalabalık alanda bir zamanlar kan gövdeyi götürdü. Toulouse biraz da bu alanda olan bitenlerden, şiddet uygulayan egemen güçlerden alıyor kırmızı rengini. Anımsamakta yarar var.
Toulouse deyince yalnızca Capitole ile Saint-Sernin Kilisesi’nin alımlı çan kulesi gelmiyor aklıma, inançları nedeniyle, kimi zaman da merkezi yönetime başkaldırdıkları ya da düşüncelerini dile getirdikleri için Jean de Cadurco gibi saçları kazındıktan sonra yakılanları da düşünüyorum. Ve Claude Nougaro’nun ünlü şarkısı yankılanıyor içimde
Nasıl da uzaksın memleketim nasıl da uzak
İçimde kıpırdıyor Midi Kanal’ının yeşil suları
Ve Minimas’ın kırmızı tuğlaları
Ey Toulouse, benim memleketim!
Çakıl taşlarından bir sel yuvarlanıyor şivende
Şiddet nakşedilmiş mor menekşelerine
“Şiddet” sözcüğü Toulouse’un tarihiyle özdeşleşiyor kimi zaman. Örneğin Pierre Bayle şöyle diyor: “Hiç kuşku yok Toulouse tarih boyunca Avrupa’nın en fanatik kentlerinden birisi olmuştur, protestanlara duyduğu nefret dünyada eşine az rastlanır bir nefrettir”.
Kentin önemli kararların alındığı özerk bir Belediye Meclisi’ne sahip olması ne yazık ki bu gerçeği değiştirmiyor. Ama benim Toulouse❜la olan sevgi bağımı da engellemiyor. Mor menekşelerin Nougaro’nun şarkısındaki gibi şiddetin simgesi değil aşkın ilânı olmaları gerekir diye düşünüyorum.