Kumların Kadını’na Aynalardan Bakmak

Kumların Kadını’na Aynalardan Bakmak

İlkay Noylan

Zeynep Erk Emeksiz anısına

1962 yılında yayımlandığında yazarına dünya çapında ün kazandıran Kumların Kadını romanı, 1964 yılında Hiroshi Teshigahara tarafından filme çekildi. Yaklaşık iki buçuk saat süren siyah beyaz film, Japon Yeni Dalga avangart psikolojik gerilim ve drama olarak nitelendiriliyor. Kitapla örtüşen başarılı bir film uyarlaması olduğunu söyleyebilirim. Filmdeki müziğin son derece rahatsız edici, zihni uyarıcı, korku filmlerindeki gibi tedirgin edici yanı var.

 

Kumların Kadını, metaforik okumalara çok açık bir kitap. Nesnel üçüncü tekil anlatıcıyı seçmiş Kobo Abe. Yalnız iki buçuk sayfalık bir bölümü birinci tekil anlatıcıyla yazmış.

 

Kumların Kadını’nda ana karakter hem öğretmen hem de entomolog (böcek bilimci) olan Cumpei Niki’dir. En büyük amacı çift kanatlılar grubundan yeni bir böcek türü bularak entomoloji ansiklopedisinde bir böceğin adının yanında kendi adını sonsuza dek literatüre geçirmek, insanların hafızalarında kalmaktır. Yaptığı araştırmalarda, çölün tipik canlılarından kaplan sineğinin yaşam alanı olan kumluklara karşı büyük ilgi duyar ve kumlarla ilgili bulduğu her şeyi okur. Araştırması ilerledikçe kum denen şeyin ne kadar ilginç olduğunun daha da farkına varır.

 

Bir ağustos günü, çalıştığı kurumdan üç günlük izin alarak aradığı böcek türünü bulabilmek için tek yönlü biletle, buharlı trenle yarım günlük mesafedeki sahile yolculuk yapar. Trenden indiği gibi otobüse biner ve son durakta iner. Kumluk alanda yürürken karşılaştığı köye dikkat etmez. Her yerde çöle benzer büyük kum tepeleri vardır. Aradığı böcek türünü bulabilmek için deniz kıyısına kadar iner.

 

Cumpei Niki, gezintisi sırasında aradığı sineği bulamasa da kayda değmeyecek birkaç böceği, böcek öldürme şişesinin içine hapseder. Su matarası, böcek yakalama ağı, tahta kutusu boynunda asılıdır. Çevrede gezinirken kum yüzeyinin altında kalan kuyuya benzer bir yerde tek tarafı kumdan duvarın içine girmiş küçük bir ev görür. İlginç bulduğu evin fotoğrafını çekerken yanı başında öksürük sesi duyar, sahildeki balıkçılardan biri olduğunu tahmin ettiği yaşlı adamla sohbet etmeye başlar. Adam panik hâlinde onun valilikten gelip gelmediğini anlamaya çalışır. Cumpei Niki’nin yaptığı araştırmanın valilikle ilgisi olmadığını anlayınca çok rahatlar. (Sonradan öğreniriz ki yasadışı şekilde tuzlu deniz kumunu şehirdeki inşaatlara satıp, insan alıkoydukları için valilikten gelecek birileri onlara sorun yaratabilir.) Dönüş otobüsünün saatini kaçırdığı için geceyi geçireceği bir yer bulabileceğini söyler yaşlı adam ona. Köy kooperatifinin önünde buluşmak üzere sözleşirler. Kooperatifin giriş kapısı üzerinde yatay bir plakada büyük harflerle KÖYÜNÜ SEV yazmaktadır. Cumpei Niki’yi götürdükleri ev, fotoğrafını çektiği evin bir benzeridir. Ona refakat eden adam aşağıya karanlığın içine doğru seslenerek ev sahibi kadınla konuşur. Konukluk üzerinde anlaşılır. Onu getiren adam, çukura inmeden köye döner. Cumpei neredeyse dimdik kumdan duvar boyunca sarkan ip merdivenle kafasının üzerine kumlar yağa yağa aşağıya iner.

 

Ev sahibi otuzlu yaşlarında, hoş, minyon biridir. Heyecanını, sevincini gizlemekte zorlanan kadın büyük bir misafirperverlikle konuğunu karşılar. Bu sıcak karşılanmadan memnun kalır Cumpei. Yoksa kalınacak gibi değildir ev: Duvarlar döküktür. Kâğıt kapıların yerine hasır paspaslar asılmıştır. Tüm pencerelerde tahta levhalar çakılıdır. Zemindeki hasırlar çürümeye yüz tutmuştur. İçeride, yanık kumun her yeri saran ağır, kötü kokusu vardır.

 

Kendi aralarındaki konuşmadan bir tane el lambası olduğunu anlarız. Banyo yapmak, hiç olmazsa su dökünmek isteyen adama kadın öbür gün banyo yapabileceğini söyler. Cumpei yüksek sesle gülerek, burada sadece bu gece kalacağını yarın gideceğini söyler. Kadın aniden gerilir, hareketleri sertleşir. Cumpei az önce son derece sevimli olan kadının değişen tavırlarını anlayamaz, banyo meselesini uzatmaz. Kadın sofrayı kurar. Yemeğe başlamadan önce büyük bir kâğıt şemsiye açarak adamının üzerine tutar. Böyle yapmazsa yemeğin kumla dolacağını söyler. Çatı yeni olmasına rağmen tavandan aralıksız kum yağmaktadır. Sohbetleri sırasında kadının, ortaokulda okuyan kızının ve kocasının geçen seneki kum fırtınasında kümese bakmak için dışarıya çıktıklarını, şelale gibi akan kumların altında kalarak öldüklerini öğreniriz.

 

Gecenin ilerleyen saatinde bir kişilik daha boş tenekeyle kürek atılır yukarıdan aşağıya. Adam kendisi için teneke ve kürek getirilmesine anlam veremez. Kadın son derece manipülatif şekilde durumu idare eder. Tek lambayı adama bırakıp geniş bir hasır şapka taktıktan sonra evin dışına çıkar. Kum küremeye başlar. Adam, bir duvarını şekilsiz kum yığınının kapladığı arka odaya göz attıktan sonra kapının önüne, tenekelere canhıraş kum dolduran kadının yanına çıkar. O da kum küreyerek kadına yardımcı olur. Gece boyunca sabaha kadar kürenen kumları toplayacak sepetçiler, yandaki evden gürültülü bir kamyonla gelerek kum dolu tenekeleri orada kurulu sabit çıkrıkla yukarıya çekerler. Sabaha kadar sürecek bu rutin kum küreme işinin her gece tekrarlandığını anlarız. Adam, işlerinin zor olduğunu söylediğinde kadın memleket sevgisiyle bağlayarak “Köyünü Sev” düsturuna çok bağlı olduklarını söyler.

 

Ertesi gün öğleye doğru huzursuz bir uykudan uyanır Cumpei Niki. Göz pınarlarına, dişlerinin arasına varana dek her yeri kumlar içindedir. Su aramak için ocağa doğru gider. Ocak boşluğunun arka tarafında kadın çırılçıplak yatmaktadır, sadece yüzünde kumlardan korunmak için bir örtü vardır. Cumpei ağzını çalkalarken ilk defa suyun bir mucize olduğunu düşünür. Gömleği, pantolonu, ayakkabıları kumla dolmuştur. Aceleyle giyinip utanmaması için kadını uyandırmadan dışarıya çıkar. Kooperatife uğrayıp kadına iletilmek üzere konaklama parasını vermeyi düşünür. Kızgın güneş gözlerini kamaştırsa da birden donakalır çünkü dün gece boyunca yerinde olan ip merdiven artık orada yoktur.

 

Merdivenin içine gömülmüş olabileceği düşüncesiyle kumdan duvarı eşelemeye başlar. Bulamayınca kumdan duvara tırmanmaya çalışır. Başarılı olamaz. Evin çevresini dolaşır. Tüm çabalarına, vazgeçmeden bir çıkış yolu aramasına rağmen kurtuluş yoktur. Sonunda kadını uyandırır. Yukarıya nasıl çıkacağını sorar. Kadının garip hareketlerinden ve suskunluğundan anlar ki kapana kısılmıştır.

 

Bundan sonraki günler, haftalar adamın kaçma planları yapma ve bu planların sonuç vermeyişiyle sürer. Adam denemekten vazgeçmez. Buradan gitme düşüncesi bir an olsun aklından çıkmaz. Tüm hamlelerini bu hedef için yapar.

 

Cumpei Niki yine kaçmaya çalıştığı bir gün fena hâlde düşer, kumun altında kalır, bayılır. Ağır olmayacak şekilde yaralanır. Ancak doktor getirmezler. Bakımını kadın yapar. Cumpei Niki bir hafta boyunca kum küremez, kadına yardım etmez, yataktan çıkmaz, oldukça hastaymış numarası yapar. Yalnız başına çalışmak zorunda kalan kadın daha fazla yorulur. Kadının yalnız başına kum kürediği bir gece adam doğru zamanı kollar. Kadının boş bulunmasından yararlanarak onu kıskıvrak yakalar, eve götürür; ağzını, ellerini, ayaklarını bağlar. Her zamanki gibi kum dolu tenekeleri almak niyetiyle gelen sepetçiler kadına seslenirler, kadından ses gelmez ancak kumdan duvarın kuytusuna sinmiş Cumpei hızla atılarak tenekelerin taşındığı halata sarılır. Kadını bağladığını, kendisini yukarı çekmemeleri hâlinde kadını çözmeyeceğini haykırır. Kısa bir tereddütten sonra sepetçiler onu yukarıya çekmeye başlarlar. Yolun yarısında halatı salarlar, Cumpei Niki yere düşer. Altında kalan böcek kutusu kırılır. Onun şaşkınlığından yararlanarak halatı yukarı çekerler. Kaçma girişimi bu defa da başarısız olmuştur. Cumpei Niki söylediğini yapar, kadının bağlarını günlerce çözmez fakat bu arada bahçe, evin çatısı, içi, her yer kumla kaplanmıştır. Yiyecek ve su tükenmiştir. Susuzluk Cumpei’nin tüm kararlılığını ve direncini kırar. Daha fazla dayanamaz, kadının bağlarını çözer. Teslim olduğunu, kadına yukarıdakilerden su istemesini söyler. İstedikleri gibi çalışıp kum küreyeceğini çaresizlik içinde belirtir. Kısa sürede yukarıdan halatla bir kova su indirilir. Kumların tenekelere doldurulduğu rutin hayat yeniden başlar. Cumpei görünüşte teslim olmuş, kendisine biçilen kadere uyum sağlamıştır ancak kaçma planlarından hiç vazgeçmez.

 

Cumpei Niki’nin kadından uzak durmaya çalışma girişimleri hep başarılı olmuştur. Kadının cazibesini balın tatlı kokusuyla avını kendine çeken etobur bitkilere benzetir. Onunla birlikte olursa işte o zaman köydekilerin kendisi üzerinde tam hakimiyet kuracaklarından endişelenir. Ancak tüm sakınmalarına rağmen sevişme kaçınılmazdır, birlikte olurlar.

 

Cumpei, kadına kendisi gibi alıkonulan başka adamların olup olmadığını sorar. Köyde iş gücüne ihtiyaç olduğu için her ne sebeple olursa olsun buraya gelen erkekler alıkonuluyordur. Köyün coğrafyası hakkında gizliden laf alır kadının ağzından. Kooperatif, içinde erkek olan evlere haftada bir sigara ve içki dağıtmaktadır. Yiyecek, su, içki, sigara, her türlü ihtiyaç malzemesi hep yukarıdan halatla aşağıya indirilmektedir.

 

Adam, kadından gizli gizli, kendi yedek gömleğini ve kadının fırtınada ölen kocasının giysilerini söküp parçaları birbirine bağlayarak beş metrelik bir halat yapar. Kaçmayı planladığı günün önceki akşamında kadına içki içirir. Kadının derin uyuduğundan emin olunca yerini öğrendiği bahçe makasını ve evin arkasında kumların içine sakladığı halatı birbirine bağlayıp kement gibi kullanarak kaçmayı başarır. Hava kararana dek bir kulübede saklanır. Köyün etrafından dolanıp kaçmaya çalışırken peşine düştüklerini anlar. Köylüler ellerindeki fenerlerin ışıklarıyla Cumpei Niki’nin iyice panik olmasını sağlayıp, fark ettirmeden onu belli bir yere doğru sürerler. Sürdükleri yer bataklıktır. Bataklığa gömülen Cumpei Niki yardım çağrısında bulunur. Ayaklarına tahta paletler geçiren adamlar yanına gelip çevresindeki balçığı küreklerle kazarak onu kurtarır, yeniden kuyusuna götürür, iple indirerek kuyuya bırakırlar.

 

Bir yıldır kumların içinde gezinmekten bunalım geçirmek üzere olan Cumpei Niki, gençlerle birlikte sepet vardiyasına gelen yaşlı adamla konuşur. Ara sıra dışarıda gezinmelerine izin vermelerini ister. Yaşlı adam bunun bir koşulla olabileceğini söyler: Kuyuda herkesin gözü önünde sevişirlerse. Cumpei, kadını ikna edemez. Zorla onunla birlikte olmaya çalışır. Aralarında bir itiş kakış yaşanır. Çukuru üç tarafından çeviren kadınlı erkekli seyirci güruhu ve çukura yöneltilen fener ışıkları gece festivallerine benzer. İzleyicilerin ağzından tezahüratlar yapılır. İzleyici güruhu beklediği aksiyonu göremez.

 

Zaman geçer. Ekim ayına gelinmiştir. Evin arkasındaki boş alanda karga yakalamak için bir tuzak kurmuştur Cumpei Niki. Tuzağın adı ironik şekilde Ümit’tir. Yakalamayı umduğu karganın ayağına, tutsak edildiğini, kendisini kurtarmalarını istediğini bildiren bir not bağlamayı hedeflemektedir. Hiçbir zaman kargayı yakalayamaz. Ancak karganın içine düşmesi için kumun içine yerleştirdiği kovada su biriktirmeyi başarır. Kendisi de buna şaşırır. Kumun içine gömülmüş kovadaki suyun tadı kendilerine verilenden çok daha iyidir. Artık kendi sularını üretmektedir.

 

Mayıs ayında aniden kanaması olan kadın, dış gebelik teşhisiyle halatla yukarıya çekilir. Kamyonetle hastaneye götürülür. Kadın kuyudan çıkmak, hastaneye gitmek istemediğini defalarca söylese de onu dinlemezler. Kadın götürüldükten sonra Cumpei Niki şaşırarak ip merdiveni çekmediklerini görür. Kısa bir tereddütten sonra merdivenden yukarıya çıkar. Deniz kenarında yürüyüş yapar. İstese çekip gidebilecek konumdadır. Oysa o hep kaçmak için çabaladığı kuyuya döner. Su toplama düzeneğinde suda kendi yansımasını görür. Kaçmak için acele etmesine gerek yoktur artık. Kurduğu düzeneği birilerine anlatmak için dayanılmaz bir istek duymaktadır.

 

Yedi yıl boyunca kendisinden haber alınamadığı için annesi Şino Niki’nin başvurusuyla Cumpei Niki hakkında aile mahkemesi tarafından gaiplik[1] kararı çıkarılır.

 

Kumun Belirsizliği

Kitap boyunca anlatıcının bizi çoğunlukla içinde tutacağı mekân son derece kasvetlidir. Kurguda sürekli bir kaçma çabası ve bitimsiz kumla mücadele etme ön planda tutulmuştur. Daha ilk sayfadan anlatıcı bizi kum gibi kaygan bir zeminde tutar. Neredeyse her şey muallaktadır.

 

Ana karakterimizin kumluklar arasında yakalamayı umduğu kaplan sinekleri, olağandışı uçuş şekilleriyle dikkatlerini çektiği fare ve kertenkele gibi küçük hayvanları peşine takar, çölün derinliklerine gider. Açlığın verdiği yorgunlukla yere yığılan hayvanların leşlerini kaplan sinekleri kendine yem yapar. Av, avcı dengesi tersine dönmüştür burada. Normalde kovalayan avcı, kovalanan av olmasına rağmen burada av olacak hayvanlar kendi rızalarıyla avcının peşinden gider. Karakterimiz Cumpei Niki de esasında bir böcek avcısıyken, bu sebeple köyün yakınlarındaki kum tepelerine gelmişken, köydeki adamlarla karşılaşınca ava dönüşmüştür. Adamların peşinden kendi rızasıyla giderek böcekleri hapsettiği kutuya benzer bir kuyunun içine girmiştir. Kadın için de “Aynı kaplan sineği gibi” (s.34) diye düşünür, “Daha tam olarak böceğe dönüşmemiş” (s.52).

 

İronik bir şekilde kendine bir unvan elde etmek için böcekleri hapsediyor/öldürüyor. Oysa kendisi de yakalanmış bir böcek gibi hapsedildi. Kendisini özgürlüğe kavuşturmaları için ayağına imdat notu iliştirmek üzere karga yakalamaya çalışıyor. Özgür kalmak için bir başka canlıya tuzak kuruyor.

 

Sürekli hareket hâlinde olan kum ve zaman birbirlerine benzetilebilir. “Bu kısır döngüden çıkamazsa, kum taneleri adamın saatiyle yetinmeyecek, belki zamanın kendisini de durduracaktı.” (s.68)

 

Batı Afrika’da Gana’da yaşayan Ashanti (ya da Asante) halkı tarafından geliştirilmiş adinkra semboller topluluğu yüzlerce motiften oluşur. Bunların başlangıçta cenaze merasimlerinde kullanılan kumaşlara basıldığı, ancak sonradan giderek yaygınlaştığı düşünülür. Bugünse el yapımı nesnelerden mimariye, dokumadan şölen kıyafetlerine her tür nesneyi süslemektedirler. Bazı adinkra sembollerinin özgün anlamları unutulmuş olsa da çoğu popüler adinkra evrensel -örneğin kutsala ve ölüme dair- ilkeleri ifade eder ya da geleneksel bir deyişin sembolik kısaltması olarak kullanılır.

 

Mmere dane motifi adinkra sembolik dilinde bize “zaman geçiyor” demektedir. Birbirinin ayna imgesi üçgenler zaman ölçen kum saatini akla getirir; onları birleştiren çember ise hiçbir şeyin sabit veya aynı kalmadığının teminatı olan zamanın sürekli hareket hâlindeki sonsuz çevrimini temsil eder.

 

 

Kuyunun Derinliği

Karanlık, nemli, temel ihtiyaçlar hep halat (bebeğin göbek kordonu) yoluyla yukarıdan aşağıya doğru dışarıdan sağlanıyor; bu durumda kuyuyu anne rahminin metaforu olarak kabul edersek “gözetleme kulesini” de bir fallik öge olarak “baba” diye tanımlayabiliriz.

 

Kuyu metaforunu aile yapısı olarak da okuyabiliriz. Girişte yazan Köyünü Sev sloganı da Japon halkı arasındaki sıkı dokuyu, birbirlerine bağlılıklarını destekler niteliktedir. Köyü oluşturan farklı farklı kuyular vardır. Kimi kuyularda nesiller boyunca yaşanmış, onların köye sadakatleri artık tescillenmiştir. Bu nedenle istedikleri zaman inip çıkabilecekleri sabit ip merdivenleri vardır. Köy, toplumu; her bir kuyu da tekil aileleri oluşturur. Toplumların temelini oluşturan yapı aile olduğuna göre kuyulardan biri çökerse, bu diğer kuyuları da tehlikeye sokar. Bir ev kumlara gömülürse tüm evler gömülür. Herkes toplumsal olarak üstüne düşeni yapmalı, ilk kuyu/ ilk ev çökmemelidir. “Evlerden birinin bile çökmesi, barajda çatlak açılmasıyla aynı şey” (s.86). Kuyuları temizleme üzerinden toplumsal bir görev yüklenmiştir insanlara. Doğu kültüründe aile yapısı çok kutsaldır. Ailenin birlik ve bütünlüğünü korumak için çaba sarf edilir. Kuyularda en büyük sorumluluk aslında kadınlarındır. Çünkü adamları iş gücü olmaya ikna etmeleri gerekir. Adamların köyün kurallarına uyum sağlamaları için uğraş verir kadınlar.

 

Sosyolojik olarak köydeki yapı şöyle de okunabilir: Onun izni olmadan köydekilere bir damla su bile verilmeyen gözetleme kulesi iktidar, kuyuda yaşayanlar halk ve kooperatif için çalışan sepetçiler de bürokratlar olabilir. Bu yapıyı Cumpei Niki’nin yaşlı sepetçiye ara sıra dışarıda gezmesine izin verip vermeyeceklerini sorduğunda aldığı yanıtın içinde görebilmekteyiz. Cumpei Niki, bu yanıt karşısında, önce adamın ne dediğini anlamaz sonra afallar. Japon kültürünün olmazsa olmazlarından edep, ahlak, mahremiyet duygularının erozyonudur bir anlamda bu afallatan cevap. Hiçbir alanda insani olanı tanımayanların ahlak kavramını da ötelemiş olduğunu görürüz. Çünkü herkesin bakışları arasında sevişmelerini ister yaşlı sepetçi. Kuyunun üç tarafı da kadınlı erkekli insanlarla çevrilmiştir. Küfürler, cinsel ilişkiye dair kışkırtıcı ifadeler kullanarak fenerlerini sahne aydınlatır gibi kadınla adamın üzerine kuyunun dibine tutarlar. Cumpei önce kadını ikna etmeye çalışır. Kadının “Sapık mıyım ben?” diyerek bu olaya kesinlikle karşı çıkması üzerine kadını kaçtığı evden herkesin gözleri önüne zorla sürükler. Aralarında yaşanan arbede bir arenada gladyatörlerin dövüşmesi gibidir. Tezahürat eden halk ve ölüm kalım mücadelesi veren kuyudakiler. Gerçekte ölen Japon toplumunun mahremiyet duygusudur.

 

Kuyu gerçek anlamının yanında Türk dilinde ve kültüründe tabu, sembol, motif ve metafor gibi çeşitli formlarla karşımıza çıkmaktadır. Kuyu sözcüğü temelinde oluşturulan “iğne ile kuyu kazmak”, “kazdığı çukura (kuyuya) kendisi düşmek”,” kazma elin kuyusunu, kazarlar kuyunu”, “kendi kuyusunu kendi kazmak” gibi atasözü ve deyimlerin Türkçede yoğun olarak bulunması, bu sözcüğün Türk toplumunun düşünce yapısına nasıl yansıdığı ve kaydedildiğiyle kültüründe nasıl algılandığı hakkında önemli veriler sunmaktadır.

 

TDK sözlüğünde kuyu sözcüğünün mecaz anlamı: İçinden çıkılamayan durum veya yer, şeklinde verilmiştir. Kumların Kadını kitabındaki kuyu göstergesinin sözlükteki diğer anlamlarından ziyade mecaz anlamı bizi daha çok ilgilendiriyor.

 

Kuyu göstergesi, kültürel kodlarla ilgili sınıflandırmalarda yapı (mimari) sınıfında yer almaktadır. Kuyu göstergesi göndergesel işlevleri taşımasının yanı sıra, kültürde işaret ettiği ek bilgileri içermektedir. Birçok deyim ve atasözünde kuyu sözcüğü kötülükle ilişkilendirilerek metaforik bir anlam kazandığı ve olumsuz bir tasarım ve duygu değeri taşıdığı tespit edilmiştir. Bu deyimleri kültürdilbilimsel bağlamda irdelemek Türk toplumunun kuyuyla ilgili var olan algılarını, kullanımlarını ve kültürel değer yargılarını yansıtması açısından oldukça önemlidir.

 

Türk mitolojisinde ve halk anlatılarında kuyu, hapsetme ve cezalandırma işlevine sahip olan bir yapıdır. Bu işlev, bir milletin dil dünya görüşünü somut bir şekilde yansıtan dil olgularından biri olan deyim ve atasözlerine de aktarılmıştır. Kuyunun bu işlevinin kaynağında Türk mitolojisinin ve dinî inancının etkisi görülmektedir. Kuyunun cezalandırma işlevi karanlık-ışık, yer altı-yer üstü, iyilik-kötülük arasındaki ikili karşıtlığın bir sonucu olarak görülmektedir. Kuyu, bir cezalandırma aracı olarak “Türk mitolojisinde Erlik, Yunan mitolojisinde Hades, Eski Mısır mitolojisinde Seth gibi kötülükle özdeşleştirilen tanrısal varlıkların, kötülüklerin ve karanlıkların yeri olarak görülmesinde etkili olmuştur.”

 

Kuyuyla ilgili deyim ve atasözlerinde kazmak, düşmek, çıkarmak, inmek, eşmek gibi fiillerin yoğun olarak kullanıldığı belirlenmiştir. Özellikle kazmak, düşmek, inmek, eşmek fiili kuyu göstergesinin olumsuz anlamını yansıtan fiillerdir.

 

Halk anlatılarında kuyu, kahramanlarını hazırlayıcı nitelikte olan alanlardır. Nitekim Hz. Yusuf’un ilk imtihanı kuyuya atılmasıdır. Yakup peygamberin on iki oğlundan en çok sevdiği Hz. Yusuf’tur. Yusuf’u kıskanan kardeşleri onu bir kuyuya atarlar. Bu kıssada kuyu bir imtihan ve erginlenme aracı olarak karşımıza çıkar. Kuyu bir cezalandırma, imtihan yeri ve erginlenmenin sağlandığı mekân olarak düşünülmektedir. Kumların Kadını’nda da kuyuyu bir anlamda Cumpei Niki’nin değişimi / dönüşümü olarak nitelendirebiliriz.

 

Aynalardan Görünen

Kum küremekten artakalan zamanında kooperatiften ek iş isteyerek yani ipe boncuk dizerek para biriktirebileceğini söyler kadın. Kazanacağı parayla radyo ve bir ayna alabileceklerdir. “Sanki insanın tüm yaşamı bu iki nesneyle ifade edilebilirmiş gibi. Pekâlâ radyo da ayna da insanı başkalarına bağlama özelliğini taşıyorlar (s.134)”. Radyo, dış dünyayı, orada olup bitenleri; ayna ise iç dünyayı anlamak için gerekli. Kadın ve Cumpei kuyuda dış dünyaya kapalı yaşamak durumunda oldukları için dışarıdan gelecek haberleri almak adına radyo önemli bir nesne.

 

Romanda üç yerde ayna ifadesi geçmektedir.

 

Birinci Ayna: “Sen aynanın diğer tarafında, başkahramanı sen olan bir hikâyenin içine kendini kapatmışsın… Bense aynanın bu tarafında, yakalandığım psikolojik zührevi hastalıkla, yalnızım… Bu yüzden penisim şapka olmayınca inip, hiçbir işe yaramıyor. Senin aynan beni iktidarsız yapıyor… Kadının naifliği, erkeği kadının düşmanına dönüştürüyor.” (s. 98).

 

Belki burada ayna, eşleri ayıran görünmez bir nesne olarak konumlandırılıyor. Tükenmiş bir çift ilişkisi.

 

İkinci Ayna: “Karşılıklı aynalara yansıyan cinsel ilişkinin sınırsız bilincine varmalar (s.103)”.

 

Türün devamı için cinsel birliktelik şarttır. Ayna bu çabanın teyidi. Hem kadının hem erkeğin gözünde bir onaylama ve ispat: Türümüz için çabalıyoruz. Arthur Shopenhauer Aşkın Metafiziği’nde erkekler tarafından eş seçimi yapılırken bilinçaltında zayıf kadınlara göre daha doğurgan olabilecekleri sezgisiyle geniş kalçalı kadınların seçildiğini anlatır. “Kadının butlarından neden bu kadar tahrik olduğunu anlayamıyordu” (s.102).

 

Üçüncü Ayna: Biz, bir başkası olmadan yani öteki, bize kendimiz hakkında fikir verecek bir öteki olmadan kendimizi tanıyamıyoruz. Kendimizi ötekinin gözünden görerek kendimiz hakkında yargıya varıyoruz. Dolayısıyla ötekinden aldığımız dönütlerle kendi varlığımızı, kişiliğimizi inşa ediyoruz. Peki kadın niçin bir aynaya sahip olmak istiyor? Eşi ve çocuğunun ölümünden sonra yalnız yaşamış. Yalnızlığı süresince bir aynaya ihtiyaç duymamış. Kumların arasında yaşayan kimsenin ilgilenmediği, hatta kitap boyunca bir adı bile olmayan kadın artık nesneye dönüşmüştür. Özneye dönüşebilmesi için bir ötekine ihtiyacı var. Ne zaman ki Cumpei Niki hayatına girdi, artık kendisine dışarıdan bakan bir gözün varlığı bilgisi oluştuğu anda kadında aynaya bakma ihtiyacı doğdu. Ayna, kadının nesne olmaktan çıkıp özneye dönüşmesini sağlayacak nesne aslında. Aynanın hammaddesi kum. İçinde bulundukları ortam da kumlardan oluşuyor. Ancak kendi aynasını kendisi oluşturamaz kişi. Bir Öteki’ne ihtiyacı vardır.

 

Lacan’ın ayna evresi, 6-18 aylık çocuğun kendi hareketlerine karşılık aynada kendisinin, başka çocukların ya da yetişkinlerin hareketlerini fark ederek, kendi ben’iyle ilgili tasarımlarda bulunduğu evredir. İnsan yavrusunu diğer canlıların yavrularından ayıran temel özellik aynada kendini tanımasıdır. Bebek aynaya ilk baktığında annesiyle baktığını hayal ediyor, anne var yanında. Bebeğin ilk algısı; anne, karşıdaki bebeğe büyük bir sevgiyle, şefkatle bakıyor. Bebek annenin baktığı aynadaki bu bebeği kıskanıyor. Onun gibi / aynadaki gibi olmalıyım, diye kendisine bir kendilik hedefi koyuyor. Sonra o aynadaki bebeğin aslında kendisi olduğunu anlıyor. Başlangıçta annesiyle bir bütün olduğunu, annesinin bir parçası olduğunu zannederken aynada kendisini farklı, anneden farklı, anneden ayrı bir canlı olarak tasvir etmeye başlıyor ve böylece ayrışma başlıyor. Annenin bir parçası olduğunu düşünürken birdenbire aslında öyle olmadığını görüyor bebek.

 

İnsan yavrusu prematüre doğar ve doğduktan sonra uzun süre bakıma muhtaçtır. Bu sürede neredeyse hiçbir şeyi kendi kendine yapamayacak hâldedir. Lacan için bu prematüre hâl oldukça önemlidir. Bruce Fink (Lacancı psikanalist) şöyle diyor: “İnsan bedeninin bir birlik olarak işleyeceği kesin değildir: İnsan bedeninin birliği ve bütünlüğü kurulmak ya da inşa edilmek zorundadır. Lacan’ın 1930’lar ve 1940’larda öne sürdüğü bu hipotez, insanın beden birliğinin sadece biyolojik ve fiziksel gelişimsel süreçleri tarafından meydana gelemeyeceğini, ancak sadece çocuğun dışından kaynaklanan bir şey ile birlikte ortaya çıkabileceğini savunur. Bu şey imgedir.

 

Ayna evresi çocuğa bu imgeyi sağlar. Lacan bebeğin aynadaki imgesini tanıdığı anda ortaya çıkan sevinçle ve coşkuyla, “İşte!” deneyimiyle ilgilenir ve bu an’ı çocuk için ontolojik bir zafer olarak isimlendirir. Lacan’a göre çocuk aynadaki görüntüsünü “üstlenir”: Çocuk onu üzerine alır ve dolayısıyla da içine alır ve özümser. Bu an çocuğun kendisine dair ilk bütüncül görüntüyle karşı karşıya geldiği andır.

 

Lacan öğretisinin 1950’lere kadar olan kısmında ayna evresinde imgenin üstünlüğünden söz ederken 1950’lerden sonra dilin ve söylemin önemini öne çıkarır. Ebeveynleri, dedesi, ninesi vs. onun hakkında konuşurken çocuk bu Öteki’lerden gelen gösterenlerden etkilenir, kendisi hakkında söylenmiş ve -daha da ilginci- söylenmemiş tüm sözlerden etkilenir. Çocuk konuşmaya başlamış olsa da olmasa da dilin etki alanı içerisindedir.

 

Sonra dil üretmeye başladığında buna sembolik alan diyor Lacan. Sembolik alana girmek babanın adını tanımak. Kurallar, dilsel kurallar, yaşam kuralları, anneyle babanın ilişkisi tüm bunları sembolik alanda denemeye başlıyor. Anne ve babasıyla ilişkisini düzenlemeye başlıyor. Bu sancılı bir süreç. Ayna kendiliğin oluşması için çok önemli. Hem ben için hem de beni düzenleyen üst ben’in, kuralları dayatan sembolik alandaki o kuralları ben’in anlamasını sağlayan bir üst ben oluşuyor bizde zamanla.

 

Ovidius’tan beri öyküsü sık sık yorumlanan Narkissos’un felaketi bilginin en alt derecesini, kendi yansımasını tercih etmek olmuştur ve kendisi Ekho’nun aşkını küçümsediğinden, yani ‘ben’in oluşmasında ötekinin aracılığını reddettiğinden Nemesis tarafından cezalandırılmıştır. Kumların Kadını’nda tam tersinin olduğunu düşünüyorum.

 

Kayalardan Kumlara: Umut Hep Var

Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nde geçen hikâyeye kulak verelim:

 

Homeros’a bakılırsa, Korent Kralı Sisifos ölümlülerin en bilgesi, en uyanığıydı. İlkin tanrıları biraz hafife alması başına kakılıyor. Onların gizlerini açığa vurmuştu. Jüpiter, Asope’un kızı Egine’yi kaçırır. Kızın babası bu kayboluşa şaşar, Sisifos’a dert yanar. Bu kaçırmayı bilen Sisifos, Korent kalesine su vermesi koşuluyla Asope’a bilgi vereceğini söyler. Suyun kutsanmasını tanrıların öfkesine yeğ tutmuştur. Ruhlar ülkesinde, bundan dolayı cezalandırılır.

 

Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecektir hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.

 

Burada yalnız kocaman taşı kaldırmak, yuvarlamak, yüz kez yeniden başlanan bir yokuşu tırmanmasını söylemek için gerilmiş bedenin tüm çabası görülür; kırışmış yüz, taşa bastırılmış yanak, balçık kaplı kitleyi yüklenen bir omzun, onu indiren bir ayağın desteği, kollarla yeniden toparlama, toprağa batmış iki elin tümüyle insansal güveni görülür. Göksüz uzamla, derinlikten yoksun zamanla ölçülen bu uzun çabanın en sonunda, amaca ulaşılmıştır. Sisifos o zaman taşın birkaç saniyede bu aşağı dünyaya doğru inişine bakar, yeniden tepelere doğru çıkarmak gerekecektir onu. Gene ovaya iner.  Kimi günlerde dönüş böyle acı içinde geçiyorsa, sevinç içinde de geçebilir. Bir gün o kayayı yukarıya taşımak zorunda kalmayacağı günün sevinci.

 

Gelelim Kumların Kadını’nda Cumpei Niki’ye. Sisifos’un kayası burada kumlara dönüşmüştür. O bir günün geleceğine dair içte taşınan umut Cumpei’de de yitirilmez, tüm olumsuzluklara, başarısız kaçma girişimlerine rağmen canlı tutulur. Gerisi aynı hikâye.

 

Finalde Cumpei Niki, kuyunun derinliklerinde bir dönüşüm geçirerek yeni bir kimliğin içine doğar. Kendi içinde bütünlendiği için artık yukarıya / dışarıya çıkma çabası sonlanmıştır. Romanın başında sahile kendini gerçekleştirmek için gider. Aradığı böceği bulup literatüre adını geçirmek için. Romanın sonundaysa kesin olarak kaçma olasılığı belirmişken, sahilde yaptığı yürüyüşten sonra bile isteye kuyuya geri döner. Karga yakalamak üzere kurduğu “Ümit” adlı düzenekte aslında su üretebildiğini gördüğü için kendi içinde bir olmuşluk hissiyle kuyuya döndüğünü düşünüyorum. Yedi yılın her günü her anında kuyuda verdiği mücadele; oradan kurtulmak için olduğu kadar kendisini gerçekleştirmek içindi aslında. Asıl olan, kişinin kendi içinde başarmak istediği şeye ulaştığı bilgisinin tatmini ve bunun verdiği huzur. “Kumlardaki değişim, aynı anda adamın da değişimiydi. Kumların altından suyla birlikte, bir diğer kişiliğini bulup çıkarmıştı belki de.” (s.170). Cumpei Niki belki de ürettiği suyla aslında kendi aynasını oluşturdu. Aynada kendi bireyliğinin farkına vardı. Mücadelesi sırasında hep bir kıvranma, agresifleşme, endişe, karşı geliş vardı; oysa hedefe ulaştığında dinginlik, sakinlik geldi Cumpei Niki’nin üzerine. O yüzden başkalarının buluşunu daha sonra öğrenmesinin bir önemi yok artık. Buradan nasıl kaçacağını ertesi gün de düşünebilir.

 

Kaynakça

Abe, K.(2019). Kumların Kadını.Çev. Barış Bayıksel. Monokl Yayınları.

Yaman, H. (2023). Türkçede “Kuyu” Sözcüğü Üzerine Kültürdilbilimsel Bir İnceleme. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı:12, 658-667.

Gibson, C. (2012). Semboller Nasıl Okunur. Çev. Cem Alpan. Yem Yayın.

[1] Gaiplik: Bir kimsenin ölüm tehlikesi içinde kaybolması veya kendisinden uzun süre haber alınamaması sonucu yargıç kararıyla kişiliğine son verilmesi.