Küresel Roman Bağlamında ‘Distopya ve Ütopya’ Birleşimine Bir Örnek: Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu (1.Bölüm)
Yazılar

Küresel Roman Bağlamında ‘Distopya ve Ütopya’ Birleşimine Bir Örnek: Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu (1.Bölüm)

Rıdvan Şahin

ÖZ:

19.yy’ın ilk yarısında Goethe, ‘weltliteratur’ kavramını ortaya atar, bu kavram ‘dünya edebiyatı’dır. Ona göre artık ulusal edebiyatlar çağı bitmiş, dünya edebiyatı çağı gelmiştir. Artık yapılacak şey, bu çağın doğuşuna yardımcı olmaktır. Goethe’nin bu ilk fikirleri günümüze kadar gelen süreçte tartışılagelmiştir.20.yy.’ın sonlarından beri bu tartışmalar ‘küresel edebiyat’ çizgisinde cereyan etmiştir. Günümüzün çok okunan yazarları bu küresel çağın farkındadır ve eserlerini küresel bağlamda işlemeye başlarlar. Artık, çoğu edebiyatçı, eserlerini oluştururken bu küresel bir dünyayı ve bu çağın gereklerini göz önünde bulundurur. Postmodernizm ve bazı yapısökümcü akımlar, iletişim, çeviri ve yayılım imkanlarının hızlanması, pek çok yazarı küresel algılayışa sahip okura seslenen; baskıcı rejimler, çevresel sorunlar, küresel ısınma, soyu tükenen canlılar, bitmeye yüz tutan kaynaklar gibi temaları işlemeye zorlar. Bu temalar da distopya türünü besler. Distopya türünün yükselişiyle beraber küresel edebiyat da yaygınlaşır. Tabi ki her küresel yazar, distopya türünde yazmaz. Ya da her distopya yazan yazar küresel değildir. Bir yazarı ve romanı küreselliğe iten parametreler vardır. Bu parametlerin distopya türü ile kesiştiği bir eser olan Haruki Murakami’nin Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu romanı, distopyayı küresellik bağlamında ele alır. Bu çalışma, söz konusu kitabı ‘distopya ve ütopya birleşimi’ üzerinden distopyayı küresel roman bağlamında incelemeye çalışır.

 

Anahtar Kelimeler: Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, küresel roman, distopya, ütopya.

 

GİRİŞ:

Dünyadaki coğrafi, demografik, siyasal, toplumsal, kültürel değişimlere en kolay ayak uyduran sanat, edebiyattır. Özellikle roman, bu değişimlerden fazlasıyla etkilenir. Çünkü hayatı toplumsal, ekonomik, siyasal ve psikolojik olarak ele alır. Bireyin ve toplumun derinlemesine incelendiği roman, bu anlamda toplumu yansıtan bir türdür. Yazar, birey olarak toplumun içinde yaşar. Yaşadığı toplumun ahlak kurallarından, siyasal fikirlerinden, sosyal değişimlerinden etkilenir. Romanın, feodaliteden kapitalizme kadar gelen süreçte yaşanan burjuvazinin ortaya çıkışı ve bireyciliğin önem kazanmasıyla tarihsel bir süreç içinde gelişerek gelir. (Moran, 2021: 9). Bireycilikten sonra modernleşen ve nihayet post modern bir söyleme kavuşur. Romanın bu tarihsel gelişim süreci, onun bilhassa Avrupa’daki ekonomik, felsefi, siyasal ve kültürel değişimlerden ne kadar etkilendiğini gösterir. Sonrasında bu etkileşim Sanayi Devrimi ile daha dünyayı kapsayıcı bir hal alır. Bu anlamda roman, tarih, sosyoloji ve felsefe gibi disiplinlere nazaran daha geniş bir bakış açısına sahiptir. Bu disiplinlerin nüvelerini de içinde barındırır. Çünkü romanın konusu, her şeyiyle toplumdur. Romancı da bu toplumun bir ferdidir. Roman, toplumdan etkilendiği gibi ortaya çıktığı günden itibaren toplumu da etkiler. Hatta topluma yön verir. Bu iki etkileşim 17.yy’dan beri romanı değiştirip dönüştürür. Roman, diğer edebi türlere göre bu tarz değişimleri yansıtma ve farklı disiplinleri bünyesinde barındırma noktasında daha işlevseldir. Bu sebeple günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Bundan sonra da dönüşerek varlığını devam ettireceği söylenebilir. Romanın, dünyanın değişimine paralel dönüşümü düşünülerek eserler okunmalı, değerlendirilmelidir.

 

Bilim ve teknolojideki hızlı ilerleme; ulaşımın kolaylaşması, haberleşmenin cebimize girecek kadar yaygınlaşması dünyayı küçültür. Bu küçülme dünyanın küresel bir bütün olarak algılanmasına yol açar. Küreselleşmenin altında yatan en önemli sebep ise kapitalizmdir.19. ve 20.yy’ın başından bu yana dünyanın dört bir yanında kendine hammadde arayan sanayilerini inşa etmiş devletler, bu hırsla hem birbirleri ile yarışır; bu yarışta iki dünya savaşına sebep olur; hem de ham madde kaynaklarına daha kolay ulaşmak maksadıyla dünyayı küçültecek ulaşım araçları keşfedip bu ulaşım araçlarını çalıştıracak kaynakları çeşitlendirmeye çalışırlar. Bu yaşanan süreç, işlenen hammaddenin satılacağı pazar arayışını ortaya çıkarır. Böylece kapitalizm doğar. Kapitalist devletler bir yandan kendi kültürlerini dünyaya empoze etmeye çalışırlarken öbür yandan tüketim kültürünü pompalarlar. Reklamlar, afişler, moda, radyo, televizyon ve internet aracılığıyla bu tüketim kültürünü tüm dünyaya yayarlar. Devir, hız devridir. Zaman ve mekân silikleşir, sınırlar kaybolur. Dünyanın öbür ucunda çıkan bir haber, aynı anda diğer ucundan alınabilir. Amerika’da çıkan bir kitap, aynı gün Türkiye’de piyasaya çıkar. Bunun yanında baskıcı rejimler, çevresel sorunlar, küresel ısınma, soyu tükenen canlılar, bitmeye yüz tutan kaynaklar gibi sorunlar artık tüm dünyayı ilgilendirir. Çünkü hepimiz, artık tam manasıyla aynı gemideyizdir. Bu durum edebiyatında küreselleşmesine sebep olur. Çağın gereklerini iyi kavrayan, dünyanın küreselliğini kabullenen yazalar, artık ulusal bir edebiyatı değil, dünyaya hitap edecek bir edebiyatı düşünür.1827 yılında ‘dünya edebiyatı’ kavramını ilk ortaya atan Goethe’dir. Goethe, romantiklerden aldığı bayrağı yukarıya taşır, öncelikle bir Alman ulusal edebiyatı kurar. Sonra Hafız’ı keşfederek Doğu-Batı Divanı’nı yazar. Artık ona göre ulusal edebiyatlar devrinin kapanması, dünya edebiyatı devrinin başlaması gerekir. Goethe ‘dünya edebiyatı’ kavramını ortaya atmadan önce Batı, dünya algısını değiştirmeye başlar. Bu değişimde Hristiyanlığın kutsal topraklarının Ortadoğu’da olması, fen bilimleri ve botanik bilimi alanında yapılan çalışmalar, romantiklerin yeni dünyalar bulma isteği etkili olur. Buradan yola çıkan Goethe’ye göre “ulusal edebiyat artık anlamını yitirmiş bir terimdir; dünya edebiyatı çağı kapıdadır ve herkes onun yakınlaşmasını hızlandırmak için elinden geleni yapmalıdır” (Kirsch, 2018: 8). Goethe’nin kehaneti, kapitalizmin getirdiği küreselleşme ile mümkün olur. Artık dünyada ulusal romanlardan  ziyade küresel romanlar okunur. Çünkü küresel romanlar, dünyadaki tüm insanları ilgilendiren temaları işler. Hayatta küreselleşmiştir ayrıca, Dünyanın öbür ucunda olan bir olay, hepimizi ilgilendirir. Küresel piyasa, küresel ekonomi, küresel ısınma, küresel siyaset, küresel edebiyat…Günümüzde her şey küreselleşir. Edebiyat da bundan haliyle nasibini alır. “Dünya edebiyatı çağında, geride kalan neredeyse iki yüzyılın ardından, 21. yüzyılda, bütün dillerde ve kültürlerde yazılmış anıtsal kitaplara erişmek hiç bu kadar kolay olmamıştır. İster Gılgamış Destanı’nı, ister Genji’nin Hikâyesi’ni, ister Tibet’in Ölüler Kitabı’nı, ister Savaş ve Barış’ı –hatta ister Goethe’nin kendi eserlerini- okumak isteyin, hepsi ‘mouse’unuzun bir tıkına bakar. Dahası yaşayan yazarlar da hiçbir zaman, dünyanın dört bir yanındaki çağdaşlarının eserlerine ilişkin bu denli ayrıntılı ve güncel bilgiye sahip olmamıştır. (…) Teknoloji, kültür ve ekonomi alanındaki bütün gelişmeler; bu birleşmenin giderek daha da artacağını gösteriyor. Bir uygarlık felaketi dışında, edebiyatın artık o dar, üstelik salt ulusal bakış açısına geri dönebileceğini düşünmek neredeyse imkânsız” (Kirsch, 2018: 8-9). Bu noktada teknoloji alanındaki gelişmeler dünyayı daha da küreselleştirir. Hem yazar hem de okur açısından her şey, daha da ileri götürelim parmaklarının ucundadır. Dünya cebe giren bir telefona sığar. Böyle bir dünyada ulusal edebiyat, doğal olarak revaçta olamaz. İnsanlar artık internet sayesinde istedikleri kitabı bulabilmektedir. Tabi bu durum en çok yazarların işine yarar. Çünkü dünyanın öbür ucundaki çağdaşlarının eserlerine rahatlıkla ulaşırlar, hatta yazarlarla online seminerler düzenleyebilirler. Bu noktada e-kitaplar da hem okura hem yazara kolaylık sağlar.

 

Goethe’nin ortaya attığı dünya edebiyatı (Weltliterature) terimi hem edebî hem de kültürel perspektifte farkındalığa ve modernite eğilimine ışık tutmakla birlikte (Damrosch, 2016: 1) gelinen noktada postmodernizm, postkolonyalizm, yapısökümcülük gibi modern sonrasının oyunsu, eklektik, karnavalesk ve amorf atmosferinde epey bir kafa karışıklığına ve tartışmalara neden olmuştur. Antikite ile modern arasındaki ilişki, kitle kültürü ile elit üretimlerin algılanışı, merkez edebiyatların çevre edebiyatlar üzerindeki tahakkümü bağlamında tartışmalar sürgit devam etmiştir (Demir, 2019: 12). Bu manada küresellik; formsuzluğa, çeşitliliğe, eklektikliğe, kabına sığamamaya işaret eder. Eserlerde tam bir kaos vardır. Karakterler bir oradayken bir buradadır, geçmişle gelecek anlamını yitirir. Eser değişik edebi türlerden, başka romanlardan bölümler alır. Bunun yanında kitlelere hitap eden bir edebiyat ile elitlere hitap eden bir edebiyat tartışmaları yaşanır. Elitler, edebiyatın biraz kalburüstü olmasından yanadır. Bundan kasıt sanatsallık, entelektüel okumalara müsaitlik, imge ve sembol kullanımı olabilir. Bu tarz bir edebiyatı(romanı), sadece elitler anlar. Âmâ küresel edebiyat, dünyanın her yerinde aynı anlaşılmak manasına gelir. Ayrıca merkezin ilkel nosyonu kendini çevre edebiyatlarda hissettirmek ister. Bu hissediş bir tahakküm doğurur. Ona karşı bir duruş da beraberinde gelir. Periferiler artık merkezin bu nosyonun çökertmek, kendi edebiyatlarını dünya edebiyatı ailesine katmak isterler. Tartışmalara bizden katılan bir isim olan Cemil Meriç, dünyanın hudutları üzerine düşünür. Aklına Asya ile Avrupa gelir. Ona göre edebiyat çevrelerinden kasıt bu iki kıtadan ibarettir. Hatta daha ziyade Batı medeniyetidir kastettiği. Bu medeniyet kendini merkeze alıp birçok edebiyatı hegemonyası altına alır. Hâlbuki daha eşitlikçi ve periferi edebiyatlara önyargıdan uzak bir yaklaşımla yaklaşılırsa güçlü ulusal edebiyatlar oluşur. Kendi ulusal edebiyatını oluşturan ulusların, dünya edebiyatı söz konusu olduğunda, kendilerini bu ailenin eşit üyesi hissettiklerinde dünya edebiyatından gerçek anlamda söz edilebilir. (Meriç,  1998:27).Böylece küresel edebiyat, ulusal edebiyat  için bir tehlike olmaktan çıkar.

 

Bazı açılardan periferiden gelen yazarlar, merkezdeki yazarlara göre daha şanslı bile olabilirler. “(…) edebiyat dünyasının eşitsizlik üzerine kurulu yapısındaki özgül yasalara ve kuvvetlere göğüs germeyi uzun zaman önce öğrenmiştir, ayrıca yazar olarak ayakta kalmanın yolunun bu merkezlerde kabul görmekten geçtiğinin farkındadırlar. Yazar olarak kimliklerinin temelinde, bu farkındalık ve edebî düzene karşı isyan vardır” (Casanova, 2010: 58). Bu avantajları periferideki yazarları küresel romana daha yakın kılar. Çünkü zaten anlaşılmak için çabalıyorlardır, ülkelerinin siyasi durumu itibariyle anlatacak oldukça fazla hikayeleri vardır. Sürüp giden tartışmalarda postkolonyalizm, ulusal alegoriler dikkat çeker. Bu tartışmaların odağında postkolonyal söyleme dayalı bir edebiyat yapan ya da edebiyatlarında ulusal alegorileri kullanan uluslar için dünya edebiyatından bahsedilemeyeceği spekülasyonudur. Bunun yanında bir diğer tartışma, emperyalizm odağında gerçekleşir. Buna göre emperyal devletlerin dilleri ile yapılan, bu devletlerin hegemonyası altında oluşturulmuş edebi kurumlarla dünya edebiyatından bahsedilemeyeceğidir. İşte burada liberal bakış açısı, küresel temalar, küresel bağlamda postmodern teknikler, zamansızlık, mekânsızdık devreye girer. Eğer bir yazar ulusal alegorilerden de yararlansa kolonyalist bir dille de yazıyor olsa önemli olan romana yaklaşımıdır. Yaklaşım küreyi kapsayıcı şekilde olursa roman da küresel olur. “Hülasa, günümüzde küresel roman/edebiyat kavramı etrafında sürdürülen tartışmalar; ulusal edebiyat-küresel edebiyat, sömürgecilik-modernleşme, yerelleşme-küreselleşme, yozlaşma-gelişme, popülerleşme-estetikleşme, içe kapanma-yayılma skalasında devam etmektedir.” (Demir-Arvas , 2020: 170).

 

Bu tartışmalar bir yana bırakılırsa bir romanı küresel yapan unsurlardan birinin liberal demokrat bakış açısı olduğunu söyledik: Bunun yanında önemli bir parametre de küresel temaların işlenmesidir. Bu küresel temalar; kimlik/kimliksizlik, göç, diasporalar, cinsiyet, ekoloji, çok kimliklilik, distopya, ütopya, üstopya, oryantalizm, Doğu-Batı çatışması, aidiyetsizlik, kültür çatışması, küresel ısınmadır. Bu temalar tüm dünyanın ortak sorunudur, tüm dünyayı ilgilendirir. Küresel romanlar da bu konuları işlerler. Artık ulus olma çabası, yerel sorunlar, özgüllükler küresel bakış açsıyla ve tekniklerle işlenirse bir okunur. Bakış açısı ve tekniklerin yanında, dillin kullanımı bu noktada çok önemlidir. Ulusal alegorilerden, mecaz ve deyimlerden, şiirsellikten, ulusal dilin yerel kullanım kullanımlarından uzak durulur. Bu noktada yazılan roman çeviriye de uygun olmalıdır. Bugün küresel olarak nitelendirilen yazarların ortak özelliği birçok dile çevriliyor olmalarıdır.

 

Yukarıda belirtilen temalar içinden distopya türü, küresel romanların yazımında çok kullanılan bir türdür. Distopyalar, insanların geleceğini tehlikeye atabilecek ve felakete dönüştürecek sorunları haber verir. Bu anlamda tüm insanlığı ilgilendiren sorunları ele alan bir türdür. Distopya kavramı, ütopyanın tersi olarak doğar. Ütopyaların çıkmadığı kaotik ortamların ürünüdür. Modernizm sonrasında doğmuş bir türdür. Bilimkurgu, felsefi, yönetimsel ve ekonomik olarak ideal bir yeri ya da geleceği ifade eden ütopyalar, distopyaların tersidir. Ütopyaların ilk örneği Thomas Moore’un ‘Ütopya’ adlı eseri olarak kabul edilir. Bu eserden itibaren çok çeşitli ütopya örneği karşımıza çıkar. Bu ütopyalarda daha iyiye duyulan istek başat unsurdur. Zamanla bu unsur zayıflar. Özellikle iki dünya savaşının getirdiği yıkım, rejimlerin hüsrana uğrayışı, felsefelerin çöküşü ütopyaları, distopyalara dönüştürür. Aslında distopyalar da tıpkı türün gelişimi gibi bir ütopya olarak başlar. Ama sonradan bu ütopyalar bir felakete dönüşür. Bu dönüşümde totaliter rejimlerin, bilimin kötü amaçlarla kullanılışının etkisi yadsınamaz.

 

Sözlük anlamı olarak ‘gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce’(URL1) verilen ütopya kavramı bilimin gelişmesi, pozitivizmin yükselişi, olaylar ve olgular arasındaki nedenselliğe verilen önemin arttığı Aydınlanma Çağı’nda doğar. Fantastik, bilimkurgu ve felsefeye dayanan ütopyalar zamanla gelişir. Ütopyaların bir diğer çıkış noktası da skolastik düşünceye tepkidir. Thomas Moore’un ‘Ütopya’sı bu türün kapısını açar ve ardından diğer öncüller gelir. Bunlar da Tomasso Campanella’nın ‘Güneş Ülkesi’ ve Franciz Bacon’un ‘Atlantis’i gelir.

 

“Distopik roman türünün adı Yunanca dystopia (distopya) kelimesinden gelmektedir. Yunanca bir öntakı olan dys/dis, “kötü”, “hastalıklı” veya “anormal” anlamını taşır. Kelime “ütopya”nın zıttı olarak düşünülmüştür. Distopya, “var olmayan güzel yer” anlamına gelen Eutopia ile ilişkilendirilmiştir ve anti-ütopya anlamındadır.’’ (Çelik, 2015: 60). Ütopyaların zıttı olan distopya kavramı, kötü bir gelecek tahayyül eder. Bu gelecekte yaşananlar aslında bir ütopya olarak tasarlanır. Fakat zamanla bu ütopyalar distopyalara dönüşür. Distopya kavramı ilk olarak John Stuart Mill 1868 yılında yaptığı bir konuşmasında geçirir. Distopya terimi güncel manada olabilecek en kötü yönetim biçimi ya da dünya, evren şeklinde kullanılır. Türün kapısını açan ilk eserler tam manasıyla daha türün çerçevesinin oluşmadığı zamanlarda verilir. Bu anlamda bazı bilimkurgu eserleri ilklerden sayılır. Zaten distopyalar, genellikle bilimkurgu ile başlar. H.G Wells’in Efendi Uyanıyor, Yevgeny Zamyatin Biz, Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya, George Orwell 1984, Ray Bradbury Fahrenheit bu türün ilk örnekleridir. Sonrasında Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ı,Ursula Le Guin’in Mülksüzler’i, Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü, Kazuou Ishıguro’nun Beni Asla Bırakma’sı da türün önemli örnekleridir. Bu örneklere küresel roman bağlamında işlenen Margeret Atwood’un Antilop ve Flurya’sı, Haruki Murakami’nin 1Q84’ü eklenebilir.

 

KÜRESEL ROMAN BAĞLAMINDA ‘DİSTOPYA VE ÜTOPYA’ BİRLEŞİMİNE BİR ÖRNEK: HAŞLANMIŞ HARİKALAR DİYARI VE DÜNYANIN SONU

 

Haruki Murakami,1940’ta Kyoto’da doğar. Vaseda Üniveristesi’nde klasik drama okur. Japon edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Murakami’nin kitapları, elliden fazla dile çevrilir. Raymond Carver, S.Fittzgerald ve Tim O’Biran’ın eserlerini İngilizce’den Japonca’ya çevirmiştir. Yazarlığa 1970’lerin sonunda başlayan yazar, on dört roman, birçok öykü öyküsü ve altı kurgu harici düzyazı eseri meydana getirir. Yazar, Japonya’da doğup büyür ve elde ettiği ünün akabinde uzun yıllar ABD’de ve Avrupa’da yaşar. Murakami küresel bir yazardır. Bu payeyi, eserlerinin elliden fazla dile çevrilmesi, Amerikan popüler kültürüne ait sözcükleri asıllarıyla kullanması, birden çok romanı ve hikayesinin sinemaya uyarlanması ile hak eder. Bunun yanında eserlerinde sık sık İngilizce şarkılara, Hollywood filmlerine yer verir. Haruki Murakami, kullandığı yabancı kelimeleri, toplumdaki yabancılaşmanın altını çizmek için kullanır. Küreselleşme ve Amerikan pop kültürünün etkisi ile birlikte Japon toplumunun aşırı bir üretim ve tüketim toplumu haline gelmesi, vahşi kapitalizmin bireyler üzerindeki olumsuz etkileri ve sistemin aşırı baskılayıcı gücü Murakami’nin karakterlerinin kendi içlerindeki diğer benlikleri ile çatışmalarına sebep olmaktadır. Yazarın romanlarında yarattığı kahramanlar genellikle tamamlanmamışlık, yalnızlık, yabancılaşma, boşunalık ve yitirmişlik duyguları hissetmektedirler. Çoğu romanında başkahraman, monoton iş hayatından dolayı mutsuz, yalnız, boşanmış veya bekâr, neredeyse hiç aile bağları bulunmayan, hayatta bir hırsı ve beklentisi olmayan, pasif bir karakter olarak betimlenmiştir.’’(Depçi, 2019: 1).Küreselleşmenin olumsuz anlamda altını çizmeye çalışan Murakami, edebiyat anlamında da bu kavramın farkındadır. Çünkü Küreselleşme, Amerikan popüler kültürünün hegemonyası, kapitalizmin bireyleri ezmesi, bireyin yabancılaşması küresel edebiyat bağlamında değerlendirilir. Haruki Murakami, eserlerinde sanatsız, basit bir anlatımı tercih eder; mecazlardan kaçınır. Bu anlatış tarzını tercih edişi, küresel okura seslenmek istediğini gösterir. Murakami’nin kahramanları tamamlanmamışlıkları, parçalanmaları, yabancılaşmaları, yitirmişlik duyguları ve bu duygular ile birlikte psişik yaşamlarındaki bilinçdışı zihinsel işleyişleri ile tam bir küresel insan panoraması çizerler. Murakami’nin roman kahramanlarının bir diğer özelliği, günlük hayatlarının dışında bilinçdışında başka bir hayat da yaşıyor olmalarıdır. Bunun yanında Murakami Kafkaesk imgeleri sıklıkla kullanan bir yazardır. Kafka’nın modern’in içinde sıkışmış romanları, Murakami’de postmodern bir bilinçdışına kaçış sergilerler. Günün birinde Cingu Stadyumu’nda beysbol maçı izlerken birdenbire roman yazmaya karar verir. Eve döner dönmez ilk işi masa başına oturup yazmak olan Murakami, bundan sonraki hayatında tüm dikkatini yazmaya verir. Caz kulübünü işletirken bir anda roman yazmaya yirmili yaşların sonunda karar veren yazar, aynı şekilde koşmaya da otuzlu yaşlarında karar vermiştir.” (Sancaklı, 2015: 6). Bu raddeden sonra yazar olmaya karar veren Murakami, caz kültürüne olan tutkusu ve beysboldan hoşlanması ile de küresel bir yazardır. Bu unsur karakterlerinde de göze çarpar. Murakami’nin her kitabından bir playlist ve film seçkisi verir. Bu şarkılar ve filmler tabii ki Japonca değildir.

 

Postmodern anlatının ustası olan Haruki Murakami’nin Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu adlı romanı,1985 yılında yazılır. Kitabın Türkçe çevirisi 2011 yılında Doğan Kitap’tan çıkar. Kitabın çevirmeni  Japon Dili ve Edebiyatı profesörü Hüseyin Can Erkin’dir.Kitap 463 sayfadan oluşur. Romanda paralel giden iki hikâye vardır. Tekil sayılı bölümler, Haşlanmış Harikalar Diyarı; çift sayılı bölümler Dünyanın Sonu olarak ayrılmıştır. Haşlanmış Harikalar Diyarı’da anlatıcı, veri şifrelemesi yaparak bilinçaltını kullanmak üzere yetiştirilen bir hesapçıdır. Bu dünyada hesapçılık yapanlar, yarı resmi çalışan Sisteme mensuptur ve Sistem’in onayını alan işlerle görevlendirilirler. Sistem, bir zamanlar hesapçı olarak görev almış, ancak sonrasında Fabrika’yla çalışan şifre çözücülere karşıdır. Sistem verileri, bilgileri korurken, Fabrika bunları çalmaktadır. Ancak hesapçı, günün birinde karanlık karası denilen tuhaf yaratıkların yaşadığı yerin altında, uzun koridorlardan ve bir şelaleden geçildiği gizli bir laboratuvarı olan yaşlı bir profesörün verilerini korumak üzere karma işlemi yapmak için laboratuvara davet edilir. Hesapçıyı, ailesini bir kaza sonucu kaybeden ve profesör olan dedesi tarafından büyütülen tombul Pembeli Kız karşılar. Pembeli Kız, kendini dış dünyada kurulan düzene yabancı olduğu için bu düzen içinde yaşayan insanlarla iletişim kurmaya da ihtiyaç duymadan hayatını devam ettiren bir bireydir. Yerin altında gizli bir laboratuvarı olan Profesör’ün yanına giderken, hareket ettiği belli olmayan, sanki çok yavaş hareket ediyormuş gibi gelen içinde, buton ya da panel bulunmayan bir asansörle yerin altına iner. Ama yerin altına inene kadar akla karayı seçer. Sonsuza kadar o asansörde kalacağını düşünür. Anlatıcı, kendisi gibi yirmi beş kişinin daha profesör tarafından bir deneye tabi tutulduğunu, ancak hayatta kalan tek kişinin kendisi olduğunu ve kendisinin “karma sistemi” olarak adı verilen dünyayı değiştirebilecek bir projenin anahtarı olduğunu sonradan öğrenir. Dünyanın Sonu’nda dış dünyadan soyutlanmış, etrafı duvarlarla çevrili bir şehirden bahsedilir. Buradaki dünya, Haşlanmış Harikalar Diyarı’ndaki anlatıcının bilinçaltında farkında olmadan oluşturduğu bir dünyadır ve bu dünyada kabul edilme süreci yaşar. Bu dünyada yaşayanların seçme özgürlüğü, duyguları ve gölgeleri yoktur. Buna bağlı olarak da yürekten söz edilemez. Kapı bekçisi tarafından sahiplerinden koparılan gölgeler, şehirde yaşayan insanların belleklerine bağlıdır. Gölgesi olmayan insanlarsa, zamanla duygularını ve geçmişe dair belleklerini de yitirirler. Şehirdeki belleğinin izlerini silmek için, anlatıcıya rüya okuyuculuğu görevi verilir. Anlatıcı, tek boynuzluların kafatasından rüya okumayı öğrenmek amacıyla her gün kütüphaneye gider. Bu canlılar, kapatıldıkları yerden geceleri çıkarılırlar. Kış geldiğinde ise soğukta bırakılıp ölüme mahkûm edilirler. Kendilerine mal olan rolü benimsemişlerdir. “Anlatıcı, şehrin kapı bekçisi tarafından kendisinden koparılan gölgesiyle beraber kaçabilmek için harita hazırlayıp firar planları yaparken, kafatasından rüya okumayı öğreten kütüphane görevlisi genç kadına gönlünü kaptırır.’’ (Sancaklı, 2015: 13) Bu dünyanın sırlarını çözdüğünde, kendi bilinçaltında yarattığı bu şehir ve karakterleri terk edemeyeceğini anlar. Bu dünyayı terk etmediği için de bu dünyada hapsolmayı göze alır. Bu arada Haşlanmış Harikalar Diyarı kısmındaki anlatıcı, Profesörü kurtarmak için onun torunu ile, karanlık karalarının cirit attığı yer altında gerilimli bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk karanlıkla, ıslaklıkla ve tehlikelerle doludur. Yolculuğun sonunda profesöre ulaşan anlatıcı, ondan karma işleminin esasını öğrenir. Kendisi bilgi savaşlarında bir denek olarak kullanılmıştır. Karma işlemi sonucunda her hesapçı zihninde ikinci bir alan açar. Profesör, hesapçıların zihnine üçüncü bir alan açmak adına bilinçaltındaki verilere ulaşmaya çalışır. Buna sadece anlatıcı dayanabilmiştir. Kendisinin güçlü duygusal kabuğu yaşamasına olanak sağlar. Anlatıcı, farkında olmadan zihninde bu üçüncü alanı açabilecek bir anahtar hikâye kurgulamıştır. Bu da Dünyanın Sonu’dur. Artık Dünyanın Sonu kısmında gölgesini bırakıp hayatına devam ederse Haşlanmış Harikalar Diyarı’nda ölecektir. İşin kötü yanı, bunu durdurmak için elinden hiçbir şey gelmez. Bu tamamen Dünyanın Sonu’ndaki rüya okuyucusu olan kendisine bağlıdır. O da kütüphaneci kıza âşık olur, onun içindeki yürek kırıntılarını gördüğü için gölgesi ile kaça fikrinden vazgeçer. Böylece Haşlanmış Harikalar Diyarı’ndaki Hesapçı ölür, rüya okuyucu da sonsuza kadar Dünyanın Sonu’nda sıkışıp kalmaya mahkûm olur.