Lirkuşu
Şiir Üzerine

Lirkuşu

Orhan Emre

Lirkuşu; doğa ve insanın bir bütün olduğu, anlam ve canlı arasındaki sınırları yıkan, özle birliktelik kuran yepyeni bir şiirin habercisi.

 

“Kuş gibi açan ağzını/Kanamış kıyıcığında/Kırılgan kıyılarının”

 

Her bir metnin, kelime ya da harfin ayrı ayrı incelenmesini zorunlu kılan bu kitap, okurun da kolay kolay ulaşamayacağı şiirlerden oluşur. Bu şiirler, aynı zamanda, günümüz Türkçe deneysel şiirin özünü oluşturmuş ve kendinden sonra gelenleri de fark ettirmeden etkilemiştir. Bununla da yetinmez; anlama kafa tutarak, dille sürekli bir savaş haline girer. Bu savaşın nasıl biteceğini ve sonrasında kendisi de neye dönüşeceğini bilmez. Bu bilinmezlik onu insanın karanlığına sürekler. Bu karanlığın içinde kurtarıcı olan ne ya da kim? Bu soruların cevapsız kalmasının da bir önemi bulunmamakta. Çünkü şair bölük pörçük bir hayatın ortasında, sıradan anlamı terk ederek, gerçek anlamın ve aşkın   (ikisinin bir arada olması mümkün olmasa da) peşine düşer.

 

Geçerek ak sütün içinden, zirkonyumun içselinde durup

durmayıp, çarparak hücre duvarlarına, aşıp işkenceyi,

havada donarak kalan bircik gözyaşı damlası saydam-

lığında DNA’sı kaynayan kımıl.

Boşluğa düşünmüyor suyun dili, öpüşür sevilir, sarılır.”

 

Bu şiirlerde ses belirgin bir özellik taşır. Her bir sesin ayrı bir ritmi bulunur. Harfler ve kelimeler; dokuz sekizlik (9/8’lik) bir ritimdeyken dört ikilik (4/2’lik) ya da üç dörtlük  3/4’lük) bir ritmin içinden geçer, bir bütüne ulaşırken. Bu ayrıksı durum sesi ritimden koparmaz; bilakis, sonsuzluğa evirir ve yaşama dönüştürür.

 

“İncinmiş bir ruhla sevdiğim şebboydu/gecenin yası ilkyazla dolu/ karanlığın açıldığı inceldik yerden/tatlı anısı geri gelir mi yaşam boyu”

 

Âba Müslim ÇELİK (ki o yıllarda Müslim Çelik) de Sevim BURAK gibi hikayelerini (şiirlerini), kendi ve başkalarının yaşamları dışında, bir düş ve imge karmaşığı ortasında yazarak;[1]  dirimselliğine başka bir yüzeyde duyurmak ve dilin bilgisine, sınırlarına yeni bir yaşam ya da ölüm hali vermek ister.

 

Dil, onun için artık bir cübbe altına saklanarak var olma ya da yok olma hali olur.

 

“Ve kurtuluyorum uyandırılmış kartal ben karanlıkta/özlemiyorum da başka akşamları başka bir sunguyu// Ben kendimi cümle oluşumun yanmasıyla sevdim onu”

 

 Bu durum aynı zamanda Âba Müslim ÇELİK’i, Frenhofer’in[2] karanlığına, gerçeğin ve mecazın dışına, insan dışı (doğanın, bitkinin ve hayvanın dili ile) bir oluşla düşürür.

 

“İğildim öptüm kirpiklerimde damla/Güneş sağımda göz soluma akar/Kanatlarım kanlanırdı üstümden uçsa/Doğa dişil yüzlerle bakar”

Varlığını bulamayan şair; yaşam, düş ve gerçeklik arasında gider, gelir. Bu yolculukta çağdaş zamanın yozlaştığının farkında olan ÇELİK, çıkış yolunu bağırmadan, sessizce dili yeniden yaratmakta bulur. Bu bir tutunma, parçasını bulma istencidir, aynı zamanda.

 

“Aaa../ AşkkkşşşiİR/ Birlikte eririz/ Hit’izdiz” “Gülerim izi kalır/Ağlarım/Anlam sağır/Pişman olunmamış/Sevgi, Uza geleceğimi/Biriktirsem// Zaman sen bende sende nerde durursun acaba”

 

Şüphesiz bir varoluş meselesidir şiir, Âba Müslim ÇELİK için. Yersiz, yurtsuz bir varoluş…

 

“Ve Müslim sen şairsin işte öylesin/kulak ver yanındayken ne uzak olduğuna

 

 

[1] “Hikayelerimi, bilinçle, yaşam’dan ayrı bir çizgide yazıyorum. Kendi yaşamımın ve başkalarının yaşamlarının dışında, bir düş ve imge karmaşığı ortasında yazabiliyorum.” ( Sevim Burak-Mübeccel İzmirli söyleşisinden.) İkinci Bir Yaşam, Sevim Burak’ın Edebiyat Dünyası, Hazırlayan: Mustafa Demirtaş, Y.K.Y., s. 233.

[2] “…yürürken yalnızca yürümüşüm. Hiçbir şey üretmemişim!” Balzac, Gizli Başyapıt, Çeviri: Semih Rıfat, S. 55.