“Unutulan acılar hayatı yaşanabilir kılmıyor,
bilakis onu yaşanan bir hayat olmaktan çıkarıyor.
Üzül gitsin.”
Sezgin Kaymaz-Farfara
“Unutulan acılar hayatı yaşanabilir kılmıyor,
bilakis onu yaşanan bir hayat olmaktan çıkarıyor.
Üzül gitsin.”
Sezgin Kaymaz-Farfara
Bağladı beni buraya. Lüzum yoktu oysa! Onu terk ederim diye korkuyor belli, ama bırakıp gitmem ki ben. Parkın girişindeki korkulukların oradayım. Gelen geçen şöyle bir dönüp bakıyor halime. Kimi gülümser, kimi yaklaşmaya meyleder, kimi de tedirgince yamacımdan süzülüp geçer. Tekmilinin eşkalini aklıma kazırım; hangisi iyi niyetli, hangisi değil, “şak” diye anlarım. Kalabalık bugün park, hava -benimkinin tabiriyle- yazdan çalınmış. Çalmak kötü. Hem… Nereye gitti ki bu? Karşıdaki büfeye uğramıştır muhakkak. Gelir birazdan. İleride top oynayan çocuklar var. İtiş kakış bir mahalle maçı… Kan ter içinde koşturup duruyorlar. Kollar, ayaklar, çalımlar birbirine karışmış. Oraya baktıkça heyecanlanıyorum, elimde değil. Ah canına yandığımın topuuu, buraya bir kaçsa… İpin yettiği yere kadar gidebiliyorum, bazı bazı etrafımda dolanıyorum, yerimde duramıyorum. Gözümü bir an olsun ayırmıyorum onlardan. Ağzımı açıp da o yana doğru bağırsam diyorum ama… Ulu orta bağırmak yasak. Sus oğlum! Yavaş! Korkuyorlarmış sesimden. “Şikâyet ederlerse,” demişti bir keresinde, işte o zaman ayvayı yermişiz. Tadı kötü ayvanın. Gelip götürürlermiş beni. E haklı belki de… Ben gidersem, öyle bir başına, ne olur hali? Sorsam “nereye götürecekler?” diye -yalnızca meraktan sorsam yani- kırılır, üzülür diye susuyorum. Bilmiyorum başka türlü yaşamayı, bırakıp gitmeyi bilmiyorum. Bazı bazı sokaklarda gördüklerimin yahut O’nun söylediklerinin haricinde yaşamakla ilgili tecrübem yok ki! Bekliyorum ben, bazen burada, bazen diğer köşede, bazen evde. Ne kadar beklediğimi bilmeden öylece dikiliyorum. Gelir elbet. Gelir, geliiir, vesvese yapmaaa. Hava da soğudu iyi mi? Bir şeyler ters…
Bir kadın yaklaşıyor. Elletmemeliyim kendimi. Ondan başkası dokunamaz bana. Tembihliyim, bağırmayacağım ama daha da yanaşırsa el mecbur… Bak, inadına… Dişlerimi gösteriyorum. Genzimden hafif ama etkili bir hırıltı dökülüveriyor. Bir adım daha…
“Uzak dur be kadın, uzaaaak, yakma ikimizi de!”
İşe yarıyor. Yanağının kenarında yarım bir gülümseme çekip gidiyor yanımdan. Uzaktan öpücük atıyor bana, yüz vermiyorum. Sokağın köşesinden kaybolup kokusu dağılınca hepten rahatlıyorum. Birilerinin bana dokunması, beni alıp götürmesi gibi korkunç ihtimalleri uzaklaştırmaya gayretleniyorum aklımdan. Hem buradan çözseler bile ipimi, atsalar bir arabanın arkasına…Yok yooook, zapt edemez ki kimse! Bir yolunu bulur kaçarım. Koklaya koklaya bulurum onu. Sevinir. Hem öyle sevinir ki döndüm diye, saatlerce dizlerine yatırıp okşar başımı. Merak etmesin hiç, kıyamam ben ona.
Beklediğim top, tam da o sıra kafamdan sekip az uzağıma düşüyor. Bir silkinip atılıyorum o yana- ipin boyu da yetiyor şükür- kıvrak bir çene hareketi ile kapıyorum yerden meşin yuvarlağı. Ağzıma aldığım gibi, içli bir fıssssss… Sönüyor meret. Manzarayı izleyen veletler koro halinde iç çekiyorlar. Hınçla bakıyorlar benden yana. Yediğim haltı anlıyorum ama dedim ya, elimde değil. Üç beş saniyeliğine sıkılsa da canları hemencecik toparlanıyorlar. Hüznün içinde asılı kalmıyorlar hiç, acı dediğin kısa süreli bir rüya onların dünyasında. Halka oluyorlar hemen, ceplerinde ne var ne yoksa avuçlarına alıp ortaya uzatıyorlar. Veletlerden biri, küçücük parmaklarından yardım alarak sayıyor parayı. Giden topun ardından yenisi alınacak belli. Şu karşıki dükkânın kapısında asılı yüzlercesi. Aralarından birini elçi seçiyorlar. Bir koşu, karşı kaldırıma geçip sekerek kapıda sigarasını sömüren dükkân sahibinin yanına varıyor oğlan. Avucunun cenderesindekileri adamın eline döküveriyor. Büyük top filesinin derinliklerinden birini -rengini seçemiyorum topun- gösteriyor. Adamcağız da ne yapsın, o koca yığının içinden ıkına sıkıla el yordamıyla buluyor arzu edileni. Oğlan, kolunun altına aldığı gibi emaneti, yine bir koşu caddeyi geçip geliyor. Yanımdan geçerken “iyi halt ettin” dercesine bakıyor suratıma, tehditkâr parmağını havada sallıyor. İlkin bakışlarımı yere indiriyorum -kabahatliyim tamam- ardından -olan olmuş gibisine- kuyruğumu sallıyorum. O da gülümseyince işi tatlıya bağlıyoruz. Hakeza, yine düşse önüme yine yaparım, biliyorum. Doğduğumu, yaşadığımı, öleceğimi… Hepsini biliyorum. Ölüm hele, en çok da ölüm yokmuş gibi yapamıyorum sizin gibi, huyum böyle. Bana lazım olan her şeyin farkındayım ama siz… Aslında o kadar basit ki hayat azizim; koşacaksın, yemek yiyeceksin, sıkışınca da bırakacaksın bir ağacın dibine. Dostunu düşmanını bileceksin tabii, seni seveni koruyup kollayacaksın. O, her sabah evden çıkıp gittiğinde geri geleceğini de öğreneksin zamanla. Evde yalnız kalınca ağlamamayı da öğreneceksin. Sensizlik ihtimalinin onu kahrettiğini, işte bu yüzden sebep seni sürekli bir yere bağladığını elbet anlayacaksın.
***
Mahalle maçı devam ediyordu. Güneş az daha kısınca gözlerini, hepten titredi bizimkinin içi. Birazdan, camlardan sarkmaya başlar analar, bebelerinin ismini çığırırlar avaz avaz. Ezan okunmadan evlere girilir, buğulu camlara hohlaya hohlaya kalpler, evler, dilekler, niyetler çizilir. Park başkalarınındır artık; boş banklara evsizler kurulur, ağaç altlarına kediler kıvrılır. Sokağın azman köpekleri çeteleşip parkın içindeki kum havuzunda toplaşır. Çetenin lideri ne isterse -o gece gönlünden ne geçerse -o olur. Kedi de kovalanır, kapı önünden ayakkabı da çalınır, yukarı mahallenin itlerine de saldırılır icabında. Bunları bilmez; akşam sofralarını dantel örtülü masalara kurup sıcacık yatağına erkenden konanlar. Bilmez, sahibinin verdiği mamaya tamah edenler. Parkın ve dahi gecelerin esas sahipleriyle hasbelkader bir gün açıkta kalmışlar bilir yalnızca.
***
Çok soğuk… Bacaklarımda mecal yok. Nicedir gittiği yere bakıyorum. Havada onun bildik kokusunu arıyorum ama… Kendi nefesimin buharına karışıp dağılıyor her şey. Ben mi kaçırdım acep? Dikkatimden mi kaç…? Belki de çıkıp gitti çoktan evimize ama ya ben? Beni bırakıp da… Çok soğuk… Susadım. Kesin başına bir şey…
İpi kemirmeye, inceltip kopartmaya çabalıyorum ama olmuyor. Belki kendi kopar diye gerinip bir gayret ileri doğru atılıyorum ama nafile! Her deneyişimde canım daha da yanıyor. Bitkin düşüyorum. Mahallenin kedileri alaycı kuyruklarını sallaya sallaya geçiyor yanımdan. Ayak sesleri yabancı, aşina olmadığım şeyler bunlar. Kum havuzunun oradan -tam da göremediğim uzak bir köşesinden- hırıltılar duyuyorum ama çözemiyorum. Hararetli bir konuşma olduğu belli, ama kelimesi kelimesine söyle desen bilemem inan. Koşar adım yaklaşıyorlar. Öndeki iri kıyım zınk diye yanımda duruyor. O durunca, arkasına kattığı herkes de tembihlenmiş gibi sıralanıyor arkasında. Mühim biriyse demek.
“Şuna da bak seeen, bizim çöplükte bir jön! Yolunu mu kaybettin, canına mı susadın yohsam?”
Kaba saba bir tip! Ses etmiyorum. Etrafımda şöyle bir geziniyor, gözdağından bir duvar örüyor aramıza. Burnuyla oramı buramı tetkik ediyor.
“Sana diyom lan, dilini mi yuttun oğlum?”
Ne demek lazım gelir? Konuşsam da konuşmasam da olacakların kokusunu alıyorum buram buram. Âdemin aksine, mevzuyu uzatmaya, işleri zorlaştırmaya gerek duymuyorum. Ağzımdaki tüm dişleri göstere göstere hırlıyorum. Karşımdakinden geri çekilme alameti göremeyince salyalarımı akıta akıta bağırıyorum. Yasaksa yasak! Biri balkonundan sövüyor yedi ceddimize ama sallamıyorum. Kafa göz dalıyorlar bana, hırslarını alıncaya dek de bırakmıyorlar. Kan revan içinde korkulukların dibinde dikilmeye devam ediyorum. Yaralarımı yalıyorum. Paslı demir… O gece, gecelerin nasıl da uzun olduğunu fark ediyorum. Güneşin doğuşunun dışarıda kalanlar için ne demek olduğunu, kemiklerin sızısını, yalnızlığın acısını, soğuğun sunturlusunu… Öğreniyorum.
İlktir gün onsuz başlıyor. Sokaktayım. Perişan… Parka gelip beni aynı yerde bulanların bakışları bir garip. Yaklaşmaktan imtina edenlerin bile şefkat yürümüş gözbebeklerine. Salgıladıkları her neyse, işte o lisanından okuyorum olan biteni. Anlıyorum sanki. Acıyorlar. Açıyorum ağzımı.
“Gelecek o! Hep gelir! Muhakkak başına bir şey…”
Nasıl bağırdıysam artık, etraftakiler kulaklarını kapatıyor hemen. “Hoşşşt lan, hoşşşt!” diye sesleniyor simitçi uzaktan. Bağırdıkça takatim kalmıyor, bacaklarım titriyor, çöküyorum olduğum yere. Bir çocuk yanaşıyor yanıma, dokunma diyemiyorum, gardım düşmüş çoktan. Burnumu ellerine götürüyorum. Niyeti kötü değil. Yaralarıma bakarken yüzü düşüyor. Kokluyorum. Üzgün! “Üzülme,” diyorum, “iyileşir yaram, iyileşirim ben! Asıl o… onu bulmam gerek!” Ben konuştukça boğazında düğümlenen urganlar sicim sicim akıyor gözlerinden çocuğun. Eğilip de başımı daha bir şevkle okşuyor. Benimkini kaybettiğim yana, caddenin karşısına doğru bakıyorum öylece. Anlıyor sanki, karşıya geçip oraya ve civardaki tüm dükkanlara girip çıkıyor. Yüzü asık, omuzları düşük, gerisin geri geliyor yanıma. Yumuşacık sesi… “Merak etmeyesin, gelecek elbet!” dediğini hayal ediyorum. Ona inanmak için sebebim çok fakat… İçimde durdurulamaz bir kalp ağrısı… İsyanımı, sesimle göğe doğru bırakıyorum. “Havladığı yetmedi şimdi de bu. Uluma lan, uluma artık!” diye söylenerek geçiyor yaşlıca bir amca yanımdan. Mahalleli yavaş yavaş etrafımıza toplanıyor. Halime acır bakışlar bir iken beş, beş iken on oluyor. Kim ne bulursa getirip bırakıyor, kaplar yığılıyor önüme ama ya o? Onu getiren yok! Bir anda öfkeleniyor kalabalık. “Şuncağız, böyle bırakılır mı sokak ortasında? diyor biri, “Ne acımasız insanlar var,” diye ekliyor diğeri. Beni bir başıma burada bırakana fısıldaşa fısıldaşa lanet okuyorlar. O kargaşada, tasmamın ipini korkuluktan usulca söküyor biri. Madem bağlı değilim artık, “onu” bulma niyetiyle sokaklara vuruyorum kendimi.
***
Marketten çıkar çıkmaz, gündüz vakti beyaz bir Toros yanaşmıştı yanına. “Kimsiniz, necisiniz” demeye kalmadan derdest edip atmışlardı “O’nu” arka koltuğa. Ellerini arkadan iple sıkı sıkıya bağlamışlardı. Yanından arabayla geçerken feryat figan seslenmişti can dostunun adını ya, kapalı cam geçit vermemişti sesine. Önde oturan herif, dönüp de adamlarına “Lan!” demişti, “birazdan kendi geberecek it, daha hâlâ itinin…” Gülüşmüşlerdi. Bir tarlada yahut kör bir kuytuda, kuşların uçmaktan imtina ettiği, kervanların izini bilmediği bir yerde sıktılar kafasına. Terk edebilirmiş gibi yattığı yeri, elleri bağlı, gömdüler bir bilinmezliğe.
Lüzum yoktu oysa!