Masada Mutfak
Masada Mutfak

Masada Mutfak

Süreyya Deniz Özceylan

“Masayı kıracaksın, tepinme artık. Dikkatimi dağıtıyorsun.”

“Ne anlatacağını düşünmedin değil mi? Zaman kazanmaya çalışıyorsun sadece.”

“Tabi ki düşündüm, biliyorum ne anlatacağımı. Ben masayı düşünüyorum. Kırılmasını istemem. İkimiz içinde önemli çünkü.”

“Evet, ikimizin de varlık sebebi. Neyse, hadi başla.”

“İyi peki. Sen istedin, günah benden gitti.

 

Evli evine köylü köyüne, ben yine mutfakta kaldım. Banana Yoshimoto “Mutfak” adlı öyküsünde şöyle diyor, “Şimdi yalnızca ben ve mutfak kaldık. Büsbütün yalnız kalmaktan biraz daha iyi.” Mutfak masası kutsal alanlardan biri. Orada fasulye ayıklar, pirinci taşlarından ayırırım. Orada düşünür, heyecanlanır, öfke nöbetlerine tutulurum. O masada kitaplar okur, filmler izler, müzik dinlerim. Orada narı kızıl suyunu akıta akıta ikiye bölerim. Narın taneleri dişlerimin arasında sert özünü ortaya çıkarırken ben düşüncelerimin arasında rahat, aheste dolaşırım. O masada öyküler kurar, oyunlar bozarım. Onca sebzenin, baklagilin, baharatın, onca mutfak araç gerecin içinden yepyeni efsunlu bir dünya doğar. Mutfakta benden başkası yoktur. Tamamen bana ait bir yer. Ne zaman mutfak masasına geçsem başkalaşırım. Ayak parmaklarımda bir gıdıklanma başlar, oradan karın boşluğuma sonra da bütün vücuduma yayılır ve içimden bir Cüce çıkar. Masanın üzerine atlar önce korkutur beni, sonra ciddileşir acımasız bir yargıca döner. Kollarını kavuşturur, masanın üzerine oturup bacak bacak üstüne atıp bekler. Ne beklediğini iyi bilirim yine de sesimi o bir şey diyene kadar çıkarmam. Sabırsızlanmaya başladığını kollarını çözdüğünde anlarım. Düşmemek için avuç içleriyle masayı sıkıca kavrar, başını başıma yaklaştırıp gözlerimin içine bakmaya çalışır. Ben bakışlarımı kaçırır, havadan sudan konuşmaya başlarım. Bulaşıkları yıkamak lazım, derim mesela. Masa da çok dağıldı, kalkıp toplamak gerek. Sabırsız Cüce gırtlağını temizleyerek beni nazikçe uyarır. Uyarısını ciddiye almadığımı düşünürse, kalkıp masada tepinmeye başlar. Masadan düşmemeye imtina eder ama, bilir çünkü masadan düşen her şey gibi o da bir dahaki sefere kadar geldiği yere geri dönecektir. Onun tepinmelerine, sızlanmalarına tahammül edemem. Hele o cırtlak sesini duymak dahi istemem, o yüzden onu avutmam gerek, bir şeyler anlatmam. Yoksa uyku cinleriyle anlaşıp beni uykusuz gecelere mahkûm eder. O uyku cinleri yok mu, onları nasıl yakaladığımı, nasıl sobelediğimi sonraki sefer anlatırım artık. Derdim şu acımasız yargıcın gönlünü eylemek.”

 

“Dur dur, anlatma daha fazla.”

“Ne oldu yahu, anlatıyordum işte ne güzel. Nesini beğenmedin.”

“Şu yakındığın Cüce, şüphe uyandıracak kadar tanıdık geldi.”

“Kimi hatırlattı ki sana?”

“Ne ima etmeye çalışıyorsun, açık konuş.”

“Hikâye bu sonuçta canım. Cüce de kurgusal bir karakter işte.”

“Sıkıldım, başka bir şey anlat.”

“İyi, peki. Yakın zamanda okuduğum bir kitap var, ondan bahsedeyim, Cüce sıktıysa.”

“Sıkılmadım sadece… Neyse kitaptan bahset hadi.”

 

“ “Önyargı nasıl da güçlü bir şey! Korku insanı nasıl da kör ediyor! Ne kadar da körmüşüm! Karşımdaki bir köpek değil, bir insandı. Zincire vurulmuş bir adamı, basitleştirici mecaza başvuran toptan bir hatayla, bir köpek sanmıştım. Yanlış anlaşılmak istemem. Elbette bir köpekti o, ama insan biçiminde bir köpek. Bir köpeğin niteliği, içsel bir niteliktir, insanda da hayvan biçiminde belirebilir…”[1]  diye devam eden bir hikâye var, geçenlerde bitirdiğim kitapta. Kitabın önemli öykülerinden biri olan “Kum Saati Burcundaki Sanatoryum”da geçiyor bu cümleler. Hikâyeyi anlatmayacağım sana, çok merak edersen açıp okursun. Hikâye bitince o köpeği düşündüm bir süre. Hikâye karakteri onun bir köpek olmadığını anladığında bağlı olduğu zinciri çözüyor, özgür bırakıyor. Kara giysili bir adama dönüşüyor köpek, kendisini özgür bırakana tabii olmaya çalışıyor. Karakterle birlikte yürümeye başlıyor adam. Karakter ona boyun eğen bu kara giysili adamın arkadaşlığından rahatsızlık duyuyor. Onun sevgisini ürkütücü buluyor ve ondan kurtulmak istiyor. Kara giysili adama bir oyun oynuyor. Adamı sanatoryuma götürüp bir şey alma bahanesiyle terk ediyor orayı. Onu orada öylece bırakıyor. Hikâye bitince içimde bir şeyler çöreklendi. Kitabı kenara bırakıp düşündüm. İnanmış olanları, arkada kalanları. Onlar ki inancın adının dahi hatırlanmadığı bir zamanda onu içinde taşıyanlar değil mi? Oysa o inanmış olan, orada o buz gibi soğuk sanatoryumun sayısız odalarından birine, bir labirentin içine hapsedildi. Minotor’un[2] labyyrinyhos’[3]una. Tüm geride bırakılanlar, kalanlar hepsi orada, o labirentte şimdi. Birbirlerine çarpıp duruyorlar çıkış yolunu bulabilmek için. Tanımıyorlar birbirlerini. Her çarpışma, her karşılaşma defalarca durmadan tekrarlanıyor. Kaderlerinin kederiyle öyle meşguller ki az önce çarpıştığı yüzle milyonlarca kez çarpışmış olduğunu hatırlamıyor hiçbiri, tanımıyorlar birbirlerini. Geride bırakanlar tarafından lanetlenenler. Aynı toprağın evlatları. Çıkış yolunu aramaktan vazgeçmişlerin vatanı.”

 

Kendimden geçmiştim bıraksa sabaha kadar konuşabilirdim ama sinir bozucu Cüce doğuştan muhalif, araya girdi.

 

“Hüznün Fiziği’[4]nde de geçiyordu değil mi şu Minotor dediğin yaratık. Nasıl bağdaştırdın iki kitabı Allah aşkına? Hem o tirat da neydi öyle? Tüylerim ürperdi. Yok inanmışlar, yok geride bırakılanlar falan. İnanç bir seçim meselesidir bir kere, sorumluluğu da inanmışa aittir ve sonu ne olursa olsun baştan kabul etmiştir zaten inanan. Ya şu geride kalanlar, bırakılanlar? Güldürme beni, hiç mi geride bırakmadın, bırakılmadın? Bilmiyorsun sanki, insan hem eden hem de edilen. Bırak şimdi şu lafları da kitaptan biraz daha bahset.

 

Kendi yaptığı tirat atmak değildi sanki. Uyuz Cüce benimle sidik yarıştırıyor aklınca.

 

“Bu kitap üzerine bir sürü insan konuştu, yazdı. Ben bendeki izdüşümünü anlatıyorum sadece izin verirsen tabii saygıdeğer Cüce’m.” Cüce kısmını oldukça kısık sesle söylüyorum. Duymasını istemiyorum, cüce olduğunu asla kabul etmez çünkü.

 

“Ne dedin, cüce mi dedin bana?”

Dudaklarımı sıktım, gülmemek için kendimi zor tuttum. Yok deve, diye geçirdim içimden.

“Yoo. Ben, haşa, böyle seslenebilir miyim?  Sen benim Demiurgos[5]’umsun, mimarımsın.”

“Bırak şimdi sululuğu da kitaba dön. Yoksa bu gece uyku cinlerini ziyaret şart olacak.”

 

Muzır gülümsemem yüzümde dondu. Ah neler çekiyorum uykusuzluktan. Her gece yatakta dön Allah dön. Sabaha, gece büyük bir savaş vermiş ve bundan sağ çıkmış gibi mağrur ama yorgun uyanıyorum. Tüm günüm de geceki savaşın kalıntılarını silmeye çalışmakla geçiyor. Yok efendim ben bu Cüce’yle baş edemem. Hevesle devam ettim.

 

“Her bir hikâyesiyle gerçeküstü evrenleri alıp dünyanın içine yerleştiriyor Schultz, yaşamın göbeğine. Yeniden inşa ediyor renkleri, mevsimleri, şehirleri. Perspektifi alt üst ediyor. Şekil değiştiriyor her bir unsur onun öykülerinde. Daha önce bakılmayan deliklere dayıyor okuyucunun gözünü. “Krokodil Sokağı” öyküsünü neresinden okursan oku iğne oyası gibi işlenmiş bir modernizm eleştirisi. “Yaş Haddinden Emekli” öyküsü ise…”

 

“Tamam daha fazla anlatma. En iyisi okuyayım. Anlatamıyorsun zaten.”

Rahatlamıştım. Nihayet acımasız yargıcım beni rahat bırakmaya karar vermişti. Artık rahat bir uyku uyuyacağımı düşünürken onun meraklı bakışlarının üzerimde dolaşmaya devam ettiğini gördüm.

“Ee,” dedim.

“Ee,” diye karşılık verdi. Kollarını bağlamış, dinler pozisyonunu bozmadan, “Geçenlerde birkaç film seyretmişsin.” Sözünün bitmesini beklemeden yapıştırdım cevabı.

“Yorgunum, çok da uykum var.”

“Sizdeki şu uyku hallerini çözemiyorum, insan nasıl en verimli zamanlarını böyle ölü geçirir, anlamıyorum.”

 

“Ah, bu korkunç arkadaşlığa dayanmak ne kadar da güçtü! Bu uğursuz sevgi ne kadar da ürkütücüydü! Bana boyun eğdiği gözlerinden açıkça belli olan, yüzümdeki en ufak değişikliği dikkatle izleyen ve yanımda benimle birlikte yürüyen bu adamdan nasıl kurtulabilirdim? Sabırsızlık gösteremezdim.”[6]

 

Bu cümleleri şimdi daha iyi anlıyordum. Su alma bahanesiyle ayağa kalktım. Kalkarken masayı olabildiğince şiddetli sarstım. Mutfak masası hırsla sarsıldı. Dengesini yitiren sevgili Cüce’m masadaki tüm öteberiyle düştü. Her şey bir dahaki sefere kadar geldiği yere geri döndü.

 

 

[1] Syf., 230, Tarçın Dükkanları, Bruno Schulz

[2] Yunan mitolojisinde yarı insan-yarı boğa yaratık.

[3] Minotor’un kapatıldığı labirent

[4] Hüznün Fiziği, Georgi Gospodinov,

[5] Akl-ı Faal ya da Demiurgos, birçok kültürde görülen dünyayı oluşturan ilaha eski Yunan geleneğinde verilen addır. Bu ad “İnsanlar” anlamındaki “demos” sözcüğü ile “iş” anlamındaki “ergon” sözcüğünden türetilmiş olup “İnsanlar için imal eden, şekil veren, mimar” anlamına gelmektedir.

[6] Syf., 231, Tarçın Dükkanları, Bruno Schulz