Dünyanın bütün uykularını Masalcılar uyumuş payıma bir gram uyku kalmamış sanki. Masalcı’mın yokluğuna alıştım ama sevimsiz geliyor günler artık. Yaşama sevincimin bir teli kopmuş. Ahengi yok dilimdeki şarkıların. İlk masalcım bir keresinde kısa bir ayrılıktan sonra “Hayat sensiz yaşanıyor Cüce, ama seninle daha bir güzel oluyor” demişti. Barışma cümleleriydi bunlar. Yeni bilenmiş bir bıçağın açtığı kesik gibi acımıştı kalbim. Ne diyeceğimi bilememiş uzun süre sessiz kalmıştım. Söylediklerinin ne kadar yerinde olduğunu düşünmüş yine de içimdeki isyanı susturamamıştım. Bari aşkı kaçırabilseydik gerçekliğin gölgesinden. “Peki” demiştim ben de “Peki.” Neyse ki bin bir emekle masalcılarımdan aşırdığım kitaplarla oluşturduğum koca bir ordu var arkamda. E sırtım yere gelmez benim. Ne Masalcı ne aşk ne de öteki cinler hiçbiri umurumda değil artık. İşte karşımda ordumun erlerinden bir yazar bırakıyor kitabını ellerimin arasına. Üstelik onlardan daha iyi anlatmadığımı kim söyleyebilir.
2003 Franz Kafka Edebiyat ödüllü Macar asıllı yazar Peter Nadas. Ölümle Baş Başa[1] hikâye kitabı nasıl da uysal, uzanmış sere serpe gözlerimin altına. Pür dikkat daldım okumaya. Ayaklarım yerden kesildi, kelimelerden yapılma bir mahallenin yollarını arşınlıyorum hikâye çocuklarıyla. Kurmaca kurmaca olmasına ama kendi çocukluğu durmamış kanımca girmiş satırlarının arasına. Dört uzun öyküden mürekkep kitabın ilk üç öyküsündeki ana izlek çocukluk, çocukluğun o acımasız hali. Üstelik kitabın ilk üç öyküsünü yirmili yaşlarında yazmış Nadas. Çocukluğa içkin bilinçten yoksun o kötülüğü anlatırken toplumsal arka planı es geçmemiş. Macar toplumunun yaşadığı savaşı, sonrasında gelen komünizm tecrübesini de usul usul işlemiş öykülerine. Siyasetin yarattığı sosyal eşitsizliğin, ataerkinin sonuçlarını okuyoruz biraz da. Özellikle “Kuzu” öyküsünde anti-semitizm temasını işlerken sadece Yahudi düşmanlığını değil bütün ötekilere toplumun nasıl baktığını çocuklar üzerinden çok iyi vermiş. Linç kültürünün ayak izlerini görebiliyoruz bu öyküde.
“Kuzu” hikâyesinin ana karakteri olan Roth Amca bir Yahudi’dir. Uzun boylu ve yakışıklı olduğu belirtilen bu adam mahallede kendi halinde yaşamakta ve kimseyle derin ilişkiler içine girmemektedir. Çok konuşmayan bu adama karşı bir hınç gelişmeye başlar mahallede. Şehir yönetimi mahallede bir park yapmış ve bekçilik görevini de Roth Amca’ya vermiştir. Bu görevin neden ona verildiğini bir türlü anlayamayan ve bu durumu kıskanan mahalleli için bu sebep yetmiştir linci başlatmaya. İşin garibi sadece yetişkinler değil çocuklar da korkar, çekinir Roth Amca’dan. Analarının, babalarını örnek alan bu çocuklar daha acımasız bir şekilde ondan nefret etmekte ve her fırsatta onunla uğraşmaktadır.
“Gerçi çocuktuk, bize egemen olan gücün, yetişkinler topluluğunun araçlarıydık, isyanımız bile bizi ezen bu gücü ele geçirmek ya da en azından buna biraz yakınlaşmak çabasından başka bir şey değildi; ama birer alet olduğumuzu, Roth Amca’ya duyduğumuz kinin çevremizdekilerin yaptıklarının silik bir sureti olduğunu da sezinliyorduk; bunu belki hepimiz değil ama ben kesinlikle anlamıştım” der anlatıcı, çocukları biraz aklamaya çalışarak.
Roth’tan bütün varlığıyla nefret eden Janos Maczelka bir imza kampanyası başlatır sonra. Park bekçisi olarak görevini yapmadığını, bu görev için uygun olmadığını, akıl sağlığının yerinde olmadığına dair bir dilekçe gönderir yetkililere. Oysa çocuklar mahalleliden çok önce başlamıştır Roth Amca’ya işkence etmeye. Çocuklardan biri evinin duvarına “Yahudi” yazarak fişlemiş, linçe zemin hazırlamıştır çoktan.
“Çok kez duymuşumdur yetişkinlerin çocukların ne kadar acımasız olduğuna hayret ettiklerini. Ben öyle sanıyorum ki biz, ana babalarımızdan daha acımasız değildik, sadece çevremizin Roth Amca hakkında oluşturduğu ve yıllar boyunca olgunlaştırdığı düşünce, bizim eylemlerimizde somutlaşıyordu, çünkü biz, toplumun diğer yetişkin bireylerin aksine, eylemlerimizin değerini tartamıyorduk. Ve çocuğun acımasızlığını, yetişkinin örtülü onun için de sinsi acımasızlığından ayıran bu açıklık kuşkusuz olayları hızlandırdı. Hızlandırdı çünkü yetişkinler, bizim hareketlerimizde kendi düşüncelerinin doğrulandığını gördüler, biz onların düşüncelerinin maskesini indirdik, onlar bunu görünce geri adım atacaklarına, yaptıklarından vazgeçeceklerine daha beter gözleri döndü.”
Durup düşünmek istedim bu alıntı üzerine. Kaldığım yeri işaretleyip kitabı kapattım. Gözlerimi yummuş bu cümleleri tartıyordum ki cılız bir ses duydum içimde. Karnımın orta yerinden geliyor gibiydi. Birisi mırıl mırıl bir şey okuyordu sanki. Hem yazıyor hem okuyor gibiydi. Kısık olan ses yavaş yavaş yükselmeye başladı. Ses yükseldi yükseldi kulaklarımda patladı. Patlarken masanın üzerinde küçük bir fırtına da yaratmıştı. Korkuyla gözlerimi açtığımda her şeyin uçuştuğunu masada her şeyin etrafa saçıldığını gördüm. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor ürkekçe etrafı izliyordum. Masanın ortasında küçük bir girdap oluşmuş içinde bir şey dönüp duruyor kendini var etmeye çalışıyordu. Gözlerimin önünde bir karartı oluştu. Bir varlık. Bir mektup yazıyordu, beni çağırıyordu.
“Evli evine, köylü köyüne, ben yine mutfak masasında kaldım. Bak süt kaynatıyorum gecenin bu saatinde sana. Koyun sütü. Kurşun gibi ağır ama bir kesme şekerle içilince tüm acıları dindiren cinsten. Seversin bilirim. Süt sırrı çeker, öyle ağzı açık konmamalı dolaba. Sensiz kaynayan sütlerin hepsi şimdi dolapta, sütten başka her şey kokuyor. Zehir panzehrini içinde taşırmış. Süt de onlardan biri, uyku da. Şu mutfak masasında her gece uykumu uyutup, seni bekliyorum. Yokluğun zehir gibi vuruyor tıpkı varlığın gibi. Yokluğun varlığını dayatıyor, varlığın yokluğunu. Tüm ilişkilerin özü. Seni bu kadar incitecek ne yapmış ne demiş olabilirim? Aylardır gelmiyorsun masama. Cüce dediğim için mi bunca kırgınlık. O zaman da yapmıştım açıklamasını. Kurguydu hepsi. Sen benim etim kemiğim. Sen zehrimi alan panzehir. Oyunlarımın tanrısı. Bu masa sensiz kabul etmiyor beni. Gittiğinden beri tek satır yok kalemimden çıkan. Okuduklarım ağzımın içinde ekşi bir tat. İzlediklerim senin siluetinin kopyaları. İşte bak yıkılıyor gözümün önünde şu masa, şu mutfak, şu ev. Beni gecenin bir yarısı sokaklara atıyor palas pandıras. Nöbetçi saatçilerde arıyorum seni. Zamandan yapılma seni. Teselli etmiyor hiçbir ağız. Sözcüklerinin tılsımını taşımıyor. Zaman çarkından kurtuldu gel. Kurgumun bel kemiği gel. Bu kimsesizlik tentesi altında daha fazla bekletme beni. GEL!”
“Masalcı” dedim neredeyse çığlık atarcasına. O sanki hep yanımdaymış ortadan hiç kaybolmamış gibi sakin, kalemin ucunda beyaz bir kâğıt yazıyor da yazıyordu. Beni görünce çılgına döndü. “Cüce,” diye bağırıp boynuma sarıldı.
“Bana mı yazdın o mektubu?” Şaşırdı, kâğıdı avcunda buruşturup arkasına sakladı.
“Şey, yok, bir kitap hakkında yazıyorum. Sen onu bunu bırak da neden ortadan kayboldun, onu anlat” dedi.
“Ortadan kaybolan ben değildim ki.”
“Nasıl yani, seni aradım. Her yerde, aylarca aradım.”
“Mümkün değil, ben hep buradaydım, burada,” dedim kalbini işaret ederek. “Sen beni nerede aradın ki?”
[1] Peter Nadas, Ölümle Baş Başa, Can Yayınları, çev. Gün Benderli, 2024.