Kara kuru bir çocuk, kendisinden ağır bir sepeti koluna takmış, ayaklarını kızgın kumlar da sürüye sürüye ilerliyordu. Ayaklarına bir hayli bol gelen terliklerinin üstünden kumlar ayağının altına giriyor, parmak aralarına doluyordu. Saçları sıfıra vurulmuştu, bütün gün güneşin altında gezmekten kapkara olmuş suratında patlak gözlerinin akı daha da beyazdı. Boyu yaşıtlarına göre biraz daha uzundu ama o kadar zayıftı ki, üstündeki sarı tişörtten bile hafiften kamburlaşmaya başlamış sırtındaki kemikleri belli oluyordu. Sabah eline verdikleri su şişesi boşalmıştı, para eksilecek diye yeni bir şişe su almaya cesaret edemiyordu. Cılız ve kendisinin bile duymakta zorlandığı bir sesle ara sıra bağırıyordu: “Mısırcııııı, süt mısııır, mısır isteyeeeen.” Kimsenin o’nu duyduğu yoktu, sabah evden çıkarken babası “çok bağır oğlum” demişti. “Bütün sesinle bağır. Bütün turistler duysun sesini, ta Yunandakiler bile mısırcının geldiğini anlasın.” Çocuk ilk başlarda bütün sesiyle bağırmıştı ama bir sepet dolusu mısırdan ancak otuz tane satabilmişti. Ara sıra sol eliyle bozuk paraların yerinde olup olmadığını yokluyordu. Bir keresinde iki lira eksik vermişti babasına da kıyametler kopmuştu.
Sıcak, çok sıcak bir gündü. Güneş bütün cömertliğini sunuyor, rüzgâr ise aklına estikçe biraz olsun serinletiyordu sahildekileri. Çocuk o sırada birazcık olsun dinlenmek için, şezlongların olmadığı tenha bir yerde bir taşın üstüne oturdu. Ayaklarını denize sokarak etrafı seyretmeye başladı. Az ilerisinde demin mısır sattığı yaşlı kadın ve ailesi vardı. “Kadın da amma şişmandı ha” dedi kendi kendine.” Kıpkırmızı olmuş ne biçim, her yeri de çillerle dolu. Yaşı da benim ninem kadar vardır. Ama benim ninem çok zayıf, çok kara.” Sonra kendi babaannesini burada hayal etti. Babaannesi başında ki beyaz tülbendini, ayağında ki şalvarını çıkarmış, demin ki kadının mayosunu giymiş, başına pembe hasır bir şapka geçirmiş, sadece kemikten ibaret bacaklarına krem sürüyordu. Kurduğu hayal komiğine gitti, kendi kendine gülmeye başladı. Ama hayal kurmak hoşuna gitmişti bir kere, devam etti. Şişman kadının yanında dondurma diye zıplayan çocukta kendisiydi şimdi. Ninesi de aynı o kadın gibi yattığı yerden doğruluyor; “Garson, çocuğa dondurma” diye sesleniyordu. Ninesinin sağ yanında annesi, sol yanın da halası yatıyordu. Babası da küçük kız kardeşiyle denizde yüzüyordu. Şimdi hepsi oturmuş dondurmalarını yiyiyorlardı. Ağzında çilekle muzun soğuk lezzetini duydu ama bu susuzluğunu gidermeye yetmedi. O kadar çok su içmek istiyordu ki hayal kurmaya daha fazla devam edemedi. “Sepeti şuracığa bıraksam şu buz gibi denizi bi de ben salavatlasam” diye düşündü, tam yerinden doğrulmuştu ki yüzme bilmediği aklına geldi. Kaç sene olmuştu şuraya taşınalı, babası da bir yüzmeyi öğretmemişti ki. Kendisi ne güzel yüzüyordu oysa. Askerde öğrenmiş galiba. Burada deniz sığ değildi ki. Korktu, sepeti tekrar koluna taktı. Akşam sıcağı bastırmıştı, insanlar birazdan otellerine pansiyonlarına dönecekler, plaj tenhalaşacaktı. Bir beş tane daha satsam dedi kendi kendine babam amma sevinir, aferin benim aslan oğluma der. Anam şimdi bahçede yarın satılacak mısırların püsküllerini temizliyordur. Babaannem de o’nun yanına oturmuş sigarasını tüttürüyordur. Hayallere dalmış yürürken kendi yaşlarında bir çocuk, kumdan yaptığı kalenin yanında ayağa dikildi.
“Buradan geçme” diye bağırdı mısırcıya, “Yoksa kalemi yıkarsın.” Mısırcı umursamaz bir tavırla kalenin yan tarafından geçti. Çocuk arkasından bağırdı: “tam dört kere yaptım, hep üstüne bastılarda ondan öyle dedim arkadaş bozulma hemen.” Mısırcı başını hafifçe arkasına çevirerek, “kumları çok sıkı bastırırsan kolay yıkılmaz, hem denize çok yakın yapmışsın biraz geri yaparsan hem dalgalar gelmez hem insanlar basmaz.”
“Sağ ol arkadaş” dedi çocuk, “işin acele değilse gel beraber yapalım.”
Mısırcı bir an heveslendi, tam olur yapalım diyecekti ki mısırlar aklına geldi. “Ben çocuk muyum” dedi küçük kafasını yukarıya kaldırarak, “işim gücüm var benim, görmüyor musun çalışıyorum.”
Birkaç dakikadır oğluyla mısırcının konuşmalarını dinleyen adam, biraz can sıkıntısından biraz da mısırcının tavrı hoşuna gittiğinden çocuklara laf attı:
“Ne o yeni bir arkadaşlık mı doğuyor, Ne konuşuyorsunuz bakalım?”
İki çocuk utanarak birbirlerine baktılar. “Yok, dayı” dedi mısırcı, “Benim arkadaş olmaya halim mi var. Senin oğlan aylak, eğlenmeye yer arıyor.”
Aylak lafına bozulan çocuk; “Ben aylak değilim” diye bağırdı, “Benim de bir işim var.”
“Hah işi varmış, ne iş yapabilirsin ki sen?”
“Bende tatillerde babamın dükkânın da yerleri süpürüyorum, süpürüyorum değil mi baba? Yalan mı söylüyorum sanki. Söylesene baba.”
Adam gülmemeye çalışarak: Tabi çalışıyorsun oğlum” dedi, “Benim oğlum dünyanın en başarılı yer süpürücüsüdür. O da senin gibi işini çok ciddiye alır.”
Hah dedi yine mısırcı yanlarından ayrılırken, “Gölgede babasının dükkânında tatillerde yer süpürmeye benzemez bu iş. O senin dediğini herkes yapar. Benim gibi kırk derecenin altında sabahtan akşama kadar yürüsün de görelim bakalım.”
Biraz ilerlemişti ki, karşıdan aynı kendisi gibi koluna mısır sepetini takmış “Mısııır” diye bağıran çocuğu gördü. Çocuk O’nu henüz görmemişti, Mısırcı diğerinin yanına hızla yürüdü: “Ne arıyorsun sen burada?” diye sordu kaşlarını çatarak, “burası senin mıntıkan değil, kaç tane sattın burada?”
“Yok lan” dedi diğeri, “Burada hiç satmadım, bak istersen sepete, üç mısır kaldı, almıyorlar artık, dağılıyorlar. Sen kaç tane sattın diye sana bakmaya geldiydim.”
“Hıııı bende yedim, niye mısırcı diye bağırıyorsun o zaman. Sattıysan da haram olsun. Hem sanane benim kaç tane sattığımdan, ben sana soruyor muyum?”
“Lan valla burda hiç satmadım, hem burada gezsem sen beni görmez miydin? Hadi söylesene kaç tane sattın?”
“Sanane be, git hadi hemen.”
“Akşama gelcen dimi topa?”
“Bilmiyom şimdi, git hadi sen.”
Diğeri hızlı adımlarla plajı terk ederken, mısırcı denizin biraz ortalarında küçük şişme bir botun içinde, iki çocuğun can hıraş bir biçimde kürek çektiklerini gördü. Deniz yavaştan dalgalanmaya başlamıştı. “Salaklar” dedi çok açılmışlar geri dönemiyorlar. O sırada bir kadın sesinin “Erol gitsene şu çocukların yanına” diye seslendiğini duydu. Sesin geldiği tarafa baktığında bir kadınla iri yarı sarışın bir adamın yan yana şezlonglarda uzandıklarını gördü. Kadının elinde kalın bir kitap vardı, adam ise elindeki telefonuyla oynuyordu. Adam hiç istifini bozmadı: “Bir şey olmaz” dedi sakin ve uykulu bir ses tonuyla, “nasıl gittilerse gelirler.”
“Ay saçmalama Erol” dedi kadın, “Dalga çıktı baksana, devrilecekler, korkar şimdi onlar git al şunları.”
“Yahu yüzme bilmiyorlar mı sanki? Boşuna mı o kadar yüzme kursu parası verdik? Devrilirlerse de yüze yüze gelirler, korkma sen.”
“Ne rahat adamsın, inanamıyorum sana. Sen gitmezsen ben gidiyorum o zaman.”
Kadın deniz gözlüklerini gözlerine taktı, paletlerini ayaklarına geçirerek denize doğru terslemesine yürürken kocası arkasından bağırdı: “Yaa hatun yaklaştılar zaten gitme boşuna, keyifleri yerinde onların. Gel yat şuraya.”
Kadın kendine söylenenleri duymazdan gelerek hızlı adımlarla denize girdi. Mısırcı olacakları merak etti. Tenhalaşan plajda boş şezlongların birinin ucuna ilişti ve botu izlemeye başladı. Kadın çok hızlı yüzüyordu, çocuklar kürek çekmekten iyice yorulmalarına rağmen bütün güçleriyle küreklere asılıyorlardı. Birkaç dakika sonra anne ve çocukları kıyıya ne uzak ne yakın bir mesafede buluştular. Ne konuştuklarını duyamıyordu ama kesin kadın çocukları fena azarlıyordur diye düşündü. Kendi annesi olsa öyle yapardı çünkü. Şimdi bottaki çocuk kendisiydi, yanındaki de küçük kız kardeşi. Annesi de ayağında ki paletlerle bir nefeste yanlarına yüzmüş, kardeşiyle kendisini azarlıyordu. “Bok mu vardı da geldiniz buralara, ben size çok uzaklaşmayın demedim mi? Kör olasıca babanız da devrildi yattı. Hadi çekin şu kürekleri, ben de arkanızdan ittireyim bari. Ben olmasam ölüp kalacaksınız buralarda balıklar yiyecek her yerinizi.” O sırada birden babaanneleri botun içinde belirdi. “Sus kız azarlama benim çocuklarımı” diye bağırdı annelerine. Babaanne, kız kardeşini kucağına alarak kürekleri çekmeye başladı. Bu sefer ayağında şalvarı vardı. O sıcakta bluzunun üzerine kendi ördüğü yeşil yeleğini de giymişti. “Yorulmuş yavrucaklar dedi, ben şimdi hızlı hızlı çekerim kıyıya. Sonra da hemen eve gideriz, acıkmıştır bunlar. Mis gibi soğan yemeği yaptım. Yanına da buz gibi karpuzu kestik mi, değmeyin keyfimize.”
Mısırcı, “Genç kaldırıyoruz şezlongları hadi kalk bakalım oradan” diye kendisine seslenen plaj görevlisinin sesiyle kendine geldi. Anlamayan gözlerle görevliye baktı. Orada çalışanların hepsini genelde tanırdı ama bu çocuğu tanımıyordu.
“Ne bakıyosun oğlum kalksana, topluyoruz diyorum.”
“Ha tamam abi, öyle bi soluklanayım dediydim de, sen yeni mi başladın tanıyamadım ben seni.”
“Evet dün başladım, sen hep buraya mı çıkıyorsun?”
“Haftanın üç günü buraya, dört gün karşı plaja gidiyom abi.”
“Ooo senin de biz gibi hiç hafta iznin yok desene.”
“Nerdeee abi, hafta tatili kim, biz kim? Neyse abi sana kolay gelsin.”
Mısırcı kalan son birkaç mısırı da satarım umuduyla plajın dışında ki kalabalık yoldan eve doğru yürümeye başladı. Canı isterse ara sıra “mısır” diye bağırıyordu. Çocuk kendi mahallelerine gelene kadar caddeden yürüyerek birkaç mısır daha satmayı başardı. Mahallelerine çıkan yokuşa geldiğinde sepetinde on mısır kalmıştı. Babam söylenecek yine dedi, eve yaklaştıkça adımları daha da yavaşladı. Bahçe kapısına vardığında hiçbir zaman kilitlenmeyen yeşil boyalı kapının ipini çekerek içeri girdi. Her gün görmeye alıştığı manzaranın dışında yine farklı bir şey yoktu. Anası bahçedeki masanın üzerine tabak çanağı koymuş, kardeşi ağacın altına serili kilimin üzerine oturmuş, babaannede bahçe duvarının dibinde ki oturakta oturmuş sigara sarıyordu. Annesi soyduğu salatadan başını kaldırıp oğluna baktı, sesinde biraz yorgunluk çoğunluk ta şefkat vardı.
“Geldin mi güzel oğlum, aslanım, güzel gözlüm? Ne yaptın bakalım? Geç kaldın.”
“He geldim anne. Çok susadım, çok ta acıktım.”
“E yanına tost koyduydum yemedin mi?”
“Yedim ama, çok gezdim bu gün acıktım işte.”
Bahçedeki çeşmenin musluğunu açtı, ağzını musluğa dayadı, kana kana su içti, elini yüzünü, ayaklarını yıkadı. Biraz kendine gelerek evin duvarına dayalı sedire kendini attı. Uzanınca ayaklarının ağrısını daha fazla duydu. Biraz sağa sola döndükten sonra: “Naptın nine” diye sordu yaşlı kadına. “İyi misin?”
“İyi iyi” dedi kadın başını yaptığı işten kaldırmadan. “Belim koptu koca gün mısır püskülü temizleyeceğim derken. Akşam bana sigara da sarmamışsın, bi de oturdum bu yorgunlukla sigara sarmaya uğraşıyom. Hey gidinin haylazı.”
Mısırcı, ninesinin serzenişlerini duymazdan gelerek babam gelmedi mi daha dedi. Çok acıktım ben, yiyiversem hemen.
“Hayır, yiyemezsin” dedi annesi sert bir sesle. “Babalar gelmeden sofraya oturulmaz. Dayan biraz daha, gelir şimdi baban.” Kadının lafı bitmeden kocası kocaman gövdesiyle nefes nefese kapıdan bahçeye girdi. Elindeki sepetleri yere fırlatırken ortalığa selam verdi. O da oğlu gibi hemen çeşmeye koştu. Babasının geldiğini gören çocuk hemen yattığı yerden saygıyla ayağa kalktı. “Hoş geldin baba dedi ürkek bir sesle.”
“Hoş bulduk oğlum, çok yoruldum bu gün çok. Ne sıcak vardı. Sen ne yaptın bitirdin mi sepeti?”
Çocuk ürkek bir sesle cevap verdi: “On tane kaldı baba”
Adamın kaşları çatıldı, “tembel herif” diye söylendi: “Bütün gün avare gibi gezersen tabi satamazsın, akşama kadar boş boş geziyorsun. Anlaşıldı sen bu işi beceremeyeceksin. Yarın Necdet ustaya götüreceğim seni, eti senin kemiği benim diyeceğim. Sanayide yağın pasın içinde leş gibi çalışta gör dünyanın kaç bucak olduğunu. Sanayi işi bütün gün deniz kenarında gezmeye benzemez.”
Sofrada herkes yerini almıştı. Çocuk o kadar açtı ki daha ağzındakini yutmadan dolu kaşığı tekrar ağzına götürüyordu.
Hava kararmış akşam serinliği hafiften başlamıştı, baba hemen sedire yattı, anne sofrayı toplamaya başladı, babaanne de abdest almak için çeşme başına gitti. Kız kardeşinin zaten varlığı yokluğu birdi. Kendisi de evin içine, televizyonlu odaya girdi. Televizyon açıktı, televizyonun karşısındaki kanepeye uzandı, kanallar arasında gezerken gözleri kapanmaya başladı. Gözleri tamamen kapandığında kırmızı botun içindeydi. Tek başına gökyüzü maviliğine doğru çekiyordu küreklerini. Yanında ne mısırları, ne sepeti vardı. Daha önce hiç hissetmediği bir duygu hissetti. Özgürlük! Bu duyguyu çok sevdi, bir mısır püskülü kadar hafifti artık. Bot, kuşların havada süzülüşleri gibi denizin üstünde uçuyordu sanki. Birazdan denizin mavisiyle gökyüzünün mavisi birbirine karışacak, çocukta denizden gökyüzüne çıkacaktı. Kuşlar kadar özgürdü, sakindi, dingindi. Bütün gece denizden gökyüzüne çıktı, gökyüzünden denize indi, kah kuşlarla uçtu, kah balıklarla yüzdü ve bütün bunları yaparken hiç yorulmadı.