Mori
Öykü

Mori

Selma Hangül

“Saim Amca?”

“Hee kızım?”

“Şimdi ben oraya gelecem ya, Meyri Ana kızmasın?”

“Yox yox kızım, niye kızsın…”

“Saim Amca, gerçek?..”

“Alllllllah vekil, kızmaz…”

 

Telefonun ucundaki tereddütten sonra “De haydi sen gel kızım, konuşuruz…” deyip kapattı Saim Amca. Zerya’yı bağrına verdikten sonra ilk kez gidecekti o topraklara, ilk kez kalabalıksız oturup yüzüne bakacaktı Meyri Ana’nın. Elindeki telefon bakarak “Kızar ya, niye kızmasın…” dedi Çiğdem, “Niye kızmasın?..” Derin bir nefes aldı.  Aradan kaç zaman, kaç hayat geçtiğini unutmaya başlıyordu. Ama en çok içine dokunan Zerya’nın hareli kehribar gözlerinin silikleşmesiydi.  Kabul etmek istemese de teker teker siliniyordu tüm anıları. Her geçen gün biraz daha azalarak kalkıyordu yataktan.  O sabah, Zerya’yla gitseydi nasıl bir hayatının olacağını düşündü. Başını sallayarak acı bir tebessüm bıraktı hemen oraya. “Hayatı olacak mıydı ki?”  İşte yine yükseliyordu ateşi, yine kızarıyordu yanakları. Doktoru “Çiğdem Hanım ilk kez böyle bir şey görüyorum, tüm ihtimalleri düşünerek hatta bazıları gereksiz sayılabilecek onlarca tetkik yaptık, sonuç yok. Ve üstelik aylardır 40-41’le geziyorsunuz, nasıl oluyor?” diye sormuştu da utancından Zerya’yı da o günü de anlatamamış, daha da kızararak bakmıştı doktoruna.

 

Sur’dan ilçeye gidecek olan eski minibüse bindiğinde de Dicle Üniversitesinin önünden geçip onunla otobüs bekledikleri durağı gördüğünde de yol boyunca toprağın sabrıyla boy atmış sarı başaklara baktığında da kızarıyordu yanakları. O sabah son kez konuştuğu Zerya’yı; burada bırakıp gittiği, ilk zaman neyse ya sonrasında telefonda bile hâlini hatrını sormadığı Meyri Ana’yı düşündükçe iyice cayırlanıyordu.  Üniversiteye ilk geldiğinde elini kolunu nereye koyacağını bilmediği zamanları, eğitim fakültesini kazanmasına rağmen sürekli utangaç olan hallerini anımsadı. Diğer herkes sanki kırk yıldır oradaydı. Onun rahatsızlığını hisseden Zerya, hemen ilişmişti yanına, ilgilenmişti kendisiyle. Biraz çekinse de belli bir zaman sonra her şeyi beraber yapar olmuşlardı. Bir de ilk yılın sonunda yaz tatiline gitmeden önce Zerya onu, üniversiteye bir buçuk saat uzaklıktaki köyüne götürünce ayrılmaz olmuşlardı. Dört yıl boyunca sıklıkla gittiği köy, kıvrılan sarı yollarda ilerlerken pek uzakta göründü gözüne.   Hayat, o oraya gitmesin, diye defalarca yolunu kesiyordu demek. “Olsun” diyordu, “…olsun. Bu defa Meyri Ana’yı görmeden dönmem…”

 

Minibüste Zerya’yla her zaman oturdukları yere oturmuştu. “Çiğdem bak…” demişti ilk bindiklerinde, “…en arkaya oturmayasın, orası tam klimanın altıdır, oraya hiç hava vurmaz bir de tekerlek üstüdür, tavşan gibi zıplaya zıplaya gidersin yoksa.” Gülmüşlerdi. En arkanın iki önündeki koltuklardan cam kenarına ilişti, ilerledikçe hava daha da ağırlaştı, sıcaklık eski minibüsün klimasını her dakika eritiyordu sanki.  Üzerindeki hâkî gömlek su içinde kaldı. Pencereyi açacak olduysa da tozu talaşı düşündü bir an. Ne yapacağını merak eden, ön koltukta yan oturup kendisine bakan xaloya** baş selamı verdi, açmaktan vazgeçti pencereyi. Çantasından çıkardığı ıslak mendille yüzünü, ensesini temizledi. Eli istemsizce boynundaki kırmızı morilere kaydı. Onlara tek tek dokunurken göz alabildiğine sarı tarlalara, gökyüzündeki tomar tomar pamuklara daldı yine. Her kırk beş dakikada bir, erkeklerin dolmuştan indirilip arandığı, kadınlardan kimlik istenip uzun uzun yüzüne bakıldığı iki kontrolü de geçince ilçeye girdi nihayet minibüs. Saim Amcası hemen garda karşıladı onu. Hiç değişmemişti.  Başında hafifçe rengini yitirmiş, güneşten solmuş sekiz köşeli kasket; yaz kış giydiği uzun kollu beyaz gömleğin üzerine geçirilmiş taş rengi yelek, aynı renkten şalvar ve kösele ayakkabısıyla gülerek gelen Saim Amcası…

 

“Elinnnn, elinnnnn…. Hele gel gel, sen nerdesin?”

“Valla çok mahcubum Saim Amca, çok…” “Ne dersen hakkındır…”

 

Yaklaştı, elinden öpmek için uzandığında tereddüt etse de “Bugün benim için mazur gör Saim Amca, valla özledik,” dedi kırılan abdestine özür olarak. Güldüler, Saim Amcası tespihli eliyle başını mesh ederken gülmeye devam etti. Başında merhametle gezen, güneşten esmerleşen eli alıp bir daha öptü Çiğdem. Yıllar öncesinden tanıdığı o tütün kolonyasının kokusunu duyduğundan mı yoksa Saim Amcasının hareli kehribarına baktığından mı bilemedi ama huzurla doldu içi.

 

“Yox kızım yox, ma kolaydır, öğretmensin bırakıp gelinmez çocuklar…”

Bir şey demedi Çiğdem, çocuklardan olmadığını biliyordu da yine de söylenecek söz değildi. Sonra diline düşenin peltelenmesine aldırmadan söyledi aklındakini:

Saim Amca… Meyri Ana’m derse niye gelmiş…”

“Yox kızım yox… de haydi gidah Kudbettin’e, köyün arabası oraya gelir…”

 

Saim Amcasını üzmemek için uzatmadı Çiğdem. Yanında yavaş yavaş giden amcasının bir parçası hâline gelen akik taşlı tespihi nasıl büyük bir hızla parmakları arasından geçirdiğini, zamanla onun elinde kala kala tespihin nasıl parladığını fark etti. Sanki kendisinin konuşmaması gereken zamanda tespih onun yerine konuşuyordu. Durdurdu Çiğdem’i “Hele bir şerbet iç öyle gidah…” dedi, gülerek. Çiğdem, satıcının sırtında taşıdığı ince işçilikli imbikten bakır bardaklara doldurulan buz gibi meyan şerbetine yok diyemedi. Zerya da çok severdi bunu, Saim Amca da kızını hatırlamış gibi, “Hele bir tas daha koy…” dedi. Bu kez kızı için, kızının yerine içiyordu. Kavurucu sıcağın nefes kesen hâline çok iyi gelmişti şerbet. Yürümeye devam ettiler.  Hemen ilçenin ortasına oturtulan, belediyenin bölünmez mesajlarıyla dolu saatinden sola döndüler. Öğle sıcağına kaldıkları için köye giden dolmuşu bekleyeceklerdi. Kudbettin Amca’nın dükkânına vardılar. İçerisi cehennem sıcağı olduğundan gölgeli dükkân önüne üç tabure çektiler. Kahve çırağı kenarları yukarı kıvrılmış, üç kollu alüminyum tepsiden dumanı çıkan kaçak çayları uzattı hemen. Çırağın, şekeri çay altlığına sormadan koymasına ve kırmızılı beyazlı altlıktaki suyla temas eden şekerin erimesine, bardağı dıbık dıbık etmesine çıkıştı Saim Amca. Çırak hemen gidip kahveden eskice bir tasın içine koyduğu kırtlamaları getirdi, boş tepsisini sağa sola sallayarak uzaklaştı. Saim Amca’yla Kudbettin Amca uzun uzun sordular. Nerede olduğunu, nerede öğretmenlik yaptığını, ailesinin iyi olup olmadığını, buraları özleyip özlemediğini… Bazılarına gülerek, bazılarına ise iç çekerek cevap verdi Çiğdem.  Sonra elindeki bardakta kireçli suların bıraktığı lekeleri tırnağıyla ittirmekten, çıkarmaya çalışmaktan vazgeçerek koca bir yudum aldı kaçağından. O zaman yüzüne bakarak sordu sordu: “Meyri Ana nasıl, Saim Amca?” Saim Amca’nın yüzü gölgelendi, güneşten esmerleşen yüzündeki çizgiler daha da derinleşti; koca, nasırlı ellerini beyazladığı belli olan üç günlük sakalına götürdü. Sonra şalvarın genişçe cebine daldırıp tütün tabakasını çıkardı. Hareli gözlerini yerde gezdirerek “E ne yapsın kızım? Doğum hak, ölüm hak…” dedi. Sustu. Sonra ne düşündüyse hemen, “TakdirilahÎdir…” dedi. “Takdiriilahî…” O cümleden sonra hepsi sustu. Saim Amca; tabakasını açtı, ince kâğıdın içine eliyle ufalayarak koydu tütünü, dişlerinin arasında düz tarafını ince ince ısırıp kopararak kâğıdı ıslattı. Başını kaldırıp baktı Çiğdem’e, en az tütün tabakası kadar eski, bittikçe fitili doldurulan muhtar çakmağıyla yaktı sigarasını. Çiğdem, ağlamamak için oturduğu yerden cami minaresinin göründüğü tarafa baktı. Konuşmadıkça büyüdü o anlar, büyüdükçe ağırlaştı. Eski pazarın köşesinde satılan tandırlara kaydı gözü. Köye ilk gittiğinde Meyri Ana’nın, havanın bunca kavuruculuğuna aldırmadan sıcak tandırın içine daldırıp çıkardığı elini hatırladı. Bir de tandırdan çıkardığı sıcacık ekmekleri küçükçe bir tepsinin içine nasıl eliyle doğradığını, içine tereyağını koyup soğukça ayranla yememiz için indirdiğini… Ve kendisinin de hemen tandırın yakınındaki taşın üstüne oturmasını,  kollarını sıvamasını,  elleriyle arasında en az üç ton renk farkı bulunan sütten kollarını, beyaz tülbentini arkaya doğru akıtmasını, boynundaki kırmızı morilerin altında beliren, güneş vurdukça parlayan damla damla terini… O ilk gittiklerinde ne çok sevmişti üzüm bağlarının ve badem ağaçlarının arasında gezmeyi… Ama en çok da Meyri Ana’nın morilerini… O kadar çok sevmişti ki bu morileri, Meyri Ana boynundaki kırmızılardan bir sırayı çözüp onun boynuna bağlamıştı. Aynısı Zerya’da da olduğu için bir süre gülüşüp sarılmalarını hatırladı önce, sonra da Meyri Ana’nın hastanedeki hâlini… Fakülte hastanesinin girişinde Zerya’ya ve diğerlerine ne olduğunu bildiğinden kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Orada ne kadar oturdular ne kadar boşluğa baktı bilmiyordu. Meyri Ana eski bir beyaz doblodan ininceye kadar da bilmedi kendini. Onca kalabalık arasından gözüyle tarayıp buldu Çiğdem’i. Kolundan tutmaya çalışanlara aldırmadan yöneldi ona, yere bakan Çiğdem’i kendine çevirdi, yüzünü avuçlarının içine aldı.  Birkaç bildiği Türkçe sözcükle sordu: “Ne olmiş Çiğdem? He, ne olmiş?  Kanê Zerya’m***, nerdedir?”  Çiğdem ne diyeceğini bilememiş, yutkunmuş, kuruyan ağzıyla “Ana…” demişti yalnızca… Durduramadığı gözyaşıyla “Ana, Zerya…” Dahasını duymamıştı Meyri Ana. Sesi fakültenin tüm göğünü doldurdu.  Yere yığıldı. Meyri Ana ağladıkça tüm arkadaşları gibi Çiğdem de un ufak olmuş, ağıtlar yakan Meyri Ana’yı kaldırmaya çalışmışlardı.  Sonrasında çok düşündü, neden gitmemişti o gün Zerya’yla?  O gün olanları duyar duymaz arkadaşlarının kendisini aradığını, onlar Zerya’yı sordukça ateşlendiğini, ateşe aldırmadan Suruç’a gitmek için yola koyulduğunu ama yolların kapatıldığını… Her şeyi hatırlıyordu da Zerya’yla neden gitmediğini hatırlayamıyordu.

 

Telefonu hiç açılmadı o günden sonra Zerya’nın.  Çiğdem’se o gün bugündür sebebi belli olmayan ateşler içinde cayırlandı her gün. Doktorlar da pek bir şey söylemedi. Ne yapılabilirdi ki zaten doğum da haktı, ölüm de… Her ne olduysa takdiriilahîydi… Öyle demişti Saim Amca… Takdiriilahî…

 

Beklemekten acıyan çayından son yudumu alırken köyün dolmuşu göründü köşeden. Çiğdem oturduğu tabureden omzunu dikleştirerek “Eeee Saim Amca, gitmeyelim mi bekler Meyri Ana’m…” dedi. “Bekler bizi.”

 

 

* Boncuk

** Dayı

***Zerya’m nerede?