Muallim Bey ve Vera
Öykü

Muallim Bey ve Vera

Erkan Damar

Geçen ay bu zamanlar depresyondaydım. Hem de öyle lafın gelişi falan değil. Bir asabiye tabibi muayene etse pek ala ilaç başlardı. Köpeklerin depresyonu mu olurmuş demeyin. Her köpek sahibine benzer. Herkes biraz sahibine benzer. Benimkinin azıcık psikolojiye hevesi var. Sabah yürüyüşlerinde örgü paltosunun iç cebinde taşıdığı kitabını dudaklarını oynata oynata, parkta kimse yoksa yer yer sesini yükselterek okur. Bu sebepten psikoloji ilmine ait külliyatım oldukça geniştir.

 

Depresif ruh halinden çöplerde kuru ekmek arayan çomarlar anlayamaz. Yaşadıkları çökkünlüğün adını bilmezler, bilmedikleri şeyle de mücadele etmezler. Ayda bir kuaförde tüylerini şekilden şekile sokan Mualla Hanım’ın fifisi de sadece adını bilir, kıstaslarını bilmez. Onun depresyon dediği haleti ruhiye, benim yaşadıklarımın yanında devede kulak kalır.

 

Kendimi tanıtmayı unuttum. Ben Vera. Muallim beyin terier golden, iki yaş, dişi köpeği. Neyse ki okumuş bir sahibim var da Tarçın, Karamel gibi banal isimlerden kurtuldum. Sosyete meraklısı Mualla Hanım’ın şivavasından bahsetmiştim. Hilton… İsme bak! Tütülü etekler, taşlı tasmalar, hatta ojeli tırnaklar. Ama sorsan Schopenhauer’u Frankfurt’un meşhur tatlısı sanır. Çomarların çoğunlukla isimleri olmaz. Mahalle çocuklarının himayesine girerlerse belki… O da dış görünüşüne göre Karabaş, Arap vesaire. Benimki gibi afili isimler, sahibin entelektüel seviyesini ilk tanışma anında satma çabası… “Çok tatlı köpeğiniz, ismi ne?” “Vera” Karşı cinsin içini gıcıklar. Sahibini tanımak için merak uyandırır. “Nazım’ı seviyorsunuz demek.” Yol açıldı, bundan sonrası hünerine kalmış. “Çok tatlı köpek, ismi ne ?” “Tarçın” Peh! Yandı gülüm keten helva.

 

Muallim bey, mülayimdir, o taraklarda bezi yok diye bilinir ya, siz öyle sanın. Kıvılcım Hanım’ın erkek labrador kırmasıyla oyun adı altında gönül eğlendirirken, ikisinin de nasıl imrenen gözlerle bizi izlediklerini bilirdim. Birbirimizin orasını burasını koklarken fırsat olsaydı onlarında aynı şeyleri yapacağından gram şüphem yoktu. Kıvılcım Hanım, üniformalı bir güvenlikti, Reks de en az sahibesi kadar alımlı, her daim üzerinde deri ceket olan yakışıklı köpeği. Kocası pavyon yosması bir kadın için -kendisi öyle bahsediyordu- evi terk edince iki sabi sübyanla ortada kalmış. Önce temizliğe falan gitmiş, sonra sigortalı olsun diye bu işe başlamış. Beline silahı taktıktan sonra özgüveni kendine gelmiş olmalı ki, fönlü saçları, saklı kalmış kadınlığını üniformanın üzerine taşıran pastel makyajı, kostümün despot tavrını yıkan sıcak tebessümü üzerinden hiç eksik olmazdı. Haliyle ilk karşılaşmada muallim beyin aklını başından aldı. O günden sonra gezintilerimiz günde ikiye çıktı ve Rekslerle rastlaşmadan sonlanmaz oldu.

 

Reks, baba tarafından asil labrador, anne tarafından melez bir rotweiler. İşini bitirdikten sonra çekip giden bir hayvana asil demek de anlatırken rahatsız etti. Düzeltiyorum. Anne tarafı; sokak şartlarında bin bir güçlükle doğuran, yavrularının bir bir ölmesine dayanamayıp son kalan yavruyu Kıvılcım hanımların bahçesine bırakan, asil, melez bir rotweiler. Baba tarafı ise… Her neyse… Reks şefkat dolu bir yuvada bu yaşa gelmiş. Kendisi sevecen, köpek canlısı, ideal bir eş adayıydı. Laf aramızda hafiften bana yanıktı. Lakin babasının genleri baskınsa diye çok da yüz vermedim. Daha iyisini bulurum dedim. Ne de olsa bizim muhit, otuz yıl öncesinde şehrin dışında kabul edilen şimdiyse tam da göbeğinde kalan eski bir işçi mahallesi. Yüksek gerilim hattı geçtiğinden dolayı kalbur üstü kısmın burun kıvırdığı araziler, o zamanlar işçi kooperatifleri tarafından kelepir fiyata alınmış ve mütevazı müstakil evlerden oluşan siteler kurulmuş. Eskinin işçileri, şimdinin işçi emeklilerinin çoğunun köpekleri var. Uzun süre otorite altında çalışanların evcil hayvan sahip olma güdüsü ön plana çıkıyormuş. Hükmedilmenin anlamsızlığını, anlamlandırma gayretiymiş. Öyle yazıyordu muallim beyin kitabında. Ama işler tahmin ettiğim gibi gelişmedi.

 

İki yıl, dile kolay koskoca iki yıl beni ablasına emanet edip ortalıktan kayboldu muallim bey. Devlet vazifesi kapsamında -o zamanlar devlet vazifesi deniyordu- Türkî cumhuriyetlerden birine öğretmenliğe gidince bizim de Reks’le olan bıçak sırtı dostluğumuz son buldu. Önceleri ablası hanımefendi beni bir iki gezdirmeyi denedi ancak beni zapt etmekte oldukça zorlandı. Hele ki mahalle kabadayıları çomarlar, onları yoldan çıkaran kokumu almaya başladıktan sonra -ablası hanımefendi epey korkar bizim familyadan- gezdirme işini tamamen bıraktı. Bahçedeki üçe iki kafes içinde her akşam dışkılarımı temizlemeyi daha az meşakkatli gördü. Benim cezaevi yıllarım da böylece başlamış oldu.

 

Muallim beyin dönüşüyle birlikte bi nevi tahliye oldum. Ben daha şatafatlı bir kavuşma hayal etmiştim ama olmadı. En azından gezintilerimiz tekrar başladı. Kıvılcım Hanım ve Reks’le bir daha karşılaşmadık. Sabah başlayıp akşama kadar dolaştığımız bile oldu ama nafile. Muallim bey eskisi gibi değildi. Önceleri dışkımı bahçe dışına yapmam gayesiyle eğitim maksatlı sıklaşan gezmelerimiz, bir türlü aynı senkronu yakalayamamamız nedeniyle git gide huzursuz bir hal aldı. Ses yükseltmelere, tasmadan sarsmalara, hatta yer yer dozu çok aşmayacak ama muhakkak ki onur kıracak sopalı göz dağı vermelere kadar vardı işin sonu. Benim söz dinlemezliğim, yer yer otoriteye karşı tutunduğum kendimce haklı tutum, gün geçtikçe muallim beyi yoldan çıkardı. Şiddet günlük rutinimin bir parçası oldu.

 

Eskisi kadar sevilmediğimi fark ettiğim an başlayan depresyonum günbegün derinleşti. İştahsızlığım, sonraları kasten yemeyerek kendini öldürme teşebbüsüne evirildi. Hayata dair fikir barındıran köpekler ölmeye karar verdiğinde önlerinde çok seçenek olmuyor. Açlığımın on dördüncü gününde -muallim bey ile sabah yürüyüşüne çıkmıştık- tasmanın boynumdan kaydığını hissettim. O an bir ışık çaktı beynimde. Ölmeyi istemek, yaşadığın tatsız düzene son vermek için bütün yolları tükettiğinde başvurduğun son seçenek değil midir? Eğer iki hafta daha direnebilirsem dedim, boynumdakinden kurtulmam mümkün. Bilinenin aksine karnı tokken değil, açken daha fazla kafası basıyormuş mahlûkatın. Karnım tokken -demem o ki her sabah kalaylı kapta kuru mama yerken- aç kalma korkusundan olsa gerek, boşuna geçen ömrümün farkında değildim. Önüme atılan iki kemik sonrası kafamın okşanması yeter sanıyordum bir bahçeye bir ömrü adamak için. Ne zaman ki aç kalma ihtimali silindi zihnimden, sahipsizlik fikri belirdi birden. Diğer köpekleri düşündüm. Basket sahasında oynadığımız, sahibinin sözünden çıkmayan budalalardan bahsetmiyorum. Karabaş’tan, Arap’tan söz ediyorum. Onlar da dilediğince sokakta dolaşıp, istedikleri yere içini boşaltabiliyorlar. Sahiplerinin müsaadesi olmadan başka köpeklerle münasebete girip yekvücut olabiliyorlar, her öğünlerine merak ve tat katan belirsizliğe tahammül edip karınlarını doyurabiliyorlar. Katlanmak çaresizliğin ikiz kardeşi. Bir çare varsa önümde, birkaç güne sıyrılıp gidecekse boynumdaki urgan, iki kuru kemik için muallim beyin tatavasına katlanmaya ne gerek var dedim ve çıktım depresyondan. Bugün yirmi yedinci günü açlığımın ve on üçüncü günü geriye kalan ömrümün.

 

Şubat 2022-Mayıs 2024

Ankara