Murathan Mungan’ın “Aynalı Pastane” Novellasında Ayna, Zaman ve Mekân
Murathan Mungan

Murathan Mungan’ın “Aynalı Pastane” Novellasında Ayna, Zaman ve Mekân

Semiramis Yağcıoğlu

Lawrence Durrell’in ünlü İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk kitabı Justine (1957) içinde ayna sözcüğünün 35 kere geçtiği söylenir. Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda kitabında yer alan “Aynalı Pastane” (1999) novellasında ayna sözcüğü kaç kere geçer bilmiyorum ama öykü, aynanın mümkün kıldığı bir masalı anlatır bize. Aliye, tıpkı Lewis Carroll’un Aynanın İçinden (1871) çocuk romanındaki Alice gibi bir gün çalıştığı pastanenin aynasının içinden geçerek farklı bir gerçeklik boyutuna adım atar. Bütün gün oturduğu kasanın karşısındaki duvarı boydan boya kaplayan aynadan dünyayı seyreden Aliye, o aynada bir nabız gibi atan hayata hep uzaktan bakmaya yazgılı olmaktan sıkılır. Kırmızı Başlıklı Kız’ın kırmızı beresi başında, Sarı Çizmeli Kedi’nin çizmeleri ayaklarında, kasanın sağladığı güvenli sınırın ötesine geçer. Aynalı Pastane’nin aynasında gördüğü dünyanın içinde, çocukluğumuzdan bugüne taşıdığımız bütün masal kahramanlarının yekûnu olarak yola koyulur. Sadece masal kahramanları değil, Füruzan’ın Nazan’ı, Nigâr ablası, Nesibe’si de Aliye’nin bedeninde derin derin soluk alır. O, “Beyoğlu’na çıkmanın Beyoğlu’nda çalışmaya başlamanın bir hayat kurtardığına inanılan aşağıdaki yoksul mahallerin birinde büyümüş” (126) sayısız kız çocuğundan sadece bir tanesidir. Bu kızların birbirinden ayrı hayat hikâyeleri, sanki yoksulluk tarafından tahkim edilen “kuşatmaya” direnemeyip “düşen” kızların tarihçesi olarak Aliye’nin masalında nefes almayı sürdürür.

 

Ama masal bu ya, onu “kötü yola” düşüren Mustik tam bir beyaz şövalyedir. Ne limonatasına ilaç katar, ne ırzına geçer. Yalan söylemez, Aliye’ye iş ahlakından söz eder ve sözüne hep sadık kalır. Bu nedenle aynanın içinden geçip o parıltılı hayata katılması için onu her ne kadar Mustik iknâ etmiş olsa da kararı veren Aliye’nin bizzat kendisidir. Oysa “ Aynalı Pastane’nin aynasına dikkat et” demiştir onun falına bakan yazar ve devam etmiştir:

 

“En güvenilmez hikâyeler, aynalara fazla bakanların başından geçer. Ama hesabın kuvvetli senin, rakamlarla aran iyi senin. Hayallerin seni fazla kışkırttığında, hemen toplama çıkartma yap, iyi gelir, dünyaya dönersin” (120).

 

Kendini ilkin başkalarının gözlerinde gören insan, nasıl biri olduğunu hep merak eder ama ayna olmadan insanın kendini tanıyamayacağını kısa sürede dehşetle fark eder. Edebiyatta aynaya her bakış, roman kahramanının “Ben kimim?” sorusuna bir yanıt arayışını temsil eder. Hemen akla gelen bir örnek, Bronte’nin Jane Eyre romanında, gelinliği içinde aynaya bakan Jane’dir. “Giyinip kuşanmış ve duvaklar içinde” biri, ona, aynanın içinden “bir yabancının görüntüsü” gibi bakar (Bronte1969: 362). Aynada görülen imgenin yabancılığı, yani kendi yerine bir yabancıyı görmek, kuşkusuz roman kahramanının yüreğindeki tekinsizlik duygularına eşlik eden ve yaptığından kuşku duyan bir iç beni dışa vurur.

 

Sigmund Freud, “Uncanny” makalesindeki bir dipnotta, ayna karşısında yaşanan bu tekinsizlik duygusunu bizzat kendi deneyiminden yola çıkarak şöyle anlatır. Bir tren yolculuğu sırasında kompartımanında yatmaya hazırlanırken birden açılan tuvalet kapısından başında takkesi olan yaşlı bir adam girer içeri. Adamın kompartımanını şaşırmış biri olduğunu düşünürken, birden kapıdaki aynada kendisini görür. “Derhal farkına vardım ki, kompartımana dalan kişi, kapıdaki boy aynasında gördüğüm kendi yansımamdan başkası değildi. Bu görüntümden hiç hoşlanmadım” (1919: 106) diyerek bu kendini yabancılama duygusunu anlatır.

 

Kuşkusuz, Aliye de kendisine dair zihinsel imgesi ile aynadan ona bakan imge arasındaki kapanamaz yarığı her gün hatırlattığı için aynanın karşısında kendine hep yabancı kalmıştır. “Ben bu muyum” sorusuna “ben bu olarak kalmak istiyor muyum” sorusunun eşlik etmiş olduğunu düşünmek okur için zor değildir elbette. Ancak varoluşçu felsefenin bize hatırlattığı varoluş ve mekân arasındaki kopmaz ilişkiyi düşünürsek eğer “ben burada olmak istiyor muyum” sorusunun da Aliye’nin içini kemirmiş olduğu kesindir. Bu huzursuzluğun doğal sonucu olarak da “ben nerede olmak istiyorum? Olmak istediğim o yere nasıl ulaşırım?” gibi kritik sorular da mutlaka, o farkında olmasa da içindeki derinliklerde kıpırdamış olmalıdır. Cevabı kendini aşan bu soruları düşünmüş müdür bilmiyoruz ama kimsenin varlığını fark etmediği biri olmaktan sıkılmış, kasanın başındaki görüntüsünün aynadaki yansımasından çoktan bunalmış ve kendisi olarak kalmak istememiş olduğu kesindir. “Onun hayal kırıklığı, yaşanan şeylerin sonuçlarından değil, hiç yaşamamaktan” (133) oluşur. Aynalı Pastane’nin yaldızlı aynasının karşısında oturup dururken sıkıştığı gelenekselleşmiş kimliklerin içinde hapsolmaktan onu kurtaracak Beyoğlu, bir olanaklar zemini olarak Aliye’ye kendini o zaman duyumsatmış olmalıdır herhalde. Belki de, bu yüzden “sesinde üç yüz yıllık bir Beyoğlu cini saklanan” (147) Mustik’in sözlerini ikna edici bulmuştur.

 

“Senin kader aynan orada, çalıştığın yerde. Bir zamandır bir subaşını bekler gibi pastanedeki o yaldızlı aynanın başında bekliyorsun, her gün o aynayla yüzleşiyorsun, can sıkıntılarını ona döküyorsun, o aynanın içinden görüyorsun dünyayı, o aynanın sana gösterdikleriyle, bakıyorsun masalar, koltuklar, sandalyeler dolusu insana. Sen farkında olmasan da, bunca zaman içinde ayna öğretmiştir sana öğreteceğini. Kendini aynaya bırak sen! Aynanın yollarına, zamanlarına, maceralarına güven. Sen yalnızca istekli ve kararlı olarak yarılmaktan korkmayarak, ona dosdoğru yürümene bak, aynanın görünmez duvarı bir anda içine alacaktır seni, ben de orada olacağım o sırada, sana yol göstereceğim” (147).

 

İlk müşterisi bakirelere düşkün bir gazete patronu olacaktır. Bu zor mesainin karşılığını cömertçe ödemekten kaçınmayan adamın ilk gece hatırası olan kanlı çarşaf koleksiyonu vardır. Her çarşafın üstüne günün tarihini yazdırıp çekmecelere kaldırtan adam, sırf bunun için bir ev bile almıştır. “Bu fantezinin yalnızca bu adam için bir şey ifade ettiğini sanırdım, sonradan öğrendim ki, meğer bakireliği bozulan kızlardan bazıları, zaman zaman oraya gidip, o ölgün, soğuk ışığın altında durur, kendi çarşaflarının kilitli olduğu çekmecelerin başında dalgın ve kederli saatler geçirerek, geçmişi düşünürlermiş” (142). İlk gece hakkını kullanan bir derebeyi olduğu fantezisini tekrar tekrar yaşamak isteyen gazete patronunun öyküsü, tuhaf bir biçimde Isak Dinesen’in “The Blank Page”(1957, Boş Sayfa) adlı öyküsünü anımsatır.

 

“The Blank Page”(1957) de Isak Dinesen, bize kadından akıtılan kanın kendisini aşıp onu temsil eder hale gelmesini ve bir sanat eserine dönüştürülmesini anlatan uğursuz bir öyküyü, yaşlı bir masalcı kadının ağzından anlatır. Orta Çağ Portekiz’inde “Virginem eam tenemus” (bakire olduğunu beyan ederiz) duyurusuyla, kralla evlenen prensesin bekâretinin nişanı olan kanla lekelenmiş çarşafı, gerdek gecesinin sabahı sarayın balkonundan halka gösterirlermiş. Sonra hikâye bu ya, lekeli kısmı, Karmelit rahibeleri tarafından özenle kesilip, altın varaklı bir çerçevenin içinde kendisinden önce gelen prenseslere ait çerçevelerin yer aldığı bir manastırda sergilenirmiş. Her çerçevenin altında da bir prensesin adı yer alırmış. Her çerçevenin önünden saygıyla geçen kadın hacılar, son çerçevenin önüne gelince sessizliğe gömülerek derin düşüncelere dalarmış. Çünkü çerçevenin içindeki çarşaf, boş bir sayfa gibi, bembeyazmış. Diğerleri kadar süslü olan bu çerçevenin altında bir isim de yokmuş.

 

O derin sessizlik, bu hacılara hangi hakikati fısıldamış olabilir dersiniz? Fallusun aşkın bir gerçeklik olarak kadının benini bir nesneye nasıl dönüştürdüğünü mü?

 

Öyle anlaşılıyor ki, Murathan Mungan’ın yarattığı gazete patronu da, tıpkı bu öyküdeki gibi, erkeklerin, fallusun zaferini, bir sanat eseri gibi çerçeveletip duvara asılan bir nesneye dönüştürme arzusunu bilinçaltına yerleştirmiş her erkek gibi “[k]ızlık bozmanın keyfini yaşamanın yanı sıra bütün bakirelerin hayatındaki ilk erkek hatırası olmak ister” (142). Karmelit rahibelerinin manastırında duvarlara asılan kanlı çarşaflar, bu kez, bu adama ait, morgu andıran bir apartman katının çekmecelerinde saklanır olmuştur.

 

Kadınlara cinsel arzu nesnesi olmaktan başka bir alan bırakmayan bu yapı, geçmişten günümüze uzanarak gelip Beyoğlu’na çıkan kızlardan şimdi jus primae noctis borcunu talep etmektedir. Aliye de, o zaman kadar eski geleneğin eşiğinden geçerek “[b]en zamansızım” (147) diyen Mustik’le birlikte zamansız bir Beyoğlu’na adım atar. Virginia Woolf’un Orlando’su gibi ömrü yüzyıllara uzanan Mustik, iç içe geçmiş zamanlardan ördüğü küçük mucize oyunlar yaratarak İstanbul’u bir fantezi ve olanaklar zeminine dönüştürür Aliye için. Bir yandan da sık sık yelek cebinden çıkardığı köstekli saatine bakan bu garip adam, Alice Harikalar Diyarında’nın tavşanını[1] anımsatır. Bembeyaz tiril tiril ketenler içinde dolaşan Mustik, tıpkı Alice’e yol gösteren tavşan misali hep acelesi varmış gibi görünse de Aliye’ye yavaşlaması için öğütler verir. Öyle yaparsa hızda kaybettiklerini, yavaşlıkta bulacağını söylemektedir. Mustik, “[s]anki zamanın geçişine ait kimsenin bilmediği şeyler” (115) bilir.

 

Hayatındaki her şey, bir filmin birbiri üstüne binen kareleri gibi capcanlı bir ritim içinde ilerlerken, Aliye, masalının rüzgârına kapılıp gider. Öyle ki, iki gün üst üste aynı mekânda yemek yemez. Ama Aliye her girdiği yerden zalimce değişmiş başka bir İstanbul’a çıkar. Sık sık değişen erkeklerin kollarında girdiği geçmiş zamanın kafeşantanlarından, birdenbire günümüz sinemalarından birinin fuayesine çıkar. Aliye, “Zamanı bana sen öğrettin Mustik. Zamanın nasıl geçtiğini biliyorum artık” (215) der. Anlar ki zaman saatlerin tik taklarıyla değil, mekânın değişimiyle ölçülür.

 

“Ne zaman, Beyoğlu’nda yürürken, Hristaki Pasajı’nın önünden geçse, başını kaldırıp kemerli giriş alınlığının tam ortasında yerleştirilmiş oymalı saate bakıyor. Zamanı anlamaya çalışıyor. Ama bir şey olmuyor. Alınlığın iki yanındaki kabartmada deniz külahlarından dökülen meyveler, taş kesildikleri yerde dökülmeye devam ederken, Hristaki Pasajı birdenbire Çiçek Pasajı oluyor” (202).

 

Her sallayışta değişen bir çiçek dürbünündeki göz alıcı görüntüler gibi İstanbul, katman katman Aliye’nin önünde serimlenir. Ancak ne var ki “hem Moulin Rouge’u, hem Atlas Sineması’nı, hem Şark Tiyatrosunu, hem Tokatlıyan’ı aynı yerde aynı günde yaşamak kolay değil”dir (193). Bir süre sonra, Beyoğlu’nun bütün zamanlarını yaşamaktan yorgun düşer. Mühim otellerin danslı çay partilerine katılmaktan, önemli şahsiyetlerin davetlerine çağrılmaktan, elçiliklerin salonlarında salınmaktan eskisi kadar keyif almaz olur. Bütün bu baş döndürücü hayattan geriye kalan tek şey paranın somutluğudur. Onun artık Ç’yle başlayan eşyalardan bir koleksiyonu vardır. Çanak, çömlek, çatal, çakmak, çizme … “zaman onlarla çınl[ar]”. Ama tuhaftır ki bu eşyaları hep bir yerlerde unutuverir ve onları bulup getiren de olmaz. Sanki hepsi “[e]şya uğruna değiştirilmiş bir hayatın” (196) kayıpları olarak gezdiği, geçtiği mekânlarda ondan bir iz bırakır.

 

Pera Palas’taki bir davetten çıkarken kaybettiği ayakkabı tekini bulacak bir masal prensini beklemekten yana hiç umutlanmamak gerektiğini Mustik’ten aldığı “gece derslerinden” öğrenmiştir.

 

Aliye neden bu eşyaları geride bırakır? Mustik’in sorusunun yanıtını Aliye bilmez ama derinlerde bir yerde hisseder.

 

“Bilmem”, der “zaten parça parçayım ya belki ondandır, belki de kaybolmayayım diyedir. Bir zamanlar buradan ben de geçtim demek içindir… Ormanda kaybolmamak içindir” (196) der, sesinde çocukluğunda dinlediği bir masaldan biriktirdiği bilgelikle. Başka bir gün de “Kendimi kendimde kaybettim. Parça parça dağıldım hayatlarda ve şimdi artık parçalar bütünden ağır geliyor” (215) diye derin bir kederle söylenir. İçinin sonsuz bir kaybolmuşluk duygusuyla sızladığı anlardır bunlar. “Hayatımdan bir eşya yaptım” (207) diye yazar günlüğüne.

 

Ve “keşke” sözcüğü ile başlayan pişmanlıklar yaşamaya başlar. “Keşke diyorum bazen keşke hiç geçmeseydim aynanın bu yanına” (214) diyerek masalını terk etme zamanın geldiğini düşünür. Ancak dehşetle fark eder ki dönüş yolu kapalıdır. Aynanın görünmez duvarı onu içeri alır ama dışarı bırakmaz. Az gidip uz gidip Aynalı Pastane’nin aynasının arka yüzüne ulaşır. İçeride tanıdık biri vardır. Onun falına bakan yazar ünlenmiş, kitabını imzaya gelmiştir. Yazarın ve yeni kitabının adını uzaktan zar zor seçer: Sinan Saraçoğlu: Aynalı Pastane. O zaman anlar ki kitaplarda can bulan kahramanlar masallarını canları istediğinde terk edemez. Bu kavrayışla “Aynalı Pastane’nin arka yüzüne sırlanıp kalı[r]”(220).

 

Her satırında ayna geçen “Aynalı Pastane”nin metinsel uzamı da bir ayna olur. Birden bire metnin yüzeyi dalgalanır ve saatine bakarak koşturan tavşanlar, Nesibe, Nazan, Orlando, kırmızı başlıklı kız, çizmeli kedinin çizmeleri, Dinesen’in bir manastırda sergilenen kanlı çarşafları sayfalara sızar. Mungan, Külkedisi’nin kaybettiği pabucunu ve Alice Harikalar Diyarı’nın ünlü Cheshire kedisinin gülüşünü de unutmaz. Kendisi olmayan ama vitrin camlarında gülüşü beliren bu kedi gibi geçmişten tanıdığımız tüm karakterler de “Aynalı Pastane”de hem vardırlar hem de yokturlar.

 

Özetle, iç içe geçmiş masal ve edebiyat eserlerinin karakterlerinden ördüğü bir novella yaratan Murathan Mungan, göz kamaştırıcı bir masalın büyülü dünyasının içine gönderir okurunu. Murathan Mungan’ın, eskiye ait anlamları yeni anlamlarla buluşturarak metinlerarası söyleşiye katılan ne ilk ne de son yazar olduğunu söylemek zorundayız. Ben, Mungan’ın çeşitli masal ve edebiyat eserlerinden esinlenerek bir araya getirdiği malzemeyi, bir yandan eksilterek, diğer yandan çoğaltarak farklı anlamlara doğru akıp giden yeni bir metin yaratmasını, M. Mikhail Bakhtin’in metinlerarası ilişkilerin doğası hakkında söylediklerine eşsiz bir örnek olabileceğini düşünüyorum.

 

Metinler arasındaki alışverişi bir söyleşi olarak tanımlayan ve bu alışverişi çoğalarak akıp giden bir nehir metaforuyla açıklayan M. Mikhail Bakhtin, Toward a Methodology for the Human Sciences (1986:170) kitabında şöyle der:

 

“Ne ilk ne de son söz vardır ve söyleşinin yer aldığı bağlamın sınırı yoktur (sınırsız geçmişten sınırsız geleceğe uzanıp gider). Eskiye ait anlamlar bile, yani geçmiş yüzyılların söyleşilerinden doğan anlamlar bile, asla dengeye kavuşmaz… Söyleşinin gelişim süreci içinde herhangi bir anda, devasa, uçsuz bucaksız unutulmuş bağlamsal anlamlar vardır ve söyleşinin daha sonraki gelişiminde yol boyunca bazı anlarda anımsanırlar ve yenilenmiş bir biçimde yeniden dirime (yeni bir bağlam içinde) kavuşurlar. Hiçbir şey asla tamamen ölmez, her anlam çıktığı kaynağa dönüş şenliği yaşar.”

 

Sanırım Murathan Mungan, “Aynalı Pastane”de tam da bu şenlik ateşini okurun simgesel evreninde yeniden tutuşturmayı başarmıştır.

 

 

Kaynakça

Bakhtin, M. Mikail. 1986. “Toward a Methodology for the Human Sciences”. Caryl Emerson and Michael Holquist (Eds.). Speech Genres and Other Late Essays içinde (159-172). Austin: University of Texas Press.

Bronte, Charlotte. 1969. Jane Eyre. London: Oxford University Press.

Dinesen, Isak. [1955] 1975. “The Blank Page”. Last Tales içinde (99-107). New York: Random House.downloaded from 193.140.151.121 on Fri, 08 Jan 2021 18:56:29 UTC All use subject to https://about.jstor.org/terms

Durrell, Lawrence. 1957. İskenderiye Dörtlüsü: Justine (çev. Ülker İnce). İstanbul: Can Yayınları

Freud, Sigmund. [1919] 1956. “The Uncanny”. The Standard Edition of Complete Psychological Works of Sigmund Freud (Trans. and Ed. James Strachey) içinde. London: Hogarth Press, Vol.17, 217-56.

Mungan, Murathan. 1999. “Aynalı Pastane”, Üç Aynalı Kırk Oda içinde. İstanbul: Metis Yayınları, s. 109-223.

Woolf, Virginia.[1928] 2014. Orlando.(çev. İlknur Özdemir) İstanbul: Kırmızı Kedi

[1] Mustik ve Alice Harikalar Diyarı’nın tavşanı arasındaki benzerlik akademik incelemelerde ele alınmıştır. Bkz. Zeynep Angın. Yeniden Yazım Örneği Olarak Aynalı Pastane. Disiplinler Arası Dil Araştırmaları Dergisi, 2022, 5,32-42.