Mutlu Musun?
Öykü

Mutlu Musun?

Hüseyin Köse

Sen mutlu musun, diye sordu karşımdaki.

 

Hiçbir zaman dedim. Bilmiyorum ama birkaç kere olmuşumdur belki dedim ardından. Oldum olası kararsız biriyimdir, ilk düşündüğüm cümle hep fasarya kabilindendir, gecikmeli bir ikinci düşünceyle bulurum ortayı hep. Karşımdaki beklentiyle bakmayı sürdürünce, mesela çok iyi hatırlıyorum, dedim, yirmi dördüm en mutlu yaşımdı. Her ânı büyük bir keyifti, biricikti, onca belirsizliğe rağmen.

 

Gerçekten de kendimi hiç o yaşımdaki kadar şımartılmış ve güvende hissetmemiştim. Üniversitenin Yabancı Diller Bölümü’nde hazırlık sınıfını okuduğum seneydi. Aliye ve Bilge Hanım’lar vardı. Sınıfta hepi topu on, on iki kişi filandık. Almanca ve İngilizce bilenlerden müteşekkil bir sınıftı. Bazıları çok iyi bildikleri birkaç dile yeni bir tekini daha eklemek için oradaydı. Benim hangi dilleri bildiğimse meçhuldü. Aklım darmadağın, başım bir yastıkta iki başak gibi, her biri kendi rüyasının körü. Görünürde herkes nezaketli gibiydi. Ama sadece görünüşte… Çünkü kısa süre sonra fark ettim ki, herkes okul dışında yan yana gelmemeye büyük özen gösteriyordu. Gecikmeden hükmü yapıştırdım: Bu sınıf düzmece bir içtenliğin en afili tiplemesiydi!

 

Aliye Hanım’ın boynunda kocaman beyaz inciler vardı, uzun, boğumlu bir bağırsak gibiydi, sıkıldığında onlarla oynuyordu hep, dalıp gittiğinde uzun boynu siyah dalgalı saçlarla gölgelenip karanlık bir kuğuya dönüşüyordu. Bilge Hanım ise Fransız usulü bir eğitim ve terbiye almıştı, ama yalapşap gülmeye geldi mi katıksız Türk sayılırdı. Çok abartılı bir kahkahayla gülüyordu boyuna. Tepeden tırnağa tasasızdı, sorgusuz yasasız bir coşkudan yapılmış gibiydi adeta. Dev bir puta benziyordu yakından, biraz uzağa gerileyip bakıldı mı lalettayin bir kalıbı vardı inceliğine pek yakışmayan. Sınıfta söz dağıtımı yaparken başvurduğu “alez y”li, “buyurunuz efendim”li cümleleri dildeki fazlalık kodunu ölçüsüz bir nezakete doğru taşırır dururdu hep.

 

Bense acemice şarap içmeye çalışıyordum o yıl. Serde kavak yelleri, yürekte mütemadi ırgalanan bir dalga. Körkütük sarhoş olmadığım zamanlar dışında pozcunun tekiydim, kesin bilgi.

 

Sabahları derse geç gelir ama tatlı bir azar işitmek dışında pek kötü bir muameleye maruz kalmayacağımı bilirdim. Haytanın tekiydim, şımartılmıştım baya. Kaç kez deneyip görmüştüm, bana daha müsamahakâr başka kurallar işletiliyordu sanki. Sanırım Aliye Hanım’la Bilge Hanım benim hakkımda sözleşmişlerdi. Sınıfta en çok söz hakkını bana veriyorlarmış gibi hissederdim her zaman. Hele de Bilge Hanım; ben daha konuşmaya başlar başlamaz ellerini usta bir orkestra şefi gibi aşağıdan yukarıya doğru zarif bir reveransla kanatlandırır, son cümleye noktayı koyana dek uçuyorum sanırdım. Kim olsa hakkını teslim ederdi, bir öğretmenden daha fazlasıydı.

 

Asıl işkilli haller Aliye Hanım’daydı. İyiden iyiye bana abayı yakmışa benziyordu. Sanki yürümüyor da alenen koşuyordu bana doğru desem yeri. Her fırsatta kaçamak, baygın bakışlar. Sıklıkla “sen” derkenki hitabından mütevellit, daha çok da yatay bir doğrultu izleyen hazin yalpalar. En dalgın anlarımda ensemde bitiveren okşayıcı, ılık soluğuna ilaveten daha başka haylazlıklar. Bakıyordu ama bakmıyormuş gibi. He, ben de yemiştim zaten!

 

İlgi görmek müthiş iyi hissettiriyordu, bu ilgiyi muzipçe kötüye kullanmaksa insafsızca keyifli. Bazen aldığım gizli hazzı en nazik yerinden ikiye katlayıp bana olan tutkusunu hınzırca yokuşa sürmek geçiyordu içimden. Yokuşa sürek de laf mı? Resmen yere çalmayı istiyordum kanatlarından tutup!

 

Kur yapıp duruyordu etrafımda masum masum. Az değildim ben de hani. Umursamıyor gibi yapıp ansızın ilgi gösteriyordum. Önce şaşırıyor, ardından kuşku duyup eski ihtiyatlı tavrına dönüyordu. Ama çok geçmiyor, hislerine yenik düşüp kendini tekinsizliklerin kollarına bırakıyordu yeniden. Hakikaten keyifliydi aşk oyunu. Üç adım ileri tek adım geri, dönüp duruyor, gidip geliyordum beyninin içinde gürültülü bir mekik gibi.

 

Böyle böyle sonunda çıldırttım onu…

 

Mavi, yeşil, sarı, en çok da kırmızı renkli mantolar giyiyordu peluş kumaştan, her renge uygun şemsiyesi vardı bir de, güneşli havalarda bile üşenmeyip açardı. Bir gün beni kampüste yakalayıp arabayı üzerime sürdü. Evet, resmen hınçtan üzerime sürdü arabayı! Üzerime sürdü derken, hıncahınç bir uyarıydı daha çok. Zira sık sık dalgınlığıma gelen bir ihmal edilmişliği vardı Aliye Hanım’ın. Kızması doğaldı.

 

Annem, Almanya’dan izne döndükleri yaz, üzerimdeki acınası paçavralarla beni sokaklarda kovalayıp çok cici kıyafetler giydirmeye çalıştığında da aynı topal koşmaya sığınmıştım: Her köşe başında soluklanıp, her gördüğüm taşı yerden avuçlayıp ona doğru fırlatmış, ardından en galiz küfürleri savurup kaçmıştım. Sevgisizlik, başka başka çorak iklimlere sokuyor insanı, daha çocukluktan idmanlıydım. Her şey öyle mükemmel biçimde yanlıştı ki, yine de mahvoluşa doğru alçalmaktan kendimi alamıyordum. Yıllar geçmiş, ama yöntemi unutmamıştım.

 

Çift kapılı, minicik bir spor arabası vardı Aliye Hanım’ın. Ön ve arka camın üst raflarında da iki adet kalp biçimli, mavi kadife üzerine beyaz işlemeli yastık. Yastıklardan birinin üzerine A, öbürüne H harfi kazılıydı. Bu kadın gerçekten de aşkını dağlara taşlara yazmıştı. Yetmemiş, yastıklara işlemişti. Durumdan haberdar olanlar kim bilir ne çok dalga geçmişlerdi onunla.

 

Ürkmez’de de küçük, sevimli bir yazlığı olduğu söyleniyordu, daha kim bilir nerelerde neleri vardı da ben bilmiyordum. Umurumda değildi ayrıca, tek düşündüğüm üzerinde kaygısızca yürüyebileceğim düzgün bir kaldırım hattı bulabilmek ve yarı sendeleyip yarı dengeyi sağlayarak öylece yürüyüp gidebilmekti. O dönemlerin baskın modası olan amaçsız veya tutunamamışlar için bir hayattı aradığım. Adına hayat denen rasgele olaylar, durumlar ve anlar dizisinin belli bir amacı yoktu. Nasılsa durmadan burnumun ucunda bitip duracaktı ertesi günlerin inişli çıkışlı lunaparkı. Sonu gelmez bir gelgitten ibaretti her şey. Olup biten her şey bundan ibaretti…

 

Ürkmez ne tuhaf bir isimdi. Yabani, sakar bir atı çağrıştırıyordu daha çok. İşitildiği her ortam veya bağlama fazladan eğreti bir hava katıyordu. Aliye Hanım da öyleydi, ürkütüyordu sevgisinin aşırılığıyla. Upuzun ve sivri tırnakları, permalı, sarı-siyah dalgalı, kabarık saçlarıyla. Kimileyin kireç gibi bembeyaz, uykusuz suratıyla. Kimileyin aceleye getirilmiş, özensizce boyanmış dudak kıvrımları ve göz ucu makyajıyla. Çok fazla varıyordu üzerime, halden anlar, uzaklığı olan kadınlardan değildi.

 

Ürkmemiş gibi yapıp çıldırtmalı mıydım Aliye’yi? Bir kaçtım bir yaklaştım. Bir güldüm, bir astım suratımı. Dengesizlik parayla mı, yoo, sonunda saldım ipin ucunu iyice. Ta ki beyninin sütlü çiçeği yavaş yavaş solana, iyice kuruyup kabuk bağlayana kadar…

 

Bir gün, sınıfın huzurunda tahammülünün yatağından taşırdı sesinin zehirli sarmaşığını. Sabrı ve nezaketi, edebi ve ağırbaşlılığı tümden elden bıraktı. Sınıfa geç geldiğim bir gündü yine, herkesin içinde bariz bir hiddetle beni sınıftan kovdu. Beklentiye karşılıksız kalışın olumsuz sertleşmesi… Evet, olan tam da buydu. Pamuklu siyah kepimi iki avucumun arasında gizli bir öfkeyle buruşturup sınıftan çıktım. Salına salına ağır ve aheste yürüdüm ki sinirden çatlasın iyice!

 

Ancak tam kapıya varmıştım ki, garip bir şey hissettim içimde: Sanki bu andan başlayarak içimde uzun süre mayalanmış ve şimdi dışarı çıkmaya çalışan, adeta öksürüğü andıran garip bir ikinci ses, bir hırıltı işittim. Bildiklerimden başka bir sesti bu. Sanki içimdeki başka bir bene ait gibiydi. Ona yönelik hislerime de uymuyordu üstelik. Hani senkronu kaymış da, olabilecek en kötü biçimde dublajlı gibi. Hem bildik hem yabancı. Hem uzak hem yakın. Hem yumuşak hem çok sert bir iniltisi vardı. Anlam vermesi zordu. Önemsiz de değildi büsbütün, çünkü beni duraksatmıştı. Onca kurak değmeye, kara bulutların kışına doğru zihnimde hiç beklenmedik bir yağmur… Kapıyı çekip çıktım.

 

Ertesi gün okul kampüsünde yalnız, sersem sepelek yürürken yine karşıma çıktı spor otomobiliyle. Israrlı kornalar üzerine dönüp baktım. Gideceğim yere kadar bırakmak istiyordu. Yok dedim, bir yere gitmiyorum. Bir yerde birlikte bir şeyler içmeyi teklif etti. Huysuzluğum üstümdeydi yine, bir şeyler içmek değil de, istersen birlikte yol kenarında hiç konuşmadan duralım dedim. Olur anlamında başını salladı. Yol kenarında, yaşlı bir palmiye ağacının altında durduk. Böyle ne kadar durduk bilmiyorum. Sonra elimi tutmak için yeltendi, çok gecikmiş bir zevkten ötürü titriyordu. Uzaklaştım. Onu titreyen sesi, parlak beyaz incileri, küçük sevimli spor arabası ve rengarenk mantosuyla oracıkta bırakıverdim, tek kelime bile etmeden. Aliye Hanım… O çok yalnızdı hakikaten.

 

Birkaç gün derse gitmedim, orada burada amaçsızca sürtüp durdum. Merak etsin istedim. Edebi, ahlakı elden bıraksın iyice de mahvolsun. Duyguları da düşünceleri de saçılıp dağılsın ortalığa boynundaki inci taneleri gibi! Kendine hâkim olamayıp taşkınlıklara varsın. El alem ne der baskısına cepheden diklensin ve diklendikçe kanasın yüreği daha da. Bekledim, bakalım en keskin sapmalar bakımından kim daha arsız çıkacak diye. En çok gururu mu, sünepe bir yeni yetmeye duyduğu ümitsiz aşkı mı, yoksa pek önemsemiyor gibi göründüğü adabımuaşeret mi hırpalayacak onu?

 

Yılbaşına bir gün kala, tüm kadro sınıftaydık. Kaçamak bakışlar attı yanıma yöreme, açıkça hıncını gizlemeye çalışarak. Israrla bana doğru bakmayarak, ama aslında bakıyorum sana diyen bakmayışlarının ardında bıraktığı boşluklarla. Birkaç kez sorduğu sorulara yanıt vermek için parmağımı kaldırdımsa da beni görmek istemedi. Aklı sıra cezalandırıyordu. İlk ders böyle birbirini görüp de umursamayarak geçti. Derken teneffüs zili çaldı, Fransızca bir deyimle, “une petite pose”la bölündü gerilimli macera. Herkes sınıftan çıktı birer ikişer, itiş kakış, döne dura, uzaya kıvrıla. Kimi koşar adım, esaretten çıkmış gibi panik halinde. Kimi ağır aksak, yüzlerinde kocaman bir bıkkınlık oflamasıyla Tam doğrulup kapıya yönelmiştim ki, ayak koyup kapıyı içeriden kapattı. Elimi tutup göğsüne götürdü. Sonra sol el orta parmağımı dudaklarına değdirip tatlı tatlı öpmeye başladı. On dakikalık minik bir kaçamağa ne kadar yasak haz sığdırılabilirse o kadarlık bir uçuştu.

 

Birkaç hafta boyunca çok hareketli günlerde pek mutlu göründü Aliye. Bense tuhaf biçimde içime kapandım. Bir köşeye sıkışıp kalmıştım bir canavarın avucunun içindeymişim gibi. Üstelik evinde yaşamaya başlamıştık birlikte. Başıboşluk günlerinin sonuydu. Öyle bir şey hissettim. Pulluklara gelebilen bir toprak değildim ben. Kendime böyle deyip duruyordum ya sürekli, ne yapsam boşunaydı. Son birkaç gecedir yatağın altına inmiştim bunaltıdan, o uyurken. Düşündüm, ben suspus durmalara göre bir ağız değildim, hiç uygun biri değildim Aliye’ye. Aşırı ilgiden kusan bir cins kedi gibi kıvranıp duruyordum evin içinde. O, müşkülatı görüyor ama inadına umutla direnmeyi sürdürüyordu.

 

Yanındayken kayıp bir eşyaymışım gibi hissettirdiğimden, paniklediği oluyordu arada, ama vazgeçecek gibi de görünmüyordu hiç. Öyle ümitsiz, öyle derinlemesine bir yalpa. Psikolojide buna bir şeylerin anksiyetesi filan diyorlardır mutlaka. Vardır yani illaki bir adı. Uysalmışım gibi göründüm başlarda. Ortalarda gitgide hırçınlaştım. Sonlara vardığımda patladım birden uyarılmış bir volkan gibi. Günler böyle mutsuz biçimde geçip giderken, derken bir gün başka biriyle tanıştım. Aynı okulun Almanca bölümünde okuyordu kız. Çoğumuzun ancak bir haftada okuyup bitirebileceği Alman gazetelerini bir günde hatmedip atıyordu bir kenara. Üstelik her sayfası tıka basa minik harfli yazılarla dolu olanlarını. Ne manidar tevafuktu, tekstil mühendisliğinde Almancayı seçmişti, Kozmo Dergisi filan okuyor, pahalı parfümler sürünüyordu. Görür görmez fark etmiştim zihnindeki parıltılı cevheri. Eğer ikisinden birini tercih etmeyip ikili flörte hayasızca meyleden birisi olsaydım, muhakkak yüreğimin derisi daha da kalınlaşır, iyice hissizleşip sonunda zımparaya dönerdi. Ve gün gelir, tümüyle başsız biri olup çıkardım; başsız, bakışsız, çıkışsız biri, bakınca görmedikleri…

 

Çok mutluyduk başlarda, sıkılmaya başladık ortalarda, yeni oyunlar keşfedip tazelemeye çalıştık küllenmiş duyguları, çokça sarıldık bir ara deliler gibi. Yeni başlangıçlar, alışkanlıklar denedik, an geldi birbirimize eni konu mesafeler koyduk, gittik geldik birbirimizde uzaklara doğru, yaklaşıp uzaklaştık, ayrılıp barıştık, ama bir an geldi oyun da mecal de tükendi. Derken, onunla da ayrıldık.

 

Güneşli bir Mayıs sabahı kampüsü şehre bağlayan üst geçitten aşağı doğru inerken, köprünün ucunda, yerde rengarenk dağılmış inciler gördüm. Mavi, yeşil, sarı, kırmızı. En çok da kırmızı! Ve içimde o yaban sesin fısıltısını duydum yeniden:

 

Mutlu musun?