İçinde yaşadığımız dönemler ‘karışık’. Ruhumuzdaki izleri çok daha karışık… Belki tuhaf gelebilir ama böyle zamanlar güncel sanat üzerine dönüp dolaşıp düşünmek için de itici bir güç sağlıyor. Bugün sanatı nasıl tanımladığımız artık çok değişken ve tartışmalı bir hal aldı. Dünyanın karmaşası ve kaosu içinde yuvarlanıp giden ve sosyal, kültürel, ekonomik, politik tüm dert yumaklarının arasında slalom yaparak yaşamaya çalışan insanın yarattığı sanat eseri de pekala olup bitenlerden payına düşeni alıyor.
Yaşadığımız dönemde üretilen sanata ne dersek diyelim, ister güncel ister çağdaş sanat (vb.) şu bir gerçek ki kendisine çoğunlukla mesafeli, çekimser, isteksiz yaklaşıyor ve günümüzde üretilen eserlerin çoğunu sevmiyor, beğenmiyoruz. Yazar Proust “güzelliği sadece süslü, altın bir çerçeveden baktığımız zaman görürüz” derken aslında güzellik algımızın bize tanımlanmış, empoze edilmiş olan ile sınırlı olduğunu ve sadece aşina olduklarımızı güzel bulmayı tercih ettiğimizi çok net ifade ediyor. Artık “Büyük” olmayan sanat, “Güzel” olmayan sanat üretiliyor ve kuşku ile karşıladığımız bu sanat eserleri ortak kabul değerlerimizi, klasik olarak adlandırdığımız tüm görsel normlar silsilesini çoktan aşmış ve silkelemiş durumda. Burun kıvırdığımız, alaycı bir gülümseme ile pek de ciddi bulmamaya başladığımız sanat eserleri aslen çok uzun zamandır üretiliyor ve bu yapıdaki sanatın karşısına da, haliyle bir karşı cephe açılmış durumda. Bu cephenin tek ve ortak bir söylemi var; “Bu da sanat mı?”.
Buradan bakınca, son 5-6 yıldır basit bir koli bandı ile duvara bantlanmış pek masum gözüken bir muzun neden günümüzün sanat dünyasını çalkaladığını ve suratımıza bir tokat olarak indiğini anlamak mümkün. Bu yapım anlamında çok sade ve basit olan eser, üzerinde düşünmemizi tetikleyen tuhaf bir yapıya sahip ve farklı zamanlarda durup durup yeniden karşımıza çıkıveriyor. Eserin çirkinliği, sıradanlığı, nihilistik ama hicivci tavrı ve bütün bunların toplamında yarattığı etki günümüz dünyasının değerler toplamı ile doğrudan bir bağ kuruyor adeta. Arthur Danto’nun da ifade etmiş olduğu gibi artık sanat bir şeyi temsil etmeden anlamın kendisine dönüşmüş durumda.
Duvara bantlı muz; “İşte ben böyle bir şeyim, tam olarak da ‘bugünü’ temsil ediyorum!” dercesine gözümüzün içine bakıyor. Ama kimse kolay kolay sevmiyor, sevemiyor bu zavallı muzu… Cattelan’ın muzunu, bir sanat eseri olarak asla ve asla kabul etmeyecek büyük bir çoğunluğun yanında, bu vakanın üzerinde konuşmaya bile değmeyecek büyük bir saçmalık olduğunu söyleyerek surat asan bir başka grup oturuyor. Ama neticede bu bahsi geçen muz kıyameti koparan bir fenomen aynı zamanda; bir pazardan 35 cente alındı ve 150 bin dolara satıldı ve sonrasında sanat dünyasında neler neler oldu… Kimileri bu duruma bir kara para aklama faaliyeti derken, kimileri çok zekice bir girişim olarak ayakta alkışladı. Bütün bu vodvilin ortasında ise olana bitene bakarak muhtemelen kıs kıs gülen biri daha var; o da eserin yaratıcısı. Bulunduğu yerden, sadece bir muz ve bir koli bandı ile, insanoğlunun geldiği noktayı nasıl da sorgulayabileceğini, nasıl da dönüştüğümüz, geldiğimiz noktayı yüzümüze çarpabileceğini ve bir bardak suda nasıl da fırtınalar kopartılabileceğini -böylesine basit bir eser üzerinden- düşünerek, keyiften dört köşe olmuş olmalı.
Muz, yani esas adı ile Comedian yalnız değil. Yani sanat tarihi içerisinde yalnız değil… Ama üretiliş şekli ve sonrasında sanat piyasasında yarattığı etki ile biricik bir yere sahip.
Bu esere gelene kadar, fay hattındaki kırılmaları tetikleyen ve dönüşüm hatlarını ateşleyen birçok eser var sanat tarihinde. Sanat tarihi bize eserlerin anlamı değiştikçe, sanat dediğimiz şeyin de değişmekte olduğunu adeta ispatlayan örneklerle dopdoludur. Çok derinlerde boğulmaya da gerek yok. Sanat tarihini sanki elastik bir bant gibi düşünüp üzerinde ileri geri giderek birkaç mihenk taşı örneğe bakmak bile -başlangıç seviyesinde- bir öngörü sunabilir. O vakit güncel olanın her daim kendi döneminin içinde bile yadırganmış olduğunu, bir “itibarsızlaştırma” çabasının olduğunu hissetmek, önemli kırılmaların da çoğunlukla ve hayret verici biçimde “güzel” olanın dışında bir yerlerde gerçekleştiğini saptamak mümkün.
Güncel sanattaki ana değişimin 1960’larda olduğunu kabul eden temel görüşler var. Ama aslında çok daha geride bir yerde, 1917’de Marcel Duchamp’ın bir pisuarı ters çevirip nesneyi Fountain olarak adlandırdıktan sonra başladığını kabul eden görüşler de geçerli. Duchamp bildiğimiz pisuarı ters çevirip de üzerine tatlı tatlı imzasını attığında başlıyor esas çalkantı. Bir gündelik nesne, üstelik erkeklerin içine işediği ve açıkça iğrençliği temsil edebilecek bir nesne sırf açı değiştirerek yeniden konumlanınca ve üzerine imza atılınca birdenbire bir eser haline nasıl gelebildi? Duchamp, kontrolsüz bir deli miydi? Sanat eserinin geçirdiği değişim ve dönüşüm açısından söyleyebilecek başka bir sözü yok muydu? Neden bu yolu, bu üslubu seçmişti? Biraz ileri gidelim; İtalyan sanatçı Manzoni, 1961 yılında, utanmadı sıkılmadı ve kendi dışkısını 30’ar gramlık parçalar halinde çelik kutuların içine mühürleyerek bir eser yarattı. Manzoni, Merda d’Artista olarak adlandırdığı eserinin ileride MOMA koleksiyonunda yer alacağını öngörmüş müydü? Bu nasıl bir cesaret örneğiydi? Yoksa bu olay “neoliberal bir saçmalık” mıydı? Hadi bu kadar çirkinlik yeter, tekrar geriye gidelim, mis gibi Manet ile buluşalım. 1863’te Manet, hepimizin bildiği, bayıldığı eseri “Le dejeuner sur l’herbe”i yarattığında büyük bir skandala da imza attığının farkında mıydı? Kitleler sırf bu eseri görmek için akın akın sergi alanına gitmiş, oysa eleştirmenler eseri aşağılayıp hakkında nefret dolu yazılar kaleme almıştı. Çünkü sanatçı eserinde iyi giyimli iki burjuva erkeğin karşısına çıplak iki hayat kadınını konduruvermişti. Ve üstelik bu hanımlar tablodan izleyiciye doğrudan bakıyordu. Arkasında portre geleneği de olsa Manet’nin bu kışkırtıcı eseri toplumsal bir norm olarak kolay kolay kabul edilemezdi, çünkü o aslında çıplak kadınlara bakıp kalan izleyiciyi çırılçıplak, suçüstü yakalamıştı! Tekniğiyle ve konusuyla dönemi içinde hiçbir kalıba oturtulamayan bu eserin kabul edilebilmesi için çok uzun yıllar geçmesi gerekecekti. Aynı Cattelan’ın muzunun da başına geleceği gibi. Tekrar dönelim 1964’e. Andy Warhol, Brillo Box’u yarattı ve galeri mekanında sergiledi. Marketteki Brillo kutularından farkı neydi bunların? Çünkü Warhol’un kutuları ayrıcalıklı mekanlarda sergilenmiş ve yeniden sunuldukları yerler ile beraber esas bağlamından koparılıp yeni anlamlarına kavuşmuştu… Meseleye bir de hayal gücü ekleyelim dersek şunu da iddia edebiliriz; belki mağara duvarına ilk bizon resmini yapmış olan kişiyi de yakalayıp dövmüşlerdi, neticede o da dönemi için çizgi dışına çıkmış bir buz kırıcı değil miydi? Üstelik Duchamp’tan Warhol’a, Warhol’dan muzu yaratan Cattelan’a gelene kadar aynı yol üzerinde daha kimler kimler vardı… Sanat tarihi bu ve bunun gibi örneklerle dopdolu ve bu yönden araştırmak isteyenler için sürprizlerle dolu upuzun bir halı seriyor insanın önüne.
Peki, başa dönelim ve Maurizio Cattelan’ın muzunun, esas ve pek manidar adıyla Comedian adlı eserinin nasıl bir fırtına kopardığına tekrar bakalım. Cattelan 2019 yılında pazardan 35 cent’e aldığı gerçek bir muzu Art Basel Miami’de koli bandıyla duvara yapıştırdı. Ve kıyamet koptu. Eser, başta yaklaşık 150 bin dolara satıldı, daha sonra 6.2 milyon dolara satın alındı. Satın alan kripto yatırımcısı, muzu bir basın toplantısında yedi. Böylece muz, yani eser (!) bir nevi performansa da dönüşerek ‘kültürel bir fenomeni’ temsil etmeye başladı. Eserin üretildiği yıl olan 2019’da bizim coğrafyamızdan da zeki ve nükteli bir pas geldi; her daim cesur, provokatif eserleri ile tanıdığımız sanatçı Genco Gülan, Galeri Baraz’da bu kez iki adet muzu koli bandıyla duvara yapıştırarak eserini adlandırdı; Gördüm ve Arttırıyorum! Ve bu kez gayet spontane bir şekilde sanatçı Bubi galeriye gelerek muzları yedi! Bu fırtınayı koparan ve New York’ta yaşayan, deha/sahtekar/şarlatan gibi birçok sıfatla anılan İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan için şu notları da hemen ekleyelim; Cattelan akademik gelenekten gelen bir sanatçı değil ama kültürel, politik ortamı son derece iyi gözlemleyen, hiciv sanatını iyi bilen ve uzun yıllardır ses getiren eserler üreten bir sanatçı. 1999’da A Perfect Day adlı eserinde bir galeri duvarına galerinin müdürünü bantlamayı ve adamcağızı orada bayılana kadar tutabilmeyi başarmıştı; aynı yıl coşmaya devam etmiş ve La Nona Ora adlı eserinde gerçek boyutlu bir Papa maketi yaparak zavallı Papa figürünün üzerine bir meteor düşürmeyi de becermişti. Bu ve bunun gibi yüzlerce kışkırtıcı eseri ile beğenelim veya beğenmeyelim, Cattelan güncel sanatın ve bu sanatın geldiği noktanın çok tipik ve popüler bir temsilcisi olmaya hak kazandı. Üstelik “Bu da sanat mı?” cephesinde yoğunlaşan haykırışlara hiç kulak asmayan bir sanatçı olarak, sanata ve sanat nesnesinin kendisine, etrafında yaratılan ilişkilere ve piyasa dinamiklerine de iğneleyici ve hiciv dolu bir bakış attı, yoluna da aynı cesaretle devam ediyor.
“İşte ben böyle bir şeyim, tam olarak da ‘bugünü’ temsil ediyorum!” dercesine gözümüzün içine bakan bu muz, yaratıcısı gibi cesur söylemlerle dolu. Kendi bulunduğu cepheden bize bu haliyle çok şey haykırıyor.
Neler mi söylüyor?
Artık güncel sanatın, aynı bir çift Nike giyip sokakta uzun uzun yürümek gibi olabileceğini, yani öylesine rahat deneyimlenebileceğini; kolay iletişim kurulabilecek, hızla dolaşıma girilebilecek bir mantıkla tasarlanabileceğini, absürd görünebileceğini ancak buna karşılık bu görüntüsüyle bile sanatın “büyüklüğünü” yeniden tartışmaya açacak cesarete sahip olabileceğini söylüyor. Fırçaları, kalemleri belki fırlatıp bir kenara atmadığını ama başka bir kanaldan da yürüyebileceğini iletiyor. Bir şaka gibi gözükürken bile geniş spektrumlu bir tartışma alanı yaratabileceğini söylüyor. Ortaya çıkan eserin şeklinden ziyade, yarattığı etkinin önemli olduğunu ifade ediyor. “Güzel” kavramının ardında yatan diğer estetik, politik ve sosyal yapıları görmeyi öneriyor. Artık sanat eserinin talepkar olup; izleyicisinden katılım ve cevap aldıkça anlam ürettiğini haykırmak istiyor. Paylaşıldığında ortaya çıkan çoksesliliğin eserlerin katma değeri olduğunun altını çiziyor. Sanatın devlet politikaları ile çoktan iç içe hale geldiğini, finans ağları ve küresel sermaye girişimleri ile karmaşık bir etkileşim alanına sahip olduğunu hatırlatmak istiyor. Artık çok geniş ve özgür bir üretim alanı olduğunu, içinde bulunduğu zamanın tüm gerilimini de, olumlamasını da üzerinde taşıyabilecek yapıda olduğunu haykırıyor. Sanat eseri ile öyle ya da böyle ilişki kuran herkesin bu sistemin bir parçası olduğunu, neticede 35 cent’lik bir muzun, duvara bantlandıktan kısa bir süre sonra 6 milyon dolara el değiştirebilecek noktaya gelmesini de mümkün kılanın biz insanoğlu olduğunu, gözümüze gözümüze sokuyor.
Ve evet bunların hepsini bildiğiniz masum bir meyve; bir muz yapıveriyor…