“İnsanın büyük yanı amaç değil, bir köprü olmasıdır; insanın sevilebilecek yanı bir karşıya geçiş ve batış olmasıdır,” Nietzsche’nin Zerdüşt’ü henüz böyle buyurmadan, yaşamın başladığı gibi sürüp gitmesinden başkaca bir umudu olmayan insanların korkusunda batıyorduk ve yazılarımızın ölen çocukların gölgesinden geçerek utanç duymasına henüz vakit vardı. Henüz yeni bir bakış, tutkusuz, basit bir saydamlıkla cesurca yazma isteğimiz yoktu. Saftık biraz da. Bir cenaze, bir yıkım, bir düğün veya ulusal bir afet cesaret verebilir miydi korktuğumuz cümleleri yazmamıza? Nefretin ve korkunun krallığında, titreyerek aradığımız batıştan çıkış olması gereken, suskunluğun paramparça ettiği ve toprakların altını üstüne getirmesi gereken bu yazı; işçilerin alın terinden gusül abdesti alan emek düşmanlarının sessizliğe sürgün edilmesiyle mi başlamalıydı? Hiçbir metin yıllardır bu cesareti gösteremiyordu. Karşıya geçebileceğimiz köprü tahrip mi edilmişti?
Sürgüne göndermeden cehaletin imparatorlarını, korkusuz yaşamayı bilmek gerekiyordu. Hakkını vererek! Zamanı gerçekten yaşayanlarla kendini akışa bırakmayı yaşamak sayanlar hakkında Ahmet Cemal, şöyle yazıyordu henüz hayattayken: “…içinde yaşanılan zamana teğet geçmekten, bir akarsuyun yalnızca yüzeyinde kalmaktan, kendi yaşamının sınır boylarından içeriye adım atmaktan başka bir şey değildir. Bilgi, nasıl salt veri ile eşanlamlı değilse, nasıl ancak zihnimizin işçiliğinden geçenleri bilgi niteliğiyle gerçek anlamda bilebiliyorsak, zamanı da onu dışarıdan izleyerek yaşayamayız.” Yazılan bu metinse, akarsuyun yüzeyinde kalanlar için yaşamın anlamını, korkuya bulayıp hiçlik saatlerini çoğaltarak tanımlayabilirdi belki ya da okuru depresyon sarmalında kaygılarını büyüterek, sarsıntıların öncülerine katlandırıp en büyük yıkımı bekleterek, vehimlerin içinde olmaması gereken potansiyel melankolinin içine hapsederek; yani, anlamamış olmayı anlatmayarak sayfaları doldurabilirdi.
Henry Miller’ın, paradoksu şuydu: ilki; “Yazmak eyleminin bana sağlayacağı tek yararın, beni öbür insanlardan ayıran şeyleri ortadan kaldırmak olduğu sonucuna vardım. Yabancı bir nesne, yaşamın akıntısından ayrı; onun dışında kalan bir nesne olmak istemiyordum kesinlikle”; diğeriyse, “Toplum için yazmak bana hiçbir şey ifade etmiyor, benim istediğim kaçıklar için yazmak.” Henry Miller, salt kaçıklar için yazmak isterken, aynı zamanda kendisinin toplumdan ayrıldığı noktaları da ortadan kaldırmayı istemesi, ona, aklını kaçırmaya başladığını mı düşündürüyordu? Henry Miller, kendini öbür insanlardan ayıran şeyi ortadan kaldırarak bir akarsuyun yüzeyinde kalmak istemiyordu: Kaçık bir toplumun, en kaçık metinlerini yazmak (mı) istiyordu! Muamma!
Sayfalarca doldurduğumuz sözcükler hiçbir şey anlatmıyordu; uygulamaktan asla vazgeçmeyi düşünmediğimiz ritüelleri, yüzlerce kitaptan alıntıladığımız cümleleri, soyut kavramlarımıza kanıt diye sunuyorduk okura. Oysa yapmamız gereken çok basitti; utangaç bir hüznü çıkarıp atmalıydık yazdığımız metinlerden. Nabokov, Edebiyat Dersleri’nde, insana ait içsel ve dışa dönük ilginin hep kavga halinde olduğunu ve bu kavganın yazılı metinlerin oluşumundaki esrara dikkat çekmişti: “Herkesin içinde, iki güç arasında az çok bir kavga sürer gider. Kendi başına kalma özlemiyle bir yerlere gitme isteği. İçedönüklük, yani kendi içine, kendi içindeki güçlü düşünce ile düşlem yaşamına yönelmiş ilgi ve dışadönüklük, dışa, insanlarla elle tutulabilir değerlerin dış dünyasına yönelmiş ilgi.” Herkesin içindeki iki güç, herkesin içindeki büyük korkudur; apaçık gördüğünün uzağında, göremediğinin ortasında yaşadığının yanılsamasıdır. Bilgiyi, zihnin işçiliğinden geçirerek, zamanı içinden yaşamanın rotasını Nabokov’un pusulası gösteriyordu: Yazar/okur, kendi içindeki güçlü düşünceyi dışa aktarmalıydı.
Etki altında kalmamış, düşüncelerini dışa aktarmış bir okur geçiyordu yazdıklarımızın tüm saydamlığının içinden, omzunda anaların gözyaşlarını taşıyarak ve bizler kurşun kalemlerimizi dişleyerek, sabahçı kahvehanelerinin uyku mahmuru masalarında şaheser zannettiğimiz üçüncü sınıf metinler kurguluyorduk. Saydamlığımızın içinden sessizce geçmeye çalışıyordu kendisini konu etmekten korktuğumuz okur, teni safran rengiydi, yüzü içinden geçenleri belli etmiyordu ve okurca hali biz kalem erbapları için son derece etkisizdi. Endişeli, ölümlü, geçici ve küçük tasarıları okuyarak yitecek olan okur, hareketsiz ve donuk bakışlarımızın karşısında kısa bir an durdu; yazdığımız birkaç soyut sözcüğümüzü atmak için masamıza doğru baktı umutsuzca, sonra gitti. Kaçar gibi geçerken kurgumuzun kenarından, ceplerinden, okuduğu metinlerimizin sözcüklerini döküyordu çamurdan balçıklaşmış sokağa.
Yazdıklarımız bir cinayetti. İşlediğimiz cinayetlerin failinin biz olduğumuzun belli olmaması için düzmece deliller yaratır, okuru, ağdalı üslubumuzla detaylara gömer, nefessiz bırakırdık. Oysa, tekrar tekrar suç mahalline dönmemizin anlamı, tanıklık ettiğimiz ve kabul edemediğimiz farklı bakış açılarında gizli olan, cinayetimizin ne kadar basit olduğuydu. Arkamızdan buzlu rakıların içilmeye devam edildiğini ve denizin dalgalarından şiirler toplandığını düşlemek, güzel kadınlarla sevişmek, köprüden geri dönmek batışın gerçekliğiydi. Bizimle beraber tüm evrenin ve yaşamın batacağına olan inancımızsa kör bir kibirdi!