1.
“sokaklar fırçamız, alanlar paletimizdir”
“Ha şiir yazmışsın
ha radyum çıkarmışsın
Al: bir gramı
böl: bir seneye
Binlerce ton
taş toprak atacaksın
Bir kelime
bulup koyacağım diye”
V.Mayakovski
Ünlü Sovyet şairi Mayakovski, bu dizeleriyle, özünde, bir yandan şiirin/edebiyatın gücünü öte yandan da şairin/edebiyatçının seçiciliğini/titizliğini vurgular. Şiir/edebiyat, özünde iştir, oluştur, eylemdir; şair/edebiyatçı ise işçi, eylemci…
Mayakovski, bir orman bekçisinin oğluydu. Emekçilerin dünyasını aile çatısı altında babasından öğrendi. Çarlığa karşı isyan günlerinde Bolşeviklere katılıp Ekim Devrimi’ni destekledi. Ekim Devrimi ona Çarlık Rusyası ile birlikte eski sanat anlayışının da kaçınılmaz olarak yıkılmakta olduğunu öğretti. Yenilikçi sanatçılar arasında bir dönem dalga dalga yayılan “sokaklar fırçamız, alanlar paletimizdir” sözü onundur. Eğer 1930’da, henüz 37 yaşındayken, hayatının en verimli çağındayken, intihar etmeseydi, geleceğin özgürlükçü sanatçıları için daha yazacak çok şiiri, söylenecek çok sözü olacaktı… Geride, tıpkı Nâzım gibi, gelecekteki güzel günlerine dair dalga dalga yayılan düşünceler, şiirler, mektuplar, yazılar bıraktı…
2.
“Oysa en güzel emek insanın kendisi”
“Benim memleketimde bugün
Kırk elli bin liradır
Resmin metrekaresi
Ve dillere destandır canım
Turan Erol beyazıyla Bodrum’un mavisi”
Ruhi Su
En eski söz sanatı olduğundan mıdır nedir, söze şiirle başlamanın yerinde olacağını düşündüm. Yine oradan devam etmek isterim:
Ruhi Su, yukarıda bir bölümünü andığım “İnsan ve Emek” şiirini 1978’de dönemin ilerici dergilerinden Sanat Emeği’nde (Sayı 3, Mayıs 1978) yayımlar. Şiirin tamamı şöyledir:
İnsan ve Emek
Bir sergiyle geldi bahar
Ne don vurur, ne meyve verir
Öylece bir çiçek düşlemesi
Ne güzel bir oyundur canım
Taşlara bakan gözün çiçeği görmesi
Benim memleketimde bugün
Kırk elli bin liradır
Resmin metrekaresi
Ve dillere destandır canım
Turan Erol beyazıyla Bodrum’un mavisi
Bir gece kulübünde bugün
Kırk bin, elli bin liradır
Bir Zeki Müren dinletisi
Ve elbette güzeldir canım
Emeğin değerlendirilmesi
Ama benim memleketimde bugün
İnsan kanı sudan ucuz
Oysa en güzel emek insanın kendisi
Kolay mı kan uykularda kalkıp
Ninniler söylemesi
Belki bu nedenle, yazık
Asılmış gibi durur
Asılmış gibi kederinden
Duvarlarımda resim
Çalgılarımda müzik.
1912’de Van’da başlayan hayat serüveni onu, kendi anlatımıyla, “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan birisi” olarak sancılı göç yolları boyunca Adana’ya kadar sürükler. Bir dönemin insanlarının serencamı nasıl da birbirine benziyor: Ünlü romancımız Yaşar Kemal’in ailesi de Birinci Dünya Savaşı yıllarında aynı sancılı göç yolarını izleyip Van’dan Adana’nın Kadirli’sine sığınmamış mıydı? Kimi kaynaklara göre 1923, kimilerine göre de 1926’da Yaşar Kemal, Adana’nın Kadirli ilçesinin Hemite köyünde dünyaya gözlerini açmamış mıydı? Birisi Van’da, diğeri Adana’da doğsa da her ikisinin de kaderi ve yolu ilerde coşkun akan bir büyük ırmağın su kavuşumunda kesişecekti…Yine her ikisinin de yüreği Nâzım’ın Franko faşizmine karşı İspanya İç Savaşı’ndaki direnişçilerin ansına yazdığı “Karanlıkta Kar Yağıyor” adlı destansı şiirinde “Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim” dediği emekçilerle, direnişçilerle, devrimcilerle, yurtseverlerle birlikte atar… Nâzım, dantel gibi ilmek ilmek işlediği, umut dolu bu güzelim şiirini 1937’de yazar. İspanya iç Savaşı başlayalı bir yıl olmuştur. 1936 yılında başlayan o iç savaş ardında büyük acılar bırakarak, Federico Garcia Lorca gibi İspanyol halkının yiğit bir evladını, şairini, oyun yazarını ve daha nicelerini aramızdan alarak 1939’da sona erer.
Ruhi Su’nun alıntıladığım, insanla emeği bir büyük yolculukta buluşturan o güzelim şiirine geri dönecek olursam: Bir şairin “Oysa en güzel emek insanın kendisi” dizesini yazabilmesi için hayatın olgunlaştırdığı aydınlık bir bilinçle yaşıyor olması gerek. Başka türlü böylesi bir dize kurgulanamaz. Erken yaşta yitirdiğimiz değerli eleştirmenimiz, aydınımız Füsun Akatlı’nın ifadesiyle, Ruhi Su: “Yaşamı boyunca hiç yılmadı. Hapishanenin ağır koşulları, engellemeler, yasaklamalar, hiçbir şey Ruhi Su’yu türkü söylemekten, türküler üzerinde aralıksız düşünmekten, çalışmaktan, korolar oluşturarak türkülerini öğretmekten, olanak bulduğunda konserlerde, olanak verilmediği zaman da dost evlerinden, gece kulüplerine kadar, elverişli-elverişsiz her ortamda türkülerini söylemekten alıkoyamadı. Türkülerinin anlam ve içeriği dünya görüşünü biçimlendirdi; dünya görüşü, türkülerini seçip yorumlamakta belirleyici etken oldu. Halkla ilişkilerini sevgiyle besleyerek diri tuttu. Ne sanatından en küçük bir ödün verdi, ne de sağlam dünya görüşünden. Kendini sanatına, sanatını halkına adadı. Onunki, bir sanat işiydi, eğitimle, bilgiyle, kültürle, bilinçle bütünleşmiş bir söyleyişti. Bu söyleyişte, dünyaya ve insana bakış açısının önemi büyüktü.”
Bu satırları yazan Füsun Akatlı, 1944 doğumluydu. Metin Altıok, Aziz Nesin, Tomris Uyar, Rıfat Ilgaz, Cevdet Kudret, Suat Derviş, Bilge Karasu, Esat Mahmut Karakurt gibi o da temmuz ayının yaz günlerinden birinde ayrıldı aramızdan. Bir dönem milletvekili olarak halkın sözcülüğünü de yapan tek kızı Zeynep Altıok, babası Metin Altıok’u 2 Temmuz 1993’teki Madımak katliamında kaybettiğinde henüz 25 yaşındaydı. Temmuz ayı edebiyatımızın en hüzünlü ayıdır. Bilirim: Temmuza dair ne söylesem eksik kalır…
3.
“Kurtuluş yok tek başına/ Ya hep beraber ya hiçbirimiz!”
Jack London, Amerika Birleşik Devletleri’ni kasıp kavuran 1893 Ekonomik Bunalımı günlerinde henüz on yedi yaşındaydı hem okuldan uzak hem yoksul hem de işsizdi. Bırakmak zorunda kaldığı lisede gündüzleri öğrenci, geceleri ise hademedir. O yıllarda ülke nüfusu yaklaşık 63 milyondu, işsizlik oranı yüzde on iki civarındaydı. Çalışan nüfus, toplam nüfusun yüzde 20’si bile değildi. Üç milyonu aşkın “işsizler ordusu”nun kaderleri birbirine benzeyen umutsuz neferlerinden biriydi. Sekiz yaşındayken sokaklarda elden gazete satıcılığıyla başladı çalışma hayatına. Gemilerde tayfa olarak çalıştı bir süre. “Altına hücum” yıllarında Alaska’da çeşitli şirketler adına gece gündüz altın avına çıkıyordu. Bir emekçi olarak hayattan öğrendiklerini yazmaya başladığında yirmili yaşların ortalarındaydı. İlk yazdıklarına bakarak çoğu kimse onu “serüvenci” olarak tanıdı. Oysa kırk yıllık kısa hayatında hep emeğiyle geçindi; deyim yerindeyse ekmeğini taştan çıkardı. Emeğin ve emekçilerin tarihinin bilincine erken yaşlarda ulaştı. O erken yaşlarından beri yerel kütüphanenin sadık müdavimiydi. Kütüphanede neredeyse okunmadık klasik roman bırakmadı. Yazdıklarından eline para geçmeye başladığı günden beri de kitabevi vitrinlerinde gözünün kaldığı hemen tüm kitapları birer birer satın aldı. Öyle ki kırk yıllık kısa ömründen geriye, evinde, on beş bin kitaplık bir kütüphane bıraktı. Amerika Birleşik Devletleri’nin belki de ilk sosyalist yazarıydı. Sosyalizmi benimsediğinde yirmi yaşındaydı. Emekçi sınıfın perspektifiyle yazılan ilk ciddi kapitalizm eleştirisi romanlar arasında sayılan Demir Ökçe, yazıldığı yılların (1908) çok ötesinde bir öngörüye sahipti. Yazıldığı dönemde kapitalist üretim tarzı henüz emekleme aşamasındaydı. Charlie Chaplin, Modern Zamanlar adlı kült filminde kapitalizmin bu emekleme ve sonrasındaki palazlanma dönemini son derece başarılı bir biçimde ironik bir dille beyazperdeye aktarır. Charlie Chaplin gibi Jack London da Demir Ökçe’de emeğin ve emekçilerin perspektifinden kapitalizmin nasıl işlediğini, düzene muhalefet edenlerin nasıl ezildiğini (20. yüzyılın başlarında Amerikan Komünist Partisi’ni oy oranı yer yer yüzde 20’ye kadar çıkmıştı.), buna bağlı olarak ABD’de oligarşik yapının karteller ve tröstler eliyle nasıl güçlendiğini yetkin bir dille anlatır. Bu romanıyla Jack London, kendisinden sonra yazılacak olan tartışma romanları akımına öncülük ederek, kapitalist toplumlarda emeğin ve emekçilerin sözcülüğünü/tartışmacılığını üstlenir. Dahası, karteller ve tröstler aracılığıyla tekelleşmeye yönelen kapitalist üretim biçiminin ileride yeryüzünü faşist yönetimler eliyle nasıl bir paylaşım savaşının girdabına sürükleyebileceğini Demir Ökçe’de büyük bir öngörüyle ele alır.
Jack London, Demir Ökçe’den bir yıl sonra Martin Eden’i yayımlar. Yazar, otobiyografik özellikler taşıyan bu romanında, Martin Eden adındaki eğitimsiz genç bir işçinin, aristokrasiyle “aşık atabilmek” için, aşkı uğruna, “gözde” bir yazara dönüşümün “hüzünlü” mücadelesini anlatır. Peki bu sonu hüzünle biten dönüşüm mücadelesini yazar niçin anlatır? Kendisine sorulan bu ve benzeri sorulara Jack London şu karşılığı verir: “Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi, bense bir Sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü. (…) Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden, başkalarının ihtiyaçlarının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda, uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz.”
Bu romanıyla Jack London, “emek cephesi”ne bugün bize çok tanıdık gelen bir sloganla seslenmektedir: “Kurtuluş yok tek başına/ Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!”
Jack London gibi pek çok yazar, gerek içinden geldiği gerekse bir aidiyet bağı kurduğu emeğin ve emekçi sınıfın edebiyatının oluşumuna katkıda bulunmuştur. 40’lı yılların Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri serisine yazdığı ünlü Önsöz’de “yazı” ve “edebiyat”ı şöyle tanımlar: “Düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat”…
Onca yazarın estetik bir kaygıyla ve bilinçle ilmek ilmek işlediği, dünya edebiyatına mal olmuş unutulmaz hikâyeler, romanlar emeğin ve emekçinin tarihine dün olduğu gibi bugün de ışık tutmaktadır.
4.
“Neden işçileri Anlatan Romanlar Yazılmıyor?”
Sorunun sahibi ünlü edebiyat eleştirmenimiz Fethi Naci. Yüz Yılın 100 Romanı adlı incelemesinde konuyu Orhan Kemal’in (Grev, Uyku adlı hikâyeleri ve Murtaza, Bereketli Topraklar Üzerinde, Eskici ve Oğulları adlı romanları), Halikarnas Balıkçısı’nın (Aganta Burina Burinata ve Deniz Gurbetçileri adlı romanları), Reşat Enis’in (Afrodit Buhurdanında Bir Kadın), Mehmet Seyda’nın (Yanartaş) ve Fatih Atila’nın (Akdeniz’in Kıyısında) yapıtları bağlamında tartışır. Fethi Naci, sorduğu soruya özetle şu karşılığı verir: “Romanlarımızda işçilerden pek az söz edilişinin toplum yapımıza bağlı, nesnel bir nedeni var. Bir tarım ülkesi oluşumuz, Batı kapitalizminin var olan küçük sanayimizi 19. yüzyılda yok edişi, sanayileşmede çok geç kalışımız, bunun sonucu olarak da işçi sınıfının ve sorunlarının ortaya geç çıkışı ya da ülke koşullarına göre sayıca az da olsa işçi sınıfının ve sorunlarının ortaya çıktığı zamanlarda yazarlarımızın bu sınıfı ve sorunlarını görecek “toplumsal ve tarihsel göz”den yoksun oluşları (İlk Türk romanı 1872’de yayımlanmıştı, işçiler de ilk grevlerini 1872’de yaparlar; ama romancılarımızın işçilerden söz açmaları için 55 yıl beklemeleri gerekmiştir: Mahmut Yesari “ilk işçi romanı” olan Çulluk’u 1927’de yayımlar.) romancılarımızın işçi sorunlarını gereğince işleyememelerinin nesnel nedenleri olarak sıralanabilir.” Fethi Naci, merâmını, Orhan Kemal özelinde bir başka soruyla söyle dile getirir: “Edebiyatımızda işçilerden söz açan bir yazarın yetişmesi de rastlantıların sonucudur. Orhan Kemal fabrikalarda çalışmak zorunda kalmasaydı işçilerden söz açan hikâyelerini, romanlarını yazabilir miydi?
Fethi Naci’nin bu saptamasının üzerinden yıllar geçti. Şöyle geriye dönüp baktığımızda işçi sınıfının içinden gelen ya da “organik bir aydın” olarak bilincini işçi sınıfının değiştiren, dönüştüren üretim ilişkileriyle birleştiren romancılarımızın ürünlerine baktığımızda bu alanda ortaya konulan ürünler yine de iki elin parmaklarını geçmediğini görürüz.
Emeğin edebiyata yansıması bakımından bir yönüyle bize özgü olan “köy romanları” akımını görmezden gelemeyiz. Daha çok ülkemizde köyden kente göç olgusunun sancılarının yaşandığı yıllarda, biraz da 1961 Anayasası ile tesis edilen görece özgürlükçü düşün ve sanat ortamında, ilginç ve özgün bir “deneyim” olarak ürünlerini vermeye başladı bu akımın öncüleri. “Öncüleri” dediğim, dönemin öğretmenleriydi. Çoğu, “iyi okur”du bu öğretmenlerin; ama “edebiyat ortamı”na katılmaları çoğunlukla bir rastlantı sonucuydu. Gerçekçilik akımının Türk romanında karşılık bulmasına katkıda bulunacak hikâyeler, romanlar, tiyatro oyunları, kimi zaman da film senaryoları yazdılar…
“Köy enstitülü yıllar”da yetişen öğretmenlerin birinci elden anlattıkları hikâye ve romanlarda hayat bulan “köy gerçeği”, 80’li yılların başlarında elbirliğiyle boğulmasaydı var olandan çok daha yetkin edebiyat ürünleriyle tanışmamış işten bile değildi. Bu bereketli toprakların bir gerçeği olarak anlatılan kırsal toplum ve sorunları, insan ilişkileri, eşraf, ağa, mütegallibe sacayağı üzerine kurulu üretim ilişkileri, yokluk, yoksulluk ve yoksunluk ne yazık ki emeğin ve emekçilerin perspektifiyle yeterince anlatılamadı. O döneme yönelik olarak Fakir Baykurt’un şu saptaması önemlidir: “Toplumcu roman, toplumcu gerçekçi roman falan derken bireyi savsakladık biraz. Biraz’dan da fazla hatta.”
Şimdi geriye dönüp birinci elden o köy gerçekliğini yeniden anlatmak hem çok zor hem de vakit çok geç…1960-1980 arasına sıkıştırılmış o karma karışık sancılı yıllarda, onca özverili mücadeleye karşın emeğin tökezlediği/tökezletildiği dönemlerde demek ki ancak bu kadar anlatılabilmiş…
Oysa, köyden kente göç hareketiyle birlikte, gelişen toplumsal ilişkiler ve kentleşme olgusu da dikkate alınarak, tıpkı “köy enstitülü yıllar”ın başlangıcındaki bilinç ve heyecanla, 1950’li, 60’lı yıllardan başlayarak, pekâlâ “kent enstitüleri” kurulabilirdi. Sivil bir oluşum olarak gün geçtikçe gelişip güçlenecek bu enstitülerden yetişecek “kentli aydınlar”, “köy romanları” yerine, bu kez kentleri ve kent hayatını anlatan “kent romanları” yazabilir; böylelikle Türk edebiyatında elbirliğiyle “zamanın ruhu”na uygun, yeni bir gerçekçilik dalgası oluşturulabilirdi… Ama olmadı; 1950’lerden başlamak üzere günümüze gelinceye kadar herkes kendi yolunu kendi el yordamıyla bulmanın çabası içerisinde oldu.
Elbette, yazdığımız hikâyelerde, romanlarda “bireyi savsaklamayalım”; ama aynı “birey”in, kalabalıklar içinde hoyratça bir o yana bir bu yana savruluşunu nereye koyacağız. Bu savrulmayı, gerçekçi bir bilinçle, estetik bir kaygıyla kim, kime, nasıl anlatacak? Ben hâlâ o romantik “büyük anlatılar” çağındayım… Özlemle bekliyorum…