Okumanın Tarihi
Edebiyatın İzinde

Okumanın Tarihi

İbrahim Berksoy

Merakımdan; okumanın tarihi üzerine bugüne dek epeyce kitap okudum. 2000’li yılların başlarında Arjantinli yazar Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi (2001) kitabı yeni çıkmıştı. O yıllarda Kayseri’de bir kamu kuruluşunda mühendis olarak çalışıyordum. Kitap, dergi, elime ne geçse alıp okuduğum yıllardı. Okumanın Tarihi’ni de o günlerde alıp bir çırpıda okumuştum. Kitapta geçmişten bugüne insanlığın okuma hâlleri şekiller, çizimler, gravürler, resimler, fotoğraflar eşliğinde akıcı bir dille anlatılıyordu.

 

Mağara duvarlarına kök boyalarla çizilen şekillerden kil tabletlere kazınan izlere, parşömenlerde hayat bulan harflerden elyazması kitap ciltlerine, günümüzün binlerce tür yazılı kültür ürünlerinden dijital işitsel-görsel ürünlere dek uzanan geniş bir okuma perspektifiydi aslında okura sunulan.

 

Hangi formda yazılmış olursa olsun, anlamı kavrayan okurdur. Bu olgunun altını çizen Manguel, kitabının hemen başında kendi okuma süreçlerini anlatırken şunları yazmış: “Bizler ne olduğumuzu ve nerede olduğumuzu görebilmek için sürekli kendimizi ve çevremizi okuyoruz. Anlamak ya da anlamaya başlamak için okuyoruz. Okumadan yapamıyoruz. Okumak, neredeyse nefes almak kadar temel bir işlevimiz.”

 

Zaman içinde Manguel’in doğrudan ya da dolaylı olarak okumanın tarihi ile bağlantılı diğer kitaplarını da alıp okudum. Okuma Günlüğü (2007), Geceleyin Kütüphane (2008), Kelimeler Şehri (2009), Okumalar Okuması (2013), Borges’in Evinde (2013), Merak (2017), Kütüphanemi Toplarken (2020), Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir (2016) vb. ilk aklıma gelenlerden.

 

***

 

İş Bankası Kültür Yayınları “kılavuz” adıyla yeni bir yayın dizisi başlattı. Dizide, geniş bir ilgi alanına hitap edecek şekilde yazılmış, farkındalık oluşturmaya yönelik kısa ve öz, bilgilendirici kitaplara yer veriliyor. Bunlar arasında Belinda Jack’ın yazdığı Okumak (2024) adlı kitap hem adıyla hem de dikkat çekici kapak tasarımıyla ilgimi çekti. Geçtiğimiz günlerde bankanın Kayseri’de 27 Mayıs Caddesi üzerindeki kitapçı dükkânına uğradığımda aldığım birkaç kitap arasında Okumak da vardı. Sözünü ettiğim cadde geçmişten bugüne şehrin en işlek piyasa caddelerinden birisi. Lisede öğrenciyken caddenin adı 27 Mayıs’tı, sonradan Millet Caddesi oldu. Şehrin hafızasında 27 Mayıs Caddesi olarak yer ettiğinden ben de caddeyi bu adla andım. Cadde, yukarı doğru gidilirse Kiçikapu’ya, aşağı doğru gidilirse Kale’ye, oradan da karşısındaki Hunat’a çıkıyor. Ben aşağı doğru yürüyüp Selçuklu’dan kalma Hunat Medresesi’nin içindeki serin kafede soluklanmayı tercih ettim. Burası eskiden Etnografya Müzesi’ydi. İlkokul son sınıftayken öğretmenimiz bize müzeyi gezdirmişti. Oradan da postaneye götürüp üzerinde gönderen ve alıcı adreslerinin yazılı olduğu önceden hazırladığımız mektup zarflarını, üzerine pul yapıştırıp gideceği yere göre şehir içi veya şehir dışı mektup gözlerinden birine atmayı öğretmişti. Medrese’nin en bakımlı olduğu dönem müze olarak kullanıldığı dönemdi. Sonradan müze olmaktan çıkarıldı, bir ara ucuz Çin mallarının satıldığı karma karışık bir pazar yeriydi medresenin içi. Daha önce müzede eserlerin sergilendiği bölmelerde şimdilerde tezhip, ebru gibi el sanatlarının sergilendiği dükkânlar bulunmakta.  Ortadaki avlu ve köşedeki eyvan ise belediye tarafından kafe olarak işletiliyor.

 

Medresenin içindeki serinlikte soluklanırken az önce aldığım kitaplardan Okumak’ın sayfalarını birer ikişer çevirmeye başladım. Kitap, cebe, avuç içine sığacak boyutta. Kitapta yer alan bölümler öylesine ilginç ki 150 sayfalık kitabı hemen oracıkta okuyup bitirmek istedim. Anlatım dili oldukça yalın olmakla birlikte tartışılan konular, verilen referanslar, yapılan alıntılar kitabın hacmini katbekat aşmakta. Dikkatli okura hitap eden, yeni okumalara davetiye çıkaran pek çok alt başlık var kitapta.

 

Kitabın yazarı Belinda Jack, Oxford Üniversitesi’nde Fransız dil ve edebiyatı alanında öğretim üyeliği yapmakta. Yazar, ayrıca, Londra Müzesi’nde, Okuma ve Yazmanın Sırları başlığı altında dört yıl boyunca konferanslar vermiş. Kılavuz kitapların altıncısı olan bu kitabı Türkçeye İngilizce özgün metninden Azade Aslan çevirmiş.

 

Kitap, temel bir soruyla, “Okumak nedir?” sorusuyla açılıyor. Okumanın üzerimizde bıraktığı çeşitli etkiler, birisinin okuyup diğerlerinin dinlediği veya elindeki kitaptan okunanı kelime kelime takip ettiği toplu okumalardan bireysel okumalara geçiş, “okuryazarlık”tan sonra “okuma”yı öğrenme, kişiye özgü okuma tarzlarının zaman içindeki gelişimi, okuma sırasında beyinde neler olup bittiği gibi ufuk açıcı ve merak uyandırıcı başlıklar bu bölümün konusu. Tüm bu başlıklar birer ucu açık soru olarak okuru kitabın ilerleyen bölümlerine hazırlıyor. Yirmi sayfalık bu giriş bölümünü bitirdiğimde bir an için durup düşündüm: Etrafımızda bizi okumaya maruz bırakan öyle çok şey var ki: Tabelalar, menüler, fiyat tarifeleri, trafik levhaları, ilanlar, reklamlar, elimizdeki cep telefonuna gelen mesajlar, harfler, sayılar… Bunların çoğu bizim okumayı seçtiğimiz metinler değil, ister istemez gözümüzün takıldığı, maruz kaldığımız okumalar. Çoğu mecburiyetten…

 

“Okumak nedir” sorusunun günümüz dünyasındaki karşılığı için “yazılanı yorumlamaktır” denilse yeridir. Yazılanın okur tarafından yorumlanması bir anlamda yazılanın “değişmez” olmadığı, okur tarafından zaman içerisinde yapılan yorumlara bağlı olarak “sürekli” değiştiği anlamına gelir.

 

Antik dünyalarda, eski Yunan ve Roma’da metinler nelerin üzerine, nasıl yazılırdı, o eski zamanların okuma tarzları neydi, insanlar nasıl okurlardı?  Yazar, antik çağdaki okuma tarzlarını anlatmak için Nietzsche’den şu alıntıyı yapmış: “Alman yüksek sesle okumaz, kulak için okumaz, sadece gözleriyle okur: kulaklarını çekmeceye koymuştur. Antikçağda, bir insan okuduğunda –ki bunu çok nadiren yapardı– kendi kendine yüksek sesle okurdu; birinin sessizce okuması şaşkınlık konusuydu ve neden böyle yaptığını insanlar kendi kendilerine gizlice sorgulardı. Yüksek sesle: yani antik dünyada halkın keyif aldığı bütün o yükselip alçalmalar, tonlamalar ve tempo değişiklikleriyle.” Bu alıntıdan sonra yazar şunları eklemiş: “Nietzsche, devamında, en iyi Alman düzyazısının vaiz kürsüsü için yazıldığını da ileri sürer. En büyük eserin, kiliselerde okunmak üzere yazılan Luther’in İncil’i olduğunu iddia eder.”

 

Eski Roma’da epeyce prestijli kütüphane vardı. Bunlardan biri de Efes’teydi. Efes antik kentindeki Celsus Kütüphanesi. Onca kitap ve kütüphane varken “zenginler kendilerine bir şeyler okunmasını bekliyordu, tam da bu amaçla okuyucular istihdam ediyor ya da köle satın alınıyordu.”

 

Önceleri elyazmaları vardı. Uzun süre okurlar elyazmalarından okudu kitapları. Sonra matbaa icat edildi. Baskıdan kitap okuma devri başladı. Elyazmalarından okumaların dinsel bir yönü de vardı. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet, “kitap dini” olması dolayısıyla “okuma”yla sıkı sıkıya bağlıydı. Bu dinlerin yaşandığı dillerde “okuma”yı ima eden deyimlerin çokluğu bundandır. Kutsal kitaplar uzunca bir zaman elyazmaları üzerinden okundu, ezberlendi. Bu uzun dönemde de esas olan toplu okumalardı. Sessiz, bireysel okumalar önceleri gizli bir iş gibi görülse de zamanla olağanlaştı. Sessiz okumayla birlikte yazılanı iç dünyalarda yorumlamak giderek gelişti. Bu gelişme yazarları da etkiledi. Özellikle hikâye anlatıcıları yazdıklarında dış dünyanın tasviriyle birlikte iç dünyaları harekete geçirici metaforlara da yer vermeye başladı.

 

Matbaanın pratik olarak yaygınlaşmasıyla birlikte okuryazarlık da arttı ve “bireysel okurlar” döneme damga vurmaya başladı.

 

Endüstri Devrimi ile birlikte gerek kâğıt üretiminin artması gerekse baskı tekniklerindeki gelişmeler seri olarak kitap ve gazete basımını kolaylaştırdı. Kasabalarda, şehirlerde, hemen her köşe başında okunacak bir şeyler bulmak mümkün hale geldi. Artık “herkes okuyordu”… Bu durum zorunlu eğitim fikrini de güçlendirdi ve kısa sürede kitlesel olarak okuryazarlık oranları her yerde arttı.

 

Yazarların anlatma arzusu ile okurların okuma arzusu özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda birbirini öylesine besleyip büyüttü ki bu iki yüzyıl boyunca bir tür “yaratma cesareti” ürünü olan romanlar altın dönemini yaşadı. Bu dönemde kadınların hem yazar hem de okur olarak roman sanatına duydukları ilgi dikkat çekiciydi. Toplumsal hayattaki gelişmeler ışığında içinde sürekli kendini yenileme potansiyeli barındıran roman sanatı bu özelliğiyle her dönemde ilgi çekici, yaratıcı bir anlatı sanatı olarak varlığını hep korudu. İçinde bulunduğumuz dijital çağda okuma biçimlerimiz, tarzlarımız, alışkanlıklarımız değişse de roman sanatı yeni biçimlerle, yeni anlatım teknikleriyle kendisini yenileyebilmiş ve okurdaki bu değişime uyum sağlayabilmiştir.

 

Belinda Jack, kitabında haklı olarak “yasaklı okumalar”a da yer vermiş. Uzun sürmüş ve çoğu yerde hâlâ sürmekte olan bir dönemin adıdır “yasaklı okumalar”. Sansür, kitap yakmalar, okurları gizli gizli kitap okumaya zorlamalar, kitapları, dergileri, gazeteleri toplatmalar, muhalif olan basılı her şeyi örgütsel doküman olarak “teşhir” etmeler, kitapların yazarlarını, çevirmenlerini öldürmeler, yıldırmalar, bezdirmeler, matbaaları, yayınevlerini, kitabevlerini yakmalar, yıkmalar, bombalamalar, bugün utanç verici bulduğumuz yasaklı kitap listeleri hep bu uzun sürmüş dönemden derin izlerini taşır.

 

Okuru daha baştan “biçimlendirmeye” yönelik olarak basit propaganda diliyle yazılmış “fabrikasyon” ürünü metinleri bir kenara bırakmak kaydıyla; okumanın yorumlayıcı bir eylem olarak ele alınmasıyla birlikte yazar kadar okur da özgürlüğüne kavuşmuştur. Bugün artık okur, yazılan metnin “alıcısı” değil, “yorumlayıcısı”dır. Bir anlamda günümüz okuru, okuduğu metne kendi perspektifinden yeni anlamlar katarak adeta okuduğu metni her okuyuşunda yeniden yazmaktadır. Bu nedenle dikkatli okurlar için her okuma eylemi benzersizdir. Okunan metin aynı bile olsa okumalar arasında her zaman bir “fark” olacak, okumalardan çıkarılan “anlamlar” birbirinin aynısı olmayacaktır. Tıpkı aynı ırmakta iki kez yıkanılamayacağı gibi…

 

Selçuklu medresesinin serin avlusunda bir çırpıda okumaktan kendimi alamadığım bu avuç içine sığan kitaptan bende kalan izlenimler bunlar… Kitabın arka kapağındaki şu paragraf “Okumak nedir?” bölümüyle açılan kitabın meramını tam bir açıklıkla ortaya koymuş:

 

“Okumanın ne olduğunu bildiğimizi düşünsek de aslında bu eylem, birçok yönden epey gizemli bir süreçler dizisi olmaya devam etmektedir. Okumanın sunduğu fırsatlar, bir taraftan siyasi amaçlar için desteklenmesine yol açarken, diğer taraftansa bazı iktidar odakları tarafından yıkıcı fikirlerle ilişkilendirilmiş; bu da tarih boyunca birçok yönden sansüre ve şiddete olanak tanımıştır. Okumanın önüne engeller getirmek isteyen odaklar insanların eğitimsiz bırakılması, yayıncılığın baskı altına alınması, kütüphanelerin ve eserlerin yok edilmesi, hatta yazarların ve yayıncıların öldürülmesi gibi yollara başvurmuşlardır. Yazar Belinda Jack, tüm bu bastırma girişimlerine karşın okumanın, yazar ile okur arasında işbirliğine dayalı bir eylem olduğunu ve asla tamamen kontrol edilemeyeceğini son derece sürükleyici bir dille göstermektedir.”