Sabahtan beri ağlıyorum. Haberi alınca Sivas otogarında aldım soluğu. Otobüste yol boyunca dinmedi gözyaşım. İçimin yangını hafifleyecek gibi değil.
Samsun’daki evimizin dolup taşan kalabalığı gece olunca azalıyor. Yalnız akrabalar kalıyor acılı evde. Üç erkek, üç kız kardeş baba evinde toplanmışız; içlerinde tek bekâr ben. En çok da ben yıkıyorum ortalığı. “Anne!” feryadıyla her yanı yumruklayıp mutfağın altını üstüne getiriyorum. Kollarımdan tutup salona sürüklüyorlar, amcamın yanına, üçlü kanepeye oturtuyorlar. “Sakin ol yeğenim. Aç bir mendili kapat yüzüne istediğin kadar ağla. Ama oraya buraya vurmak, bağırıp çağırmak olmaz, günahtır,” diyor amcam. Yine başlıyorum hıçkırarak ağlamaya. Sanki sözleri teselli değil de bir ağıtmış gibi içimi sızlatıyor. Acılı insan duyduğunu değil yüreğindekini dinliyor sade.
Mevtayı, Kıranköy Mezarlığı’na bir an önce defnetmek istiyorlar ama İstanbul’dan gelecek olan Murat abim için ertesi günün öğle vaktine kadar morgda bekletmeye karar veriyor büyükler. Bana kalsa hiç gömülmesin hep yanımda kalsın. Onsuzluğa nasıl dayanacağımı hiç bilmiyorum. Önce babam, şimdi de annem… Herkes acıyarak bakıyor gözlerime. Alçak sesle hakkımda konuşuyorlar. Duyuyor aldırmıyorum. Aldırmasam da duyuyorum. “Öksüzdü yetim de oldu…”, “Vah vah! Çocukcağız okulunu bitirseydi bari…”, “Seneye de öğretmen çıkacakmış ya yazık!”, “Annesi çok ağlamış hastayken ‘Son kez görseydim onu’ diyormuş.”, “Gözleri açık gitmiş kadıncağız. Öyle diyorlar.”, “Tüh tüh!”…
Öğle vaktinden önce gasilhane önünde perişan vaziyette bekliyoruz. Yılmaz abim “Sen burada kal, biz hallederiz,” deyip gidiyor. Nereye gidiyor ki? Niye bana “Burada kal,” diyor? Ablam, “Morgdan çıkaracaklarmış,” diyor hüzünlü bir fısıltıyla. Ardından bir böğürtüyü andıran sesiyle “Ölü yıkama odasına götüreceklermiş,” deyip çığlığı basıyor. Kız kardeşler birbirlerine sarılıp feryat figan yeniden ağlaşıyorlar. Kaldırım kenarına çöküyorum, yüzümü ellerimle kapatıp inliyor, hıçkırıklarımı içime gömmeye çalışıyorum. Nafile! Yüreğimde kızgın bir ateş, gözlerimde alevden yaşlar…
Yılmaz abim birden çıkıyor binadan. “Selim, gel!” diye sesleniyor. Şaşkınlık içinde bakarken ben, ablamlar da sanki ben duyamazmışım gibi abimin beni çağırdığını tekrar ediyorlar. Abim, “Ölü yıkayıcı seni çağırıyor. Biz de anlamadık,” diyor. Kafamda deli sorularla, penceresinde buzlu cam olan bir odanın kapısına varıyoruz. Üstünde beyaz bir önlükle doktora benzeyen, beyaz yaşmaklı, nur yüzlü, tombulca bir kadın bize bakıyor. “Selim bu mu?” Abim kafasını sallıyor. Bu kadın, adımı nereden biliyor; abim mi söyledi; neler oluyor? Ölü yıkayıcı, kapıyı açıp beni içeri aldığı sırada burnuma gül kokusu doluyor. Beyaz tavan ışıkları altında ortada duran, yerden bel hizasına kadar yüksek, uzunca bir mermerin üstünde boylu boyunca yatan benim annem mi? Vücudu beyaz bir örtüyle sarılmış, yalnızca yüzü… Evet o! Ben, “Neden…” diye soracakken yan taraftaki naylon perdenin arkasına geçiyor ölü yıkayıcı. “Vedalaş,” diyor.
Soğuktan titriyor bedenim. Gözlerim ıslak. Anneme sarılmamak elimde değil. Kollarım, birden sarıyor annemi. Ama annem de ıslak. Annem buz gibi. Titriyorum ama korkudan değil. Kendinden geçmiş yüreğim dünyalık hiçbir şey düşünemiyor. Yalnızca annem, annemin anıları geçiyor gözlerimin önünden. Her an konuşacakmış gibi benimle, kalkacakmış gibi yattığı yerden. Uyanacakmış gibi soluksuz uykusundan. Bir umut öpüyorum yanağından. Yüzü donmuş bir kütle gibi düşüyor yüreğimin ortasına ve paslı bir hançer gibi saplanıyor. Bu acıyla idrak ediveriyorum ki ‘O öldü!’ bir daha uyanmayacak, nefes almayan bedenine uzaklaşarak bakıyorum. Bu ayıkma içimde ayakta duracak hâl bırakmıyor. Ellerimle yüzümü kapayıp ıslak zemine çöktüğüm sırada bir ses duyuyorum. “Neredeydin?”
İrkilerek ayağa fırlıyorum ve anneme hayretle bakıyorum. Annem ağlıyor! Olamaz, annem…
“Neredeydin Selim!”
“Neredeydin Selim!”
Sürekli aynı şeyi tekrar tekrar yineliyor, “Neredeydin Selim?” Gözlerinden sahici yaşlar süzülüyor. Ağladığını görmemem için kafasını diğer yana çeviriyor. Bedenini örten beyaz bezin üzerinde ıslanmış bölgeler genişlemeye başlıyor. Beyaz örtüsünden aşağıya damlıyor hayatı boyunca çektiği ıstıraplar. Sanırsın bunca yaş, annemin gözlerinden sel gibi her yana akıyor.
İlk defa söyleyeceğim şeyi yüzüne haykırıyorum. “Çok pişmanım anne! Çok pişmanım!”
“Sen neredeydin Selim?”
“İstanbul’dan çağırdıydı ya Yılmaz abim… Bu yaz oradaydım. Şey olunca…”
“ Neden küsüp gittin abine? Gittin de beni görmeye niye gelmedin?”
“Gelecektim… Geç kaldım. Çok geç kaldım. Pişmanım. Affet beni anne!”
“Benden sonra ne yapacaksın? Tek kalacaksın… Seni düşünüyorum hep.”
“Bir sene sonra anne… Öğretmen olacağım. Üzülme. İçini rahat tut.”
“Abinle barış yavrum, abinle barış…”
“ Senin için annem, tamam. Merak etme. Canım annem!”
“Selim’im… Oğlum… Bir şey diyeceğim sana. Yüzüğümü, küpelerimi bıraktım Meral yengene. Senin için. Almayı unutma emi?”
İlk kez duyuyorum. Kimseler söylemedi bunu. Belki de yengemden başkası bilmiyordu. Abimle yengem, annemin evinde kalıyorlardı. Ben gidince üç kişilik bir aile olmuşlardı. Gördüğüm bazı kötü şeylerden sonra Meral yengeme güvenim kaçmıştı ama kimseye söyleyememiştim. Bu yüzden abimle de aramı yalanlarıyla yengem açmıştı zaten.
“Tamam annem. Alırım. Hep saklayacağım, merak etme.”
“Onları evleneceğin kıza takarsın yavrum.”
Yine hıçkırarak ağlamaya devam ediyor.
“Tamam anne. Söz. Sen ağlama… Her şey hallolur.”
“Selim’im. Seni görmeden göçeceğim diye çok korktum oğlum.”
“Bak geldim anacığım. Çok önceden gelmeliydim. Çok özür dilerim. Seni çok seviyorum.”
Ağlaması duruyor. Dilini çıkarıp ağzından bir şeyler tükürmeye çalışıyor.
“Oğlum, ağzımın içinde bir şeyler var. Rahatsız oluyorum. Alıver onları ne olur.”
Ağzını açıyor. Dilinde tuhaf beyaz deri parçaları… Ucundan azıcık tutup çekince gerisi uzayıp geliyor.
“Bak. Gördün mü? Benim içim de hep böyle çürük…”
Deri parçaları ip gibi çektikçe sökülüyor, bitmek bilmiyor. Elime dolamaya başlıyorum. Gittikçe sökülen bir kazak gibi… İpten kocaman bir yumak oluşuyor elimde. Annemin önce dili sökülüyor ve artık konuşamıyor. Şimdi ağzının olduğu bölge boş, tamamlanmamış bir resim gibi. Sonra gözleri, kulakları, yüzü… Derken tüm vücudu deri ipinden bir yumak olmuş annemin. Sökülmüş, bitmiş ve yok olmuş. Ellerimin arasında yumak olmuş, sihirli bir küre gibi parlıyor. Annemin yüzü yansıyor kürenin içinden. Bana gülümsüyor. Gözleri bu defa kapanmış.
O sırada ölü yıkayıcı geliyor. Bana gülümsüyor. Yumağı elimden özenle alıp kefene sarıyor. Bana dönüp gözlerime bakarken “Hayatta hiçbir şeyi ertelememek gerek,” diyor. Kapıyı açıp mevtanın yakınlarına sesleniyor. Hep birlikte tahta bir kutunun içine yerleştiriyorlar kefenli yumağımı. “Cenaze arabasına…” dedikten sonra ölü yıkayıcı, odasına girip kapısını kapatıyor.
Binadan çıkıyoruz. Kardeşlerim ve yakınlarımız, annemin yüzünü görmek için toplanmış. Acılı haykırışlar. O an, göz gözeyiz onunla! Bir suçluluk ifadesi yalıyor yüzünü yengemin. Gözlerini kaçırıyor benden. Annemin sözleri geliyor aklıma; yüzüğü, küpeleri… Şimdi sırası hiç değil, sonraya bırakıyorum bu meseleyi.
Ölü yıkayıcı ne demişti? “Hiçbir şeyi ertelememek gerek.” Abimi arıyor gözlerim. Hemen yanına gidip “Affet abi, sen büyüğümsün. Annem de barışmamızı isterdi,” deyip elini öpüyorum. Kucaklaşıyoruz. Abimin omzumdaki gözyaşları gömleğimi ıslatıyor. Yengem bizi uzaktan gözlüyor ama yanımıza yaklaşmıyor. Gözlerindeki karanlık daha çok büyüyor.
Teşekkür etmek için ölü yıkayıcıyı görmeye gidiyorum. Odasına yeni bir mevta getiriyorlar. Henüz yıkamaya başlamadığını düşünerek kapıyı aralıyorum. Ölü yıkayıcıyı mevtayı dinlerken ve onunla konuşurken görüyorum.
