“Neden ölüm düşüncesini büyütüyor
Şu tarla kuşu, şu üçgüllü çayırlar
Şu tanrı yalnızlığından yapılmış dere
Bir iç çekiş gibi uzayan yol
Avluyu bölük bölük eden yarasalar”
Şükrü Erbaş
“Neden ölüm düşüncesini büyütüyor
Şu tarla kuşu, şu üçgüllü çayırlar
Şu tanrı yalnızlığından yapılmış dere
Bir iç çekiş gibi uzayan yol
Avluyu bölük bölük eden yarasalar”
Şükrü Erbaş
Evin önü boylu boyunca avlu, avluya açılan odanın birinden tandır kokusu geliyor. Yanık kokusu. Zilfi Bacı, yanık türküler söylüyor yanmış oğluna. Yasak kitaplar nasıl yakıldıysa oğlu da öyle yanmıştı.
Kitapları toprağın altına gömdüğü gün aklındaydı. Ne suçu var acep bu sayfaların demişti, üstünü kızıl toprakla örterken.
“Keşke kaçmasaydı ana.” dedi Fadime
“Suçu yoksa niye kaçtı ki?”
Zilfi Bacı, tandırın altını korlarken susuyordu. Ona göre kitaplar da insanlar da yanmamalıydı. Tek bildiği buydu.
Nuri’nin çektiği acılar aklından çıkmıyordu. Dört oğlu daha vardı onları devlete yem etmeyecekti.
“Nereden aldın bu kitapları?” deyip polis aracında çakmakla bıyığını tutuşturmuşlardı. “Oğlum yanık kokuyorsun.” demişti aralarından biri pis pis sırıtarak. Elleri kelepçeli, omuzları düşmüş, yüzünde incecik bir çizgi. Gözlerini kapatmak istedi, koku izin vermedi. Beyaz Toros salına salına ilerliyor, her deviniminde sağ-sola savrulan Nuri, istemsiz kasılıyordu. Birçok arkadaşı gibi ölüme gittiğini biliyordu. Sorgular, itilip kakılmalar, dayaklar.
“Ana gel azıcık da ben pişireyim,” dedi Fadime
“Yoruldum açmaktan.”
“Hem yetmez mi bu kadar ekmek?”
“Yetmez!” dedi hırsla
“Çok yapmak gerek,”
“Nuri’ye de gidecek daha.”
Oğlum, bunca acıyla nasıl baş ettin? İnsanın eline azıcık kor değse canı gidiyordu. “İyi ki yüzüne bir şey olmadı” dedi.
Gün yükseliyor, ortalık iyice ısınıyor. Ahırdan gelen hayvanların sesine, tavukların gıdaklaması eşlik ediyor. Kafası iyice ağırlaşan Fadime, “Ben tavukların yemini vereyim ana.” diyerek kalktı. Başını kaldırmadan kızından kalan yere geçti. Düşünceliydi. Avucunun içine sıkıştırdığı oklavayla ekmekleri açıp, pişiriyordu.
“Nasıl zayıflamış, çökmüştür şimdi.”
Nuri, işkenceden geldiği günlerde baygın düşer, sert ve tekinsiz yatağına zorla uzanırdı. Ne zaman sorguya çekileceklerini kestirmek mümkün değildi, ansızın götürürlerdi beyaz çarşaflara sarılı kitaplar gibi. Bazen şişmiş gözlerini demir kapıya kilitler, öylece beklerdi. Yorgundu, saçları gibi sesi de seyreliyordu. Bunca eziyete nasıl dayanılırdı?
Diğer koğuşlardan gelen inleme sesleri, gardiyanların demir parmaklıklara sürdüğü cop seslerine karışıyordu.
“Sus lan!” diyordu biri
“Tuz basarsan yaran çabuk iyileşir.” diyordu bir diğeri
Gözaltına alınışının altmış üçüncü günüydü. İşkencenin her türlüsü yapılmıştı. Kafasına, sırtına vurulan kalasların, makatına giren copun haddi hesabı yoktu. Gardiyanların canı sıkıldıkça dayak atıyordu. Cinsel organına bağlanan iplerin bıraktığı derin yaralara, makatındaki kanamaya, kaba yerlerindeki döküntülere yenileri ekleniyordu. Tuzlu su tek antibiyotikleriydi.
Kara Bela lakaplı gardiyan, sarı dişlerini göstererek amına koduğumun evlatları, ağzına sıçtıklarım, orospu çocukları, burnunuzdan getireceğim deyip girişiyordu. Her gün çırılçıplak edilip avluya çıkartılır, üzerlerine tazyikli su sıkılır, hadi tertemiz oldunuz diye süründüre süründüre uzun koridorlar boyunca koğuşlara götürülürlerdi.
Acıdan baygın düşerdi, kimi zaman altına yaptığının, üzerinde kuruyan kusmuğun farkına bile varmazdı. Nuri, gittikçe eksiliyor, küçülüyordu. Kafasına doluşan düşünceler onu yoruyordu.
Kaçmıştı. Okul çıkışı devriyelerce takip edildiğinde kafasına koymuştu kaçmayı. Anam “kaçma oğlum” diye kolumdan tuttuğunda dinlemeliydim onu. Yalansız, suçsuz insanlar niye kaçsın ki, demişti.
Bazı zamanlar, annesinin elini omuzunda hisseder, alıp avucunun içine “anacığım” diye koklardı. Sönük yıldızların hüznü var şimdi yüreğinde, her şeyden herkesten uzakta.
Günlerce düşündü. Yapacaktı. Bıyığını tutuşturdukları yerden devam edecekti. Havalandırmaya çıktığında yapabilirdi. Artık patlak gözlü gardiyanların tacizlerine boyun eğmeyecekti. Her gün etinde duyduğu elektrik akımının ağrılarına, soluğunu tutarak beklediği ayak seslerine, anahtar şangırtılarına son verecekti.
Zihin bulanıklığı, silikleşen duygular… Yürümekte zorlanıyor. İfadesiz, herkese aynı bakıyor. Bütün her şey birbirine karıştı. Elini yanındaki arkadaşına uzattı, “versene çakmağı” dedi. Göz göze geldiler. Sonra bir kuşun acı çığlığı duyuldu, boşluğu çizerek iniyordu aşağı. Şimdi avlu bir yangın yeri. Gök, toprak her şey mavi bir duman.
Salih oğlu Nuri, köyü Bucak, üzerinde sarı- lacivert forma, ayağında bez ayakkabılar.
Kayırılmamış, gözden çıkarılmış çocuklar gibiydi. Yüreğindeki acı, dağlanmış yerlerinden daha derinde. Belli belirsiz bir ışık, kesik kesik insan sesleri. Kaç mevsim geçti belli değil, kuşların çığlıkları hala kulaklarında. Uykuyla uyanıklık arasında geçen, birbirine benzeyen günler. Odanın rengi süt beyaz. İçeri sızan güneşi perdeleyen ağaçların hışırtısı duyuluyor. Silik bir ses, hadi iyi dinlendin diyor. Sigara. Canı sigara istiyor.
Fadime, tavukların yemini verip içeri girdiğinde, anasının ıslak gözlerini basma önlüğüne sildiğini gördü. Biliyordu, kolay kolay ağlamazdı. Yüzündeki çaresizliğin, acının günden güne yüzüne yerleşen çizgilerin farkındaydı. Güçlü kadındı, altı çocuk büyütmüş, koca, kaynana kahrı çekmiş yine de kimseye ezdirmemişti kendini. Evlat acısı boynunu büküyordu şimdi. Derin bir nefes alıp “Oğlummm,” dedi. “Ana” dedi Fadime. Kirke yine doğurmuş, dört enik gördüm ahıra taşıyordu. Gözleri buğulu gülümsedi. “Ne çok doğurdu bu sene.” Zilfi Bacı severdi kedileri. Onların belli belirsiz yakınlıkları, kendine has dünyaları, vakur duruşları pek hoşuna giderdi. Kızılımsı, siyah, sis rengi ne çok kedi büyümüştü bu avluda. Bazen sinirlenip terlik fırlattığı olurdu ama canlarına zarar gelsin istemezdi. Kış için hazırlanan tezekler, çalı-çırpı, yazdan kesilen odunlar, ahıra taşınan sap-saman; bunların hepsine eşlik ederdi kediler. Varlıkları bütün avluyu kaplardı.
Kahverengi toprak, kızıl buğday, ormandan gelen uğultular, ses, öfke, bekleyiş…
Ekmekler deste deste sıralanırken, tandırdan çıkan gri duman gökyüzünü sarmıştı. Dam bütün nemini salmış, toprağı ıslatmıştı. Ezici bir yorgunluk vardı, her şey önemini yitiriyordu. Aklında hep çocukları, umutları, yüzlerindeki gülümseme.
Uğralanmış yüzünü elinin tersiyle sildi, ağaran saçlarının tutamlarını tülbentinin içine yerleştirdi. Nuri dendi mi akan sular dururdu, ayrı titrerdi onun üstüne. Buğday tenli oğlum, akıllı oğlum, kaymakam oğlum diye severdi. Cesaretiyle, yiğitliğiyle övünürdü. “Okuyacak büyük adam olacak.” derdi.
Uzandığı yerde, havada kaldı eli. Seslenmek istedi, sesi çıkmadı. Acı her yerinden çekiştiriyordu. Bilirim hissettirmez, dişini etine geçirir yine sesi çıkmaz. Acının uzağındaymış, dert değilmiş gibi davranır. Yeter ki sevdikleri üzülmesin.
“Onlar da cehennemde yanacak” dedi. Etleri yanacak, kızgın demirle dağlanır gibi acı çekecekler. Ayıp olan bu değil, ayıp olan onların yaptıkları.
“Anacığım dinlen biraz çok yoruldun” dedi Fadime. Düşünmek kadar yormuyordu oysa hiçbir şey. Hain mi bu çocuk? Birini mi öldürdü? Birinin ırzına mı geçti ha? Söylesene. Hak mı bunca acı? Öfkeyle yerinden fırlayıp avluya çıktı. Başını kaldırdı. Mavi-beyaz bulut kümeleri şekiller çiziyordu gökyüzüne. Bir kedinin miyavlama sesi çalındı kulağına. Biraz duruldu. Çöktü dizlerinin üstüne. Kızıl bir kedi eteğine dolandı, sırnaştı. Şimdi daha rahat nefes alıyordu. Uzandı. Kımıl kımıl parlak tüylerin üzerinde elini gezdirdi.
Keskin bir rüzgâr, macunları aşınmış pencereden fısıltıyla içeri girip, hastane odasının penceresinden dışarıyı izleyen Nuri’nin ellerine değiyor. Ellerine bakıyor Nuri, sonra vücuduna. Zaman ağır ve sessiz ilerliyor. İnandığı, bildiği her şey boşluğa dönüşüyor; bilmemek, düşünmemek, yaşamamak istiyor, toprağa gömülen kitapların yerinde olmak…
O mavi türkülere eşlik ettiği umutlu günler geride kalmıştı. Kışın kentlere dağılan köylerin ıssızlığı vardı yüreğinde. Henüz ayağını serin sulara değdirmemişti. Ölümün kıyısına çarpıp çarpıp dönüyordu.
Deniz analar gibi, sevdiğini, döl yatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurmamak üzere. *
*Bilge Karasu