Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
Umutsuz bir bekleyiş… Varlıktan yokluğa düşmüş onca insan… Kiminin hâlihazırda arsası varsa bile yeni bir ev yapacak parası yok.
“İstimlâk edecekler, TOKİ dikecekler evlerimizin yerine,” diyorlar, “Hafif hasarlı binalara ağır hasarlı raporu verildiği oluyor kimi zaman bu nedenle.”
Kentin siluetini bozacaklar yani. Kentin göğsüne kılıç gibi saplayacaklar o yüksek binaları. Hatay’ı Hatay yapan o özgün mimariyi “yeninin çiğliğine, açgözlülük eseri dikey yapılaşmaya kurban edecekler.
İnsanlar söylenenin aksine, hâlâ çadırlarda. Konteynır bekleyen aileler var hâlâ. Narenciye bahçeleri, zeytinlikler en çok sığınılan yer.
“Eskiden hafta sonları pikniğe, mangal yakmaya gelirdik buraya. Şimdi evimiz haline geldi. Deprem gecesi, bahçedeki kulübe inşallah yıkılmamıştır, diye düşündük.”
Deprem gecesi… Kimse hatırlamak istemiyor o korkunç geceyi. Yağmurlu, soğuk bir Şubat gecesi… “Bilinenin, alışılmışın dışında” gerçekleşen bir deprem. Birbirini tanımayan kim varsa, ağız birliği etmişçesine aynı söylemde birleşiyor: “Bu, herhangi bir deprem değil. Birileri fay hattını harekete geçirecek bir şey yaptı.”
Sebep? “Seçim öncesi gündem değiştirmek için.”
Deprem uzmanlarını oldukça şaşırtacak, “Olur mu öyle şey?” dedirtecek bu yaklaşım, ciddi üzüntü sebebi değil mi sizce de? Bir toplum düşünün ki siyasete, siyasetçiye zerre güveni kalmasın ve böylesine dayanağı olmayan bir düşünce geliştirsin.
“Şu dakika oldu, Hatay hâlâ afet bölgesi ilan edilmedi. Bunca sıkıntının arasında su, elektrik parası ödüyoruz. Yeni bir yaşam için attığımız her adımda yasalar çıkıyor karşımıza. İşi yokuşa süren, bizi bir yerden bir yere koşturtan dünya kadar gereklilik. Kurumların birbirinden haberi yok. Birinin ‘olur’ dediğine diğeri itiraz ediyor.”
Bu yakınmanın ne anlama geldiğini bilmek için, göze alabiliyorsanız, Hatay’da yaşamalısınız bir süre. Onlarla aynı mağduriyetin ortağı olmalı, aynı havayı solumalısınız.
Benzetmenin ötesinde, gerçek havayı solumaya kalktığınızda durum tehlikeli boyutlarda. Ortalık toz içinde. Her yerin, her şeyin üzeri tozla kaplı. “Bu iyi günlerimiz. Göz gözü görmeyen, soluk almakta zorlandığımız günler yaşadık.”
Ölümü görüp sıtmaya razı olmak bu. Yoksa durumun normalleştirilecek bir tarafı yok.
“Bizi bu ağaçlar koruyor asbestten.”
Mandalina ağaçlarının altındayız o anda. Tozu bir ölçüde tutan ağaçların asbestti de engelleyeceğini düşünüyorlar. Sanırım bu iyimserlik de tıp bilim insanlarını şaşırtacaktır.
Hatay’da kötümserlik ile iyimserlik yan yana, iç içe, anlayacağınız.
“Altı gün boyunca enkazdan yükselen yardım çığlıklarını dinledik. Kimse gelmedi. Kimse yoktu.” diyorlar. Aniden çıkıyor ağızlarından bu söz. Konuştuğumuz ne varsa tümünün bağlamından kopuk. Öyle, birdenbire. Sekiz ay öncesinden değil, birkaç hafta öncesinden söz eder gibi.
Yeni bir salgın hastalıktan, yıkıntıların altında hâlâ ceset olduğundan, o cesetlerin artık hastalık yaydığından söz ediyorlar. Yüksek ateş, mide bulantısı, ishalle kendini gösteren bir hastalık… Sebep cesetler değilse de ceset haline getirilen bir kent kuşkusuz. İçme suyu sıkıntısı, tuvalet sıkıntısı devam ediyor hâlâ. İnsanların deprem korkusu onları çadırlarda yaşamaya mecbur ediyor. Evi az hasarlı olanlar da geceyi çadırlarda geçiriyor. Bu anlamda yalnızca evi yıkılanlar değil çadıra gereksinim duyan.
“Doktor yok, ilaç yok. Ciddi bir sağlık sorunu yaşasak ameliyat olacak hastane yok. Kaderimizle baş başa bıraktılar bizi. Elimize birer otobüs, uçak bileti tutuşturup ‘gidin buradan’ dediler. Mezhepçilik sonra… Hatay’ın Arap Alevileri bile isteye ayrımcılığa uğruyor. Yardımların dağılımına bakın. Bunu biz yaşıyoruz. Uzaktakilerin haberi yok.”
Uzun uzun anlatıyorlar. Mustafa Kemal’in Hatay’ının gözden çıkarıldığının altını çiziyorlar. Reyhanlı’nın adı konmadık Suriye olduğuna, Hatay’ın böyle böyle kaybedileceğine dikkat çekiyorlar.
“Seçim sonrası yapılan, hakarete varan yorumlar çok üzdü bizi. Bilmiyorlar ki 1 milyondan fazla Suriyeli var Hatay’da. Aralarında muhtar seçilenler oldu. Oy kullanıyorlar artık. Seçilebiliyorlar. Hatay’da doğan 260 bebeğin 240’ı Suriyeli.”
TOKİ meselesiyle ilgili bir kaygıları da bu. Bugüne kadar aralarına almadıkları, Hatay’a gittikçe kök salan Suriyelilerle birlikte yaşama olasılıkları.
“TOKİ evlerinde bizi karışık yerleştirecekler. Suriyelilere sonuna kadar ev vermedik biz. Uzağımızda tuttuk onları. Burada olmalarında iyi niyet görmüyoruz çünkü. Kaldıkları kamplara da terör kampı, diyoruz zaten. Yarın başımıza hangi işi açacakları belli değil.”
Fırsatçılıktan yakınıyorlar. İnşaat malzemelerinin başka kentlerle kıyaslandığında kendilerine çok daha pahalıya sayıldığını, aynı durumun işçilik fiyatları için de geçerli olduğunu söylüyorlar.
Bir fırsatçılık türüne daha dikkat çekiyorlar sonra. Yıkım fırsatçılığı… Kent merkezindeki hasarlı binaları yıkmanın –kendilerine kalacak demir miktarı düşünüldüğünde- müteahhitler için daha kazançlı olduğunu, köy evlerinin bu konuda cazip bir tarafı olmadığını, sırf bu nedenle, sekiz aydır uğranılmayan, görmezden gelinen köyler olduğunu söylüyorlar. Ne acı!
Sözün özü, hiçbir şey uzaktan göründüğü, gösterilmeye çalışıldığı gibi değil Hatay’da. Her şey bir o kadar eksik, bir o kadar kırık dökük. En çok da umutlar. Buna rağmen “Gitmedik, buradayız,” diyor Hataylılar, “Gidenler de mutlaka en kısa zamanda geri dönecek.”
Umarız, öyle olur. Umarız, kadim bir kent, kadim bir kültür ucuz siyasetin kurbanı olmaz.