Prof. Dr. Apollinaria Avrutina
St. Petersburg Devlet Üniversitesi, Şarkiyat Fakültesi
Prof. Dr. Apollinaria Avrutina
St. Petersburg Devlet Üniversitesi, Şarkiyat Fakültesi
Üçüncü binyılın başında, 2001 yılında, Kıbrıs’ta şiirin son imparatoru, aralarında Albert Einstein adına verilen barış ödülünün ve Birleşmiş Milletler barış ödülünün de yer aldığı elli uluslararası ödül sahibi olan, yeryüzünün en çok çevrilen şairlerinden biri olan, ama ne yazık ki Rusya’da hemen hiç bilinmeyen şair Osman Türkay vefat etti.
Osman Türkay’ın eserlerinin, 1998 yılında yayınlanan derlemesinde yer alan şiirlerin çevirmeni Ravil Buharayev’di (1951-2012). Buharayev efsanevi bir Tatar şairiydi, BBC gazetecisiydi, birçok dile hâkim bir edebiyat çevirmeni ve SSCB Yazarlar Birliği üyesiydi; Osman Türkay’ı şahsen tanıyordu ve onun eserlerinin Rusya’da tanınması için çok çaba harcamıştı. İki şairin kaderi Londra’da buluşmuştu, hatta Ravil Buharayev 2012 yılında orada vefat etti. Ama büyük bir Türk şair ve düşünürünü Rusçaya bir başka büyük Türk şair ve düşünürünün çevirmiş olması çok şey anlatıyor.
Ravil Buharayev, Kazan’da 1951 yılında, ünlü fizikçi, Kazan Üniversitesi profesörü Rais Buharayev’in oğlu olarak doğdu. Kazan Üniversitesi mekanik-matematik fakültesini bitirdi. Erken bir yaşta, 1969 yılında yayın hayatı başladı ve 1977 yılında SSCB Yazarlar Birliği’ne kabul edildi. O zamanlar bu birliğe kabul edilmek yayınevlerinin kapısını çalabilmek, düzgün gelir sağlayan herhangi bir gazetede çalışmak için gerekliydi, ayrıca devlet yazarlara barınacak yer de veriyordu. Ravil Buharayev Rusça, Tatarca ve İngilizce yazdı; Türkçeyi de mükemmel biliyordu. Moskova ve Londra’da yayınlanan on beş şiir derlemesine imza attı. Ayrıca İslam, tarih ve Tataristan’ın politik yapısı hakkında ondan fazla felsefi-gazetecilik kitabına, iki dramatik piyese imza atmış ve Tatar şiiri üzerine önemli tarihsel antolojiler hazırlamıştır. Bu antolojilerin en önemlisi, 1998 yılında Londra’da yayınlanan Azan. Volga Bölgesi Tatarlarının İslam Şiiri adlı Tatar şiiri antolojisidir.
Ravil Baharayev’in çeviri önsözünde yazdığına göre, Osman Türkay’la Londra’daki Heathrow adlı havaalanında, tesadüfen, Cambridge’deki bir konferansa gelmiş Tatar yazarları karşılarken tanışmışlar.
Daha sonra Buharayev’in de belirttiği gibi, Türk kozmos şairiyle onun ilk Rusça çevirmeninin cam, beton ve plastikten yapılmış bir uluslararası havaalanında karşılaşması çok etkileyici bir şey.
Osman Türkay hakkında Ravil Buharayev şöyle yazıyor:
“Osman Türkay’ın şiirleri Rusçaya altmışlı yıllarda çevrilmiş olsaydı, onun yirminci yüzyıl şairleri panteonu arasında Nâzım Hikmet kadar önemli bir yeri olacaktı. Ama bu Türk dehası, Nâzım Hikmet, solcu ve komünistti, bu politik sürgüne Sovyet edebiyatının kapıları açıldı. Osman Türkay da sürgündü, fakat onun sürgün olduğu yıllarda politik sebeplerle sürgün olmak ülkede moda değildi, Osman Türkay’sa hayatı boyunca böyle bir sürgün yaşadı. Kıbrıs’ta Yunanlarla Türklerin kanlı çarpışmalarından sonra Londra’ya göç etti, orada otuz beş yıl dünya vatandaşı olarak yaşadı, büyük şiir, deneme ve çeviri kitaplarını yayınladı. Gençken, bana anlattığına göre, Hikmet’in şöhretini biraz kıskanmıştı – fakat bu şair kıskançlığı onun çağdaşının büyüklüğü hakkında makale ve denemeler yazmasına engel olmamıştı. Hikmet’in komünist fikirlerine yaşla birlikte ilerleyen bir hastalık diye bakıyordu: “Yirmi yaşında sosyalist olmayanın kalbi yoktur; kırk yaşında hâlâ sosyalist olanın aklı yoktur.” Ama burada da bir fark vardı – şiirsel prozodi. Türkay’ın Hikmet’e duyduğu kıskançlık Hikmet’in çok fazla çevrildiği Türk halkları arasındaki şöhreti yüzündendi. Türkay’ın dramı onun şiirinin onu Türk dillerine çevirmenin bugün için bile güç olmasına yol açacak kadar yeni olmasıydı: şiire dair çağdaş fikirlerin çok ötesine geçiyor – (meta)metafor, bakış açısı enginliği ve dünya görüşü açısından da Türk şiirinin çok ötesindedir. Onun şiirlerini beğeniyorlar, ama onu eski SSCB’nin Türk dillerine çevirme girişimleri bu vakte dek sonuçsuz kaldı: o dillerde bu şiirin bütün üstünlüğünü yeniden yaratmaya yeterli tasvirsel ve görsel araç yok ne yazık ki. Tatar şiirinde buna Hadi Taktaş’ın ve Hasan Tufan’ın kalbi ve dehası yetebilirdi – ama ikisinin de çok erkenden “kanatlarını kırdılar,” bu da onlardan sonraki şairlerde kötü bir izlenim bıraktı. Ama konu sadece şu ya da bu dilin olanaklarında değil. Asıl konu, dilin nereden ve nasıl geliştiği ve şiirin bu dili ne kadar benimsediği. Türkay sadece eski Yunan ve Mısır mitlerini tanıdığı ve bildiği için kozmos şairi olmamıştı, onun şiirinin dokusuna atalarının, Göktürklerin göksel, yıldızlı kökeni hakkındaki mit yerleşmiş olduğu için, Türkçe onun için hep gök dili olarak kaldığı için kozmos şairi olmuştu.”
Ravil Buharayev Osman Türkay’ın hayatının Londra’da, İngilizce ve Türkçe şiirler yazarak geçen son on yılının yakından tanıdığı oldu. Osman Türkay’ın hayatının son yıllarına ait hatıraların büyük kısmı, sanatsal dostluğun, ruhsal diyaloğun bir anda geliştiği bir dönem Buharayev’in kaleminden çıkmıştır. Bu tebliğin hazırlanma sürecinde de Osman Türkay hakkında bir miktar malzemenin de, Ravil’in dul eşinde bulunduğunu saptadık. Kendisi ünlü Rus şairesi Lidya Grigoryeva’dır, Rusya Yazarlar Birliği ve Uluslararası Pen üyesidir, şiirleri on iki den fazla dile çevrilmiştir ve bugün Londra’da yaşamaktadır.
“Bu önemli şairle tanışıklığım Soho’daki bir evde gelişti,” diye yazıyor Ravil Buharayev ilk ve tek Türkay’ın Rusça çevirisinin önsözünde, “şaire elli yıl önce, Britanya’daki en eski göçmen örgütü olan Kıbrıslı Türkler Birliği’nin satın aldığı çatı katındaki küçük çalışma odasında. Bu küçük inziva odasının kapısı çatıya açılırdı, oradan eskiden Londra’nın ressam, müzisyen, şair ve sinemacılarının yaşadığı bu bohem bölgesi görünürdü…”
Daha gençken Osman Türkay modernist bir şair olarak, kendi yeni evrensel şiirini, antik çağın deruni geleneklerini ve çağdaş Türk şiirini temele alarak yaratılmış olan şiirini keşfederek büyük şöhret kazanmıştı. Yapıtında Doğu ve Batı’nın mitolojisi, şiirsel imgeleri ve gelenekleri birleşir ve Türkay iki dilli bir şair olur: Türkçe yarattığı her şeyi, tekrar İngilizceye taşır, ya da tam tersini yapar.
Onun bütün kitaplarını, ödüllerini ve unvanlarını listelemek çok zor. Çok sayıda dünyaca prestijli akademi ve derneklerin üyesi ve fahri başkanı oldu. Türkay üç kez Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterildi ve hayatı sanki gerçekten edebi mistifikasyon sergiliyormuş gibi, 1994 yılında Hindistan’daki Barış Tapınağı tarafından “şiirin imparatoru” ilan edildi.
On beşten fazla şiir kitabı ve bazı şiirsel deneme kitapları vardır. Çevirmen olarak da ünlüdür – Mayakovski, TS Eliot, Garcia Lorca, Pablo Neruda, Ezra Pound, Dylan Thomas ve diğer önde gelen dünya şairlerinin çevirilerini yapmıştır. Kendi şiirleri de dünyanın kırk ülkesinde otuz beş dile çevrilmiştir.
Osman Türkay en çok çevrilen çağdaş Türk şairi olduğu halde, Rusça ilk şiir kitabının 1998 yılında çıkması paradoksaldı. “Osman Türkay’ı Rusçaya çeviren ilk kişi olduğum için, büyük bir onur duyuyorum ve bunu en büyük edebi başarılarımdan biri sayıyorum,” diye yazıyordu Ravil Buharayev.
Osman Türkay Londra’da ikbal arayışına girmeyip her gün sabah erkenden inziva odasına gitti, orada kendisinin tasarladığı Cyprus Turkish Association Publications dergisini yayına hazırladı. Kendi şiir, deneme, tiyatro oyunları ve şiir çevirileri üzerinde de Finchley’deki kendi kiralık evinde ve hep geceleri çalışırdı. Kibre kapılmadan yerel ve evrensel edebi gelişmeleri takip ederdi – mesela, Ted Hughes’un tasarladığı ve o günden beri Daniel Weissbort’un yayınladığı Modern Poetry in Translation dergisinin özel Türkçe sayısını 1972 yılında o hazırladı. 1989 yılında Londra’da Symphonies For The World adlı büyük kitabı çıktı; bu kitapta daha önce Türkiye ve Hindistan’dan Arjantin ve Avusturalya’ya kadar dünyanın her yerinde yayınlanmış klasik kısa ve uzun şiirleri yer alıyordu.
1993 yılında Osman Türkay kendi makale ve deneme derlemesini yayınladı; Aristoteles ve Goethe’nin poetikasından (şiirlerini çevirdiği) Mayakovski’nin poetikasına dek birçok alanda onun ilgi ve tutkularının zenginliğini gösteriyordu bu derleme. Kendi şiirleriyle Rusçada ilk kez 1996 yılında, İnastrannaya Literatura dergisinin ilk sayısında yer aldı. Hayatının son yıllarında, Türkay’ın şiirine ABD’de büyük bir ilgi gösterilmeye başlandı: Orada peş peşe iki kitabı çıktı; Oaming About Universe, 1996 ve Cosmorama, 1999, 1997 yılında Amerikan biyografi enstitüsü onu Yılın Kişisi seçti.
Ravil Buharayev’in hatıralarını Türkay üzerine yazdığı ‘Son İmparator’ adlı makaleden okumaya devam edelim:
“Ben sadece şair olmaya doğdum demişti biri. Böyle bir hissin dünyevi sonuçları oluyor: Osman Türkay her zaman aynı kişi olarak kaldı ve onda somut bir güzel kadına duyulan aşkın dünya ötesi senfonilerini aramak boşunadır. Hayatında iki kez ‘dünyevi’ evlilik yapmadı – öylesine evlenmiyordu. Onun sevgisi görünen ve görünmeyen bütün dünyaya yönelmişti.
Son görüşmemizi Osman Türkay’la Alexander House denen bir binanın boş bir odasında – Londra’daki West End’in en ucunda yaptık. Durumu kötüye gidince Finchley’deki ev sahibi onu yirmi yıl oturup geceleri çalıştığı evden çıkartmıştı. O da hayatının sonunda devletin tahsis ettiği bir yere yerleşti, oraya hayatının bütün servetini götürdü: elbise dolu bir bavul ve kendi kitapları. Orada, birdenbire yaşlanmış, ak saçlı bir halde yatağın kenarına oturmuş ve tiyatro oyunları kitabını karıştırıyordu… (Bana neden evlenmedin diye soruyorlar,’ dedi birdenbire, ‘ama ben şiirle evlendim, bende başka şeye ayıracak his kalmamıştı.’
Yalnızlık onun hayatının son günlerine dek Britanyalılara has zarafetini sürdürmesine engel olmadı – onu hep düzgün takım elbiseler içinde hatırlıyorum: Uluslararası Şiir Kongresi’nin yapıldığı, Tayvan’daki beş yıldızlı Asia Plaza otelinin lobisinde, ya da Alexandre House dar koridorunda, titrek titrek yürüyen yaşlı İngilizlerin arasında hep böyle gördüm.
Ve işte bir gün, Moskova seyahatinden dönerken, Osman Türkay’ın çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği Girne şehrine, vatanı Kıbrıs’a davet edildiğini öğrendim. Vatanında üçüncü bin yılı bekledikten sonra hep yaşadığı gibi sessiz ve sakin bir şekilde öldü ve onu deniz üzerinde güneşin parıl parıl yükseldiğini görmenin mümkün olduğu bir dağ yamacına gömdüler.
Vefat haberini karlar altındaki Kazan şehrinde aldım, oraya Osman Türkay’ı götürmeyi çok istemiş, ama yapamamıştım. Bana, onun Rusçaya ilk ve tek çevirmeni olan bana onun hakkında yazmak da yetiyor, ama onun gidişiyle ortaya çıkan boşluğu tarif edecek kelimeler bulamıyorum.
Osman Türkay yaşadığı gibi öldü – kendi yolundan başka kimseye ait olmadan. Batılı şairler onun Doğulu köklerini takip edemediler ve onda Batı uygarlığının aşırılıklarının yarattığı yönleri hoş görmediler – çünkü bu aşırılıklar sadece onların hakkıydı, başkalarının değil. Doğu şairleri de Türkay’da onun Batı kültürüne yakın olmasını yadırgadılar, onun payına en tatsız iş düşmüştü – Doğuyla Batı arasında köprü olmak: Böyle olunca iki tarafa da yaranamadı.
Sanki birdenbire dünyadan yorulmuş gibi, imparatorlara has bir havayla öldü ve arkasında hiçbir maddi miras bırakmadı, üzerine bir hatıra levhası asılabilecek bir ev bırakmadı. Eşsiz gerçekliğini bizim, onun geç çağdaşlarının ve arkasından gelenlerin keşfetmek zorunda olduğu gizemli bir şiirsel dünya bıraktı sadece.
Kısa bir süre önce Osman Türkay’ın Londra’daki inziva mekanına gittim – ama orada onu hatırlatacak bir şey, burada XX. yüzyılın bu enfes şairinin on yıllarca çalıştığını gösterecek hiçbir şey yoktu. Ondan sadece kitaplar kaldı – onun sadece var olmakla kalmayıp üstelik bizim var olduğumuzun tanığı olmaya devam ettiğini gösteren kanıtlar kaldı.
Osman Türkay şairdi, yirminci yüzyılın, sözgelimi Pablo Neruda ya da Nâzım Hikmet gibi sıra dışı yeteneklerinden biriydi. Ama başka birçok şairden farklı olarak her tür politikadan uzaktı, hatta edebi politikadan bile. Ama okurların dünyası böyle bir şeyi hoş görmez. Bütün büyük insanlar gibi anlaşılmadan öldü, fakat anlaşılmamaya tam bir imparator gibi yanıt verdi, yani kendi kendisi olmaktan vazgeçmedi.”
Edebiyat: