Paçalı
Öykü

Paçalı

İlay Bilgili

Yılmaz, Habip iki yaz önce kanalda boğulduğundan beri bir daha hiç suya girmemişti. Kenardaki ağacın altına çökmüş cigara sarıyordu. Özgür ve Hüseyin çoktan suya atmışlardı kendilerini. Necati, gömleğini ve rengi güneşe teslim olmuş eski şortunu bedeninden sıyırmaya uğraşıyordu hâlâ.

 

“Hadi be Neco,” diye bağırdı Hüseyin.

 

Ağustos’un ortasında, Adana taşı çatlatırcasına yanıyordu yine. Yılmaz’ın alnında biriken boncuk boncuk ter, yüzünü yalayarak akıyordu. Koluyla alnını sildi Yılmaz. Yetmedi tişörtünü kavradı, başını eğdi, yüzünü iyice temizledi. O da yetmedi, cigarayı dökülmesin diye taşa bırakıp tişörtü sıyırdı bedeninden. Sol göğsünün altındaki H dövmesi göründü. Habip’in H’si.  Sağ koltuk altından başlayıp göğsüne yürüyen faça izleri neredeyse kasıklarına kadar uzanıyordu. Cigarayı yeniden avucuna yerleştirdi. Dört parmağını bir edip başparmağıyla hizaladı tütünü. Zıvanayı ustalıkla sıkıştırıp, çevirirken sıkılaştırdı otu. Başını eğdi, çarşafı yalayıp yapıştırdı. Cigarayı dişleriyle yakaladı, yaktı. Sıcağın kucağında lezzetlenmiş otu ciğerlerine çekip dumanı biraz içinde tuttuktan sonra ağır ağır verdi dumanı. Telefonundan Müslüm’ün Hasret Rüzgârları’nı aradı, buldu.

 

“Çok sıcak lan,” dedi.

Necati çoktan serinlikle kavuşmuştu.

 

“Oğlum, sen de gir lan, gebereceksin sıcaktan,” dedi Necati. Yılmaz, oralı olmadı. Sıska, eğreti vücudu, beline yapışmış gibi duran karnı, Çukurova’nın başka bir şeye benzemeyen lanet gibi, lütuf gibi güneşinde kapkara olmuş teniyle Yılmaz, çocuk suratına feleğin çemberinden geçmiş bir adamınkini andıran ifadeyi yerleştirdi.

 

“O Malatya paçalısını alacağım oğlum ben. Bak, kardeş, iyi eğitildiğinde altmış, yetmiş kilometre atımı var hayvanın. Allah vermeye atmaca falan kapmazsa tabii.”

 

Cigaradan sert bir nefes daha aldı, ağırlaşmış göz kapaklarının altındaki parlak gözleriyle uzaklara bakıyordu.

“Kaparsa onu da Allah bilir kardeş. Kuş bu hem, insan mı? Canımız sağ olsun, der geçeriz.”

 

Kanalın buz gibi suyu var gücüyle akıyordu. Sudakilerin tadı çoktan kaçmıştı. İlk önce Hüseyin çıktı sudan, diğerlerine el verdi. Habip’in güvercinlerini Yılmaz almıştı cenazeden sonra. Yan sokaktaki evlerinin damına önce güzel bir kümes yaptırmıştı, ardından da özenle taşımıştı hayvanları. Kuşlar, Yılmaz’a yabancı olmasalar da uzunca bir süre Habip’i aramışlardı. Habip’in kuşlarına ne kadar düşkün olduğunu bilmeyen yoktu. Bir keresinde istediği öncüyü alabilmek için tüm sene portakal bahçesinde ırgatlık yapmıştı. Narenciye para etmemişti o sene, çiftçi portakalları sokaklara dökmüştü. Çiftçinin harcadığı bahçenin getirdiğini katbekat geçmişti. Toprak bereketliydi bereketli olmasına ya, kotalar, vergiler, zamlar derken turuncu elmas ağaçların başında, diplerinde çürüyüp gitmişti. Parasını tam vermemişlerdi Habip’in. Yine de inşaatta amelelik, tavukçuda garsonluk derken almıştı hayalindeki kuşu.

 

Yılmaz, damdaki paslı güneş enerjisinin yanına çökmüş cigarayı harmanlarken Habip’in heyecanını izlemişti o vakit. Hayvanı karton kutudan çıkarmış, bacaklarını bir ettiği Kara Mavili’nin kanatlarını nasırlı, keçeleşmiş parmaklarıyla sevmişti uzun uzun.

 

“Lan Yılmaz,” diye seslenmişti övünçle. “Kardeş, gökyüzüne ilk kez fırlattığında yeni kuşu, korkarsın ya böyle, hani geri gelmezse diye…”

 

Gülümsemişti Yılmaz. Sırasını savıp, otu Habip’e uzattı. Habip, sol eline verdi kuşu, sağ eliyle cigarayı kökledi. Hayvanı var gücüyle fırlattı gökyüzüne. Güvercinden kurtulan birkaç tüy süzüldü havada. Kuş, kanatlarını pat pat vurarak havalandı, yükseldi iyice.

 

Habip, keyiflendi.

“Allah’ına kurban lan senin,” diye seslendi kuşun ardından.

Yılmaz’a döndü.

 

“Başladım para biriktirmeye kardeşim, bir de Malatya Paçalısı alırsam gözüm arkada kalmaz artık,” dedi, pike atan güvercini izlemeye koyuldu.

 

Sonra yaz geldi. Sonra Habip, gökyüzüne ilk kez fırlatılan yeni bir güvercin gibi gitti ve bir daha dönmedi.

 

Diğerleri ilk cigaranın sonunu çevirirken Yılmaz, çoktan ikinciyi sarmaya başlamıştı bile. Müslüm, madem unutacaktın, beni neden yarattın diye bağırıyordu şarkıda…

“Nasıl alacaksın oğlum kaç bin liralık güvercini,” dedi Hüseyin. İçleri simsiyah olmuş tırnaklarına sıkıştırdığı ot bitmiş, sönmek üzereydi.

 

“Ayarladım ben onu,” dedi Yılmaz. “Arap Yusuf’la da görüştüm dün. On iki binmiş ederi. Yarın sabah getirecek kuşu eve. Habip’in dediğinden oğlum bu, uzak atım güvercini. Her hafta evden az az uzaklaşıp atıyorsun, yine de buluyor evi. Misal buradan attın ta Feke’ye gidip dönüyor hayvan.”

 

Diğerleri dikkatlice dinliyordu Yılmaz’ı.

“Nasıl ayarladın oğlum sen o kadar parayı hem? Söylesene lan,” diye bağırdı Özgür.

 

“Bir şey desenize lan siz de, sikerim böyle işi,” deyip ayağa kalktı. Hüseyin, derin bir nefes çekti. “Seni de mi kaybedelim lan,” dedi Yılmaz’a dönüp. “On iki bin az para değil, nereden buldun o kadar parayı?” Yılmaz, kuvvetli akan suya hınçla bakıyordu. Hava ölgün, gün yanıktı. Ağaçta dal, dalda yaprak kıpırdamıyordu.

 

“Gidiyorum ben,” dedi, Özgür. “Akşama düğün var mahallede, yardıma bekliyorlar, hadi eyvallah.” Üzerine küçülmüş, rengi solmuş Demir Spor formasını buldu kıyafet dağının arasından, arkasına bakmadan yürüdü. Ardından birer birer eksildi kıyafetler. Bir Yılmaz kalmıştı suyun kenarında. Cigara bitmiş, gün yitmişti. Elini telefonuna atıp, Arap Yusuf’u aradı tekrar.

 

“Tamam abim, sabah geldiğinde bir çayımı iç abim. Tabii, abim, her şey hazır abim. Kimse bilmez abim, çok bilinmez, ben bilirim atımı iyidir o hayvanların. Takla da atar. İyi eğitmek lazım abim, emek verdin mi, tamam abim, var mı bir emrin?”

 

Kanalın kenarından yürürken turunç ağaçlarının arasından batan güneşin büyüklüğü, rengi, sıcaklığı içini acıttı Yılmaz’ın. Güneşi hep dev bir portakala benzetirdi küçüklüğünden beri. Sonra durdu, yerdeki taşa vurdu öfkeyle.

 

“Başka meyve mi gördük hayatımızda amına koyayım,” dedi.

 

Güvercinleri yemlemek, uçurmak için sabahın altısında kalkmıştı yine. Damdaki eprimiş, yağlanmış koltuğa oturmuş öncüleri, arkacıları izliyordu. Kuşa güvenilmezdi. Hayvandı en nihayetinde. Seni yarı yolda bırakabilirdi. Kanadı var oğlum hayvanın. Yine de güvercinler hep dönerlerdi. Hatta bazen kızardı içten içe kuşlara Yılmaz. Tamam, az bir makas vururdu kanadına hayvanın ilk geldiğinde vurmasına da… Uçsana, uçup gitsene, koca gökyüzü senin… Nedendi bu dönüş, anlayamazdı. Koca mavi bırakılıp paslı, boklu kafese dönülür müydü? Minnetti belki, diye düşünürdü. Yemek, su, yarenlik, dostluk bazen… Çiftine de gelirdi kuş. Habip, gelmemişti ama. Bir vefasız gibi gitmiş, bir piç gibi bırakmıştı Yılmaz’ı arkasında. Habip, kuşlarını çok severdi, Habip kuşlarına çok emek verirdi. Ya kendisi emek vermemiş miydi Habip’e? Kimseler anlamadığında bir Yılmaz anlamış mıydı onu? O çok sevdiği kız Habip’i bir günde bırakıp gittiğinde, ilk rakılarını beraber içmemişler miydi? Defalarca aynı yatakta uyumamışlar mıydı, okuldan beraber kaçtıklarında babası Habip’i dövmesin diye suçu kendi üstüne almamış mıydı? Böyle bırakıp gitmek var mıydı dostluğun kitabında?

 

Yılmaz, birbirinden kıymetli tam on sekiz güvercin emanet almıştı Habip’ten. İşte kafesin kapıları açık sabah uçuşlarını yapıyordu hepsi. Kimisi eşiyle dans ediyor, kimisi kümesin üzerinde daireler çizerek kanatlarını açıyordu. Kimisi belki para etmesine etmezdi ama öyle öncü de bulunmazdı. Bir komutan gibi tüm kümesi eğitir, icabında sürüye başka kuş katardı bunlar. Hem bunlar gibi parlak çekeni de yoktu buralarda.  Dünyayı verseler kimseye satmazdı öyle kuşları Habip. Hepsi özel kuşlardı özel olmasına ya aralarında bir paçalı yoktu. Arap Yusuf’un parlak jantlı Doğan’ı sokağın başından göründüğünde bir sigara daha yaktı Yılmaz. Ucundaki siyah poşeti püskül ettiği uzun kamışı eline alıp sallamaya başladı. Püsküller salladıkça kuşlar bir araya gelmeye başlamışlardı. Her defasında ama her defasında döner dolaşır girerlerdi bu kümese.

 

Önce birinin elinde küçük, eski bir kafes olan iki adam indi arabadan. Arap Yusuf’un kapısını açtı diğeri. Kırışan pantolonunu düzeltti önce adam, sonra apış arasına attı elini. Dizlerini kırdı, doğruldu. Evin kapısına yönelip gözden kayboldular. Yılmaz, aşağıya koşup açtı kapıyı.

 

“Hoş gelmişsin abim. Hoş gelmişsiniz kardeş.”

Hep beraber ağır adımlarla çıktılar merdivenleri. Arap Yusuf, dama ayak basar basmaz kümese yöneldi. Eğildi, paslı tellerden güvercinlere baktı uzun uzun.

“Habip’in öncüleri, arkacıları gibi yoktur piyasada Yılmaz kardeş. Başımız sağ olsun tekrar,” dedi. Cebinden çıkardığı Marlboro’dan bir dal Yılmaz’a uzattı.

“Bu paçalı da çok kıymetlidir yalnız. İyi ilgilenirsen çok para kazandırır sana. Daha atıma başlamadı bu, tam zamanı. Az bir makas vur kanatlarına hemen, sonra kısa vakitte öğrenir her bir şeyi.”

“Sağ ol Yusuf abim, bilmem mi? Ben en kralından ilgilenirim sen merak etme abim.”

Güvercinlerin uğultulu sesi sabah aydınlığına karışırken paçalı ürkek gözlerle kafesten etrafı izliyordu. Titreyen boynunun kenarları inci beyazıydı hayvanın. Paçaları afili, gagası parlaktı.

“Biz kaçalım Yılmaz kardeşim,” dedi Arap Yusuf. Yere attığı izmariti rugan ayakkabısının önüyle ezdi.

“Saffet, Reco arayın Kemal’i, getirsin pikabı. On sekiz tane deyin, ona göre ayarlasın kafesleri.”

Yılmaz, boyasız evlerin üzerinden büyüyen ve dev bir portakalı andıran güneşe dalıp gitmişti.

“On sekiz, değil mi Yılmaz’ım. Sıkıntı, maraz yok, ha?

“Yok abim, olur mu? On sekiz, abim.”

“E, hadi hayırlı olsun diyelim o zaman.”

“Yalnız özel kuşlardır bunlar,” dedi Yılmaz. Kenarda ilgisiz duran iki adama baktı.

“Zamanında uçurulmaları lazım kardeş, vaktinde uçmazlarsa olmaz. Yoksa atmaca yakalar kuşu. Sakar var, akrep var aralarında. Parlak çeker bunlar abim, kıymetli hayvanlardır.”

Gözleri dolar gibi olunca, paçalıya eğildi Yılmaz. Kuşu incelemeye koyuldu.

Pikap çoktan gelmiş, Kemal elinde büyük bir kafesle dama çıkmıştı bile.

“Saffet, arkada iki kafes daha var, siz de inip onları alın,” dedi yeni gelen. Arap Yusuf, “Çok oyalanmayın,” deyip arkasına bakmadan gitti.

Adamlar, Yılmaz ne olduğunu anlamadan bütün güvercinleri kafeslere tıkıp gitmişlerdi bile. Yılmaz boş pinniğin karşısına oturdu. Paçalının kafesini sağ kolunun altına aldı, daha fazla tutamadı gözünün yaşını. Hava cıncık gibi, derdi Habip olsa şimdi yanında. Öyle olmasa ne olur lan, derdi Habip. Şu paçalının güzelliğine baksana, Toros’un poyrazı esse gene atarım ben bu kuşu, baksana şu canavarın gözlerine.

Kolunun tersiyle sildi gözünün yaşını Yılmaz. Kafesi aldı, damın kenarına koydu. Kapağı dikkatlice araladı, ürkek hayvanı usulca aldı avucunun içine. Hayvanın kafasını, boynunun altını, süslü paçalarını sevdi. Boş sütuna çakılmış paslı çiviye astığı makasa baktı sonra.

“Paçalıyı aldık oğlum Habip,” dedi. Sesi kuvvetliydi.

Habip, gökyüzüne ilk kez fırlatılan bir kuş gibi gitmiş, kuşlar hep dönmüş ama Habip dönmemişti.

Yılmaz, kuşu İki eliyle kavradı; bir salladı, iki salladı, fırlattı gökyüzüne hayvanı. Paçalının göğe yükselip gözden kayboluşunu izledi bir süre.

Boş kümesin tüm kapılarını kapattı. Uzun kamışı kırdı, aşağı fırlattı. Paçalının kafesini merdivenin altına koydu. Telefonunu eline aldı sonra, Özgür’ü aradı.

“İyiyim kardeşim, sağ olasın. Bugün kanala yüzmeye gidelim,” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra, “Tamam,” dedi Özgür.

Yılmaz telefonu kapatıp tekrar göğe baktı. Seyrek, tül gibi bulutlardan başka bir şey göremedi. Ellerini ceplerine koydu, Hasret Rüzgârları’nı mırıldanarak indi merdivenleri.

Paçalı bir daha dönmedi.