Paylaşıyorum, Öyleyse Varım
Yazılar

Paylaşıyorum, Öyleyse Varım

Sibel Ağlamaz

Zamanın modern putları: Fotoğraflar

 

Kodak, reklamlarında anılarınızı sonsuza kadar saklıyoruz‘ dediğinde,  ne hayatımız ne de anılarımız bu denli dijitalleşmişti henüz.

 

Ama sözlerini tuttular, bir kaç neslin anıları kağıtlar üzerine kazıdılar. Bazıları kırmızı odalarda bin bir emekle üretildi,  bazısı ise dükkanlarda 36lık, 24lük gruplar olarak.  Beğendiklerimizi albümlerde sakladık, beğenmediklerimizi yığın halindeki fotoğraflar içine koyduk, üretim hatalarını da attık. Eledik bir nevi anıları. Hatta yeri geldi sıralardık önem ve zamana göre, albümlere yerleştirdik, küçük notlar yazdık arkalarına.

 

Geçmişteki bir anı somutlaştırıp tıpkı bir nesne gibi yanımızda taşıyabilme büyüsü idi onları kıymetli yapan. Modern birer put gibiydi fotoğraf. Zamanın sürükleyen, eskiten, yok eden korkutucu gücüne karşı aldığımız bir önlemdi.  Dahası her put gibi, çok temel bir işlevi vardı:

 

Paylaşmak ve kaynaştırmak.

 

Buradaydım Elleri

Fotoğraf bu tip putların görece yenilerinden. Keza insanın zamandan korkusu ve anı kaçırma endişesi var oluşuyla birlikte gelen bir şey. Şu aşağıdaki ‘ben de varım, ben de buradayım’ ellerini düşünün. Bir nevi modern selfie gibi. Bundan binlerce yıl evvel yaşayan atalarımızın gülümseyen yüzlerini göremiyor, ellerini duvara dokundurdukları zaman hissettiklerini bilemiyor olabiliriz, ama ellerinin izlerini duvarlara geçirtmeye iten güdüyü yani zamanın enselerindeki baskısını, var olma hissini, o anı tabiri caizse ölümsüzleştirmek, paylaşmak ve birliktelik isteğini az çok tahmin edebiliyoruz.

Cueva de las Manos in Santa Cruz, Argentina

 

İnsan zamanla duvara toz boya üfleyip elinin izini duvara yansıtmaktan daha komplike yöntemler geliştirdi. Eski çağlarda atalarımızın duvarlara görece ilkel yöntemlerle çizdiği resimler, avlar, festivaller yüzyıllar boyunca evrimleşti, resim, heykel ve mimari vesilesiyle kendine daha geniş bir ifade alanı buldu.

 

Gündelik hayat ve zaman ile kurulan bağ değiştikçe, bir tanrı, bir savaş anı , aristokrat bir ailenin öğleden sonrası, bir kralın portresi, hatta bir çiçek, bir gün batımı, sıradan bir mahalle pazarı somutlaşmaya başladı. Zamanın o belirsizliği içinde, tutuldu cımbızla, çekildi ve somutluğun içine bırakıldı. Bazısı sanatsal kaygılarla, bazısı toplumsal, bazısı ise bireysel yarattığımız bir dil olarak.

Magyar: Berlin, Pergamon Múzeum, Zeusz-oltár, nyugati rizalitfríz: Nereus, Doris, Okeanoszcsoport

The Madonna with Chancellor Rolin. Van Eyck. Musée du Louvre, Paris

İlk fotoğraf : Güvercin yuvası

 

Yaşamın bir ikizini ima eden ve insanın kendi eliyle yaratmadığı nesneleri,yani fotoğraf (ve film),üretebilecek yollar bulmak, yüzyıllar boyunca mucit ve bilim adamlarının en büyük arzularından biri oldu. Nihayet 19 yy’a gelindiğinde, fotoğrafla ilgili başarılı teknikler geliştirildi ve tarihte ilk defa insan anın tıpa tıp ikizini yaratmayı başardı. Zamanın o acımasızlığa karşı kazanılmış belki de ilk büyük zaferdi bu. Hayat, olduğu gibi dondurulmuş ya da kayda alınabilmişti.

 

Aşağıdaki fotoğraf mesela, bir kaç yüz yıl önce emekli albay Niepce’in Paris’te ılık bir yaz gününde çektiği, kayıtlara geçen ilk fotoğraflardan biridir.

 

Adı Güvercin yuvası.

 

Albayın bir binanın tepesine çıkıp, sıradan bir günün ve sokağın görüntüsünü, kendi gözlerindeki görüntüsünün, dondurdulduğu bir an. Öyle ki şimdi bile, bu fotoğraf ile birlikte Niepce’nin 1838 yılındaki öğleden sonrasına gidip, bir nevi onun gözünden kopyalanan ve zamandan bağını koparmış bir anı görebiliyoruz.

Louis Jacques Mande DAGUERRE,Boulevard du Tample,Paris, 1838.

 

Bu sembolik anlam, sadece şimdi değil o zamanlarda da fotoğrafı çeken ve ona bakan insanlar için hayli büyüleyici. Ve bu büyüleyici bir oyun,  seni de içine rahatlıkla çekebilecek teknik bir kolaylığa sahip. Bundan böyle, insanın zamanı dondurmak için, artistik yeteneklere ya da zanaatkar emeğine ihtiyacı yok. Maddi ve teknik imkanları el verdiğince, hemen hemen her insanın bir an kopyalayıcısı olması mümkün.

Tahmin edilebileceği üzere, bu büyük zamanla toplumsal anlamda bir an yakalama histerisine evrildi. Kıtlıktan çıkmış birinin, yemeğe duyduğu iştah gibi, insan yoldaki bir arabayı, sıradan bir gün batımını, yaşlı bir kömürcünün gülümseyişini, eşini ve çocuklarını çekmeye başladı. Eski zamanlardaki resimlere, heykellere benzer bir güdüyle. Ama büyük bir farkla: Artık bu putlaştırma ve büyünün tadını çıkarma zevki, belirli bir zümrenin elinden alınmış, nazaran daha geniş bir kitleye bahsedildi.

  • Tüm bunlar günümüzde sanatçıların modern galerilerde sergilediği yüksek çözünürlüklü fotoğrafların konuları gibi gözükse de, insanların ellerinde kameralarla çektiği ilk resimlerin genel temalarıydı aslında. Tarih boyunca milyonlarca fotoğrafı toplayan LIFE gibi dergilerin online arşivine bir göz atabilirsiniz
Anların ikizi: Özel Anları Donduran Fotoğraflar

 

Her ne kadar anın ikizinin yaratılması, fotoğrafın icadı ile geniş bir kitleye yayılsa da, Kodak gibi firmaların taşınabilir, ucuz ve kullanımı kolay makine ve filmleri üretip kitlesel satışına kadar, halk tarafından genel olarak benimsenemedi. Ancak 20yy’ın ortalarından itibaren yaygınlaşan bireysel makineler ile, fotoğraf toplumsal düzeyde daha dengeli bir anlam ifade etmeye başladı. Böylece insanların da fotoğrafa olan ‘görece açlığı’, yani her anı ellerinden kaçıyormuşçasına yakalama güdüsü (paniği), dengeye ulaştı. Fotoğraf, tıpkı diğer yöntemler gibi, kendi içindeki sosyal işlevine, yani paylaşarak kaynaşmaya, yani anlam üreten an yakalamalarına geri döndü.

 

Richard ve Anna Wagner çifti mesela. 1900 yılından başlayarak 42 yıl boyunca her yıl başında aile fotoğraflarını çektiler ve bunları sevdiklerine birer kart olarak gönderdiler. İnsanların şimdiki zamanlarını hapsettiği bu ikiz anların, kişi için özel anlar olması ve bu anların ‘istenen’ kişilerle paylaşılması söz konusu idi artık. Bir nevi, fotoğraf sosyolojik anlamdaki yerini korudu.

Detaylar için: https://mymodernmet.com/richard-and-anna-wagner-christmas-portraits/

  • Fotoğrafın sembolik dönüşümü ve ünlü fotoğraf sanatçılarının eserleri ile ilgili güzel bir analiz için Susan Sontag- Fotoğraf üzerine kitabını okuyabilirsiniz.

Elbette müzeler ve özel galeriler  ‘hayatın ilginç anlarını‘ yakalan fotoğraf sanatçıların eserlerini, tıpkı bir orta çağ ressamının resimlerini bir sanat eseri olarak krallara sunması gibi, sergilemeye devam etti Savaşların, tarihi anların ve organizasyonların ‘ikiz anlarının’ kitle ile paylaşılması ticari fotoğrafçılarla mümkün oldu. Ancak aile ve birey düzeyinde fotoğraf, özel hayatla organik bir bağ kurarak yaşamaya devam etti.

 

Fotoğraf bireysel düzlemde, toplumsal gruplarla olan ilişkimizi kuvvetlendirmek ve beslemek için kullanıldı. İnsan bu gruplarla ve onların kültürleriyle paylaştığı anların ve anıların ölçüsünde sosyal bir bütünlük içine girdi. Bunun izlerini, çok değil, bir kaç sene evveline kadar gayet net görebiliriz: Gittiğimiz mistik yerleri, çocukluğumuzun unutulmaz piyesini, kardeşimizin ilk dişini ya da sevgilimizin o muzip gülümsemesini, bir bağ kurmak istediğimiz insanlara bu fotoğraflar vesilesiyle gösterdik. Böylece fotoğraf başkaları ile (hatta bazen kendimizle olan) sözlü iletişimin somut bir destekçisi olurdu.

Diğer bir deyişle, fotoğrafların Bourdiuevari bir sosyal işlevi vardı.

Ailelere ve kişinin bireysel anılarına ait ‘güzel’ karelerin sonsuza dek saklanıp, yeniden yaratılması.

 Kimliğin ikizi: Dijital Fotoğraflar

 

Günümüzün dijital dünyası ve ‘kültür’ algılayışı, bir kaç on yıl öncesine kıyasla devasa bir değişime uğradı. İnsanın görece geleneksel ve küçük gruplardan oluşan hayatı, küreselleşme ve modern kitle tüketim/üretim araçları ile yeniden şekillendi. Teknoloji, insanlar arasındaki bağları farklılaştırdı.

 

Richard ve Anna Wagner çiftini düşenelim mesela. Bundan bir kaç on yıl önce, Dünya Savaşları dönemi Avrupa’sında çektikleri fotoğrafları sevdikleri dostlarla paylaşırken gerek maddi gerek manevi anlamda ciddi bir maliyet içine girdikleri aşikar.  Halbuki bu ihtiyarlar, hala yaşıyor olsalardı, bu seneki yıl başı fotoğraflarını hala posta ile mi gönderecekleri yoksa WhatsApp’ın grubuna toplu mesaj ile mi atacakları muamma. Bu nedenle fotoğrafın bu fonksiyonunu şimdiki zamana uyarlayıp düşünmek biraz nostaljik kaçabilir.

 

Bireyselliğin ve aile dışındaki kimlik inşasının ayyuka çıktığı bu yeni yüzyılda, fotoğraf artık önemli anların ikizini yaratıp sevdiklerinle paylaşmakta aracı olmaktan farklılaşmaya başlayıp, daha ziyade kendini dışa sunum yöntemi haline geldi. Artık derdimiz anılarımızı sonsuza kadar saklamak değil, anılarımızı bizzat o an da, o anı yaşarken başkaları ile paylaşmak istiyoruz.

 

Haliyle tıpkı fotoğraf makinesinin icadıyla toplumsal olarak yaşanılan histerik ‘an ikizi’ yaratma akımı, günümüzdeki taşınabilir telefonların fotoğraf kameraları ve dijital paylaşım platformları ile yeni bir histeriyle, panik halinde ‘kimlik ikizi’ yaratma telaşına dönüştü. Durmadan fotoğraf çekiyor, durmadan an’ları donduruyor, sürekli paylaşmak, geri bildirim almak, yorumlar okumak istiyoruz. Elimizdeki dijital araçlarla anında çekilip paylaşılan fotoğraf, anıların canlanmasına vesile olmaktansa, şimdiki zamanda bizzat anı yaratan bir araca dönüştü bile.

 

Önceden hayatın akışı içindeki sıra dışı anları yakalamaya çabalayan insan, şimdi paylaşmak için an yaratmaya başladı, hatta bir nevi paylaşmak için yaşamaya başladı. Havalimanına gitmeden orada çekeceğimiz pasaport fotoğrafını düşünür olduk. Yemeği sipariş ettikten sonra, gelse de çeksek demeye başladık. Daha kitabı okumaya başlamadan kapağını, kahveyi içmeden dumanını çeker olduk. Bir yeri gezerken daha ‘iyi bir kimlik’ yaratacak anlar yaratıp ve bunları paylaşacak yerlere gider olduk. Dijital fotoğraf  zamanla olan yarışını belli ki kazandı, hatta öyle ki onu solladı.

 

Artık an yaşanmadan fotoğrafını çekiyor, anı sonsuzlaştırmak için değil, ‘yeni kimliğimizi’ ispat için kareler yakalıyoruz. Bir nevi, “yaşadığımız kimliğin ikizi olan” nostaljik fotoğrafın yerini, “paylaşmak için yarattığımız anların ve kimliklerin” vesilesi olan dijital fotoğraflar aldı.

Dahası, artık fotoğraf albümümüzü kucağımıza koyup arkadaşlarımıza göstereceğimiz bir oturma odasında değiliz. Instagram, Facebook, Tumblr, Pinterest gibi platformlar hayatımızın odalarını çoktan doldurdular.

 

Var ile yok arası 15 dakika

 

Bourdiue’dan yıllar evvel,  20 yy ortasındaki entelektüel hareketin etkisindeki tanımından hareketle, neyin fotoğraf olup olmayacağına dair yorumu şöyleydi:

 

birinin her gün gördüğü bir şeyin fotoğrafını çekmenin anlamı yok’ (1990, s34)

 

Haliyle O’na göre çekilen her resim, bir fotoğraf olarak sayılamazdı.  Bourdiue, kişi için özel anların somutlaşması olarak fotoğraf ile estetik bir sanat dalı olarak fotoğrafın iki geniş sınırını çiziyordu.  Günümüzdeki bu fotoğraf  ve an bolluğu içinde, dijital fotoğrafların sınırlarının yeninden tanımlanması gerektiği aşikar. Keza dijital dünya, fotoğraf ile değil, an, paylaşım ve iletişim ile olan bağımızı yeniden tanımladı. Haliyle fotoğraf eski anlamlarında aşınmalar yaşadı. Muhakkak ki içinde bulunduğumuz histerik paylaşım dönemi, tıpkı analog fotoğrafın ilk dönemlerinde olduğu gibi, kendi dengesini bulacak.

 

Ama burada mühim olan, kendimizi bu kaos içinde nasıl konumlandıracağımız?

 

Eğer hayatımızın her anının özel olduğunu düşünüyor ve sıradan her anımızı tanıdığımız ve tanımadığımız insanlarla paylaşmaya değer olduğunu (akşam yemeğimiz, sabah trafiğinde araba içindeki duruşumuz, içtiğimiz bir kahve ya da okuduğumuz bir kitap gibi),  bazı araştırmalara göre narsist ve olabildiğince yalnız olabiliriz.

 

Eğer paylaşımlarımız ailelerimiz ya da yakınlarımızla kaynaşmakla ilgili sosyal işlevini aştıysa, parasosyal  döngüdeki bir kimlik arayışına girmiş, kendimizi ‘ünlü’ ya da ‘idol’ kişiler üzerinde tanımlamış olabiliriz.

 

Haliyle mutsuzluğa ve manipülasyona oldukça açık bir halde, ideal bir tüketici kıvamından da bahsetmek mümkün.

 

Milyar dolarlık şirket değerleri ile, üzerinde ciddi data analizlerinin, sosyal deneylerin, manipulatif paylaşımların olduğu bu yeni oturma odalarımızda, sırtımızı rahatça koltuğa yaslayıp, fotoğraf albümlerimizi yaratmadan evvel, kendimize ve paylaştıklarımıza sorgular gözle bakmaktan zarar gelmez. Belki de ait olmadığımız ve bizi bu ‘ideale’ zorlayan yeni bir kimliğe mi, yoksa kimliğimizdeki yeni katmanları keşfetmeye mi ihtiyacımız olduğu sorusu ile başlamak epey makul.

 

Neticede paylaşıyorum öyleyse varım ile paylaştıkça yok oluyorum arasındaki süre, Warhol’un meşhur 15 dakikası olabilir. 

 

 

Kaynakça ve Öneriler

Barthes, R. (1981), Camera Lucida: Reflections on Photography, New York: Hill and Wang.

Bourdieu, P. (1990), Photography: A Middlebrow Art (trans. Shaun Whiteside), Cambridge: Polity Press.

Edwards, E. (2005), ‘Photographs and the sound of history’, Visual Anthropology Review, 21: 1–2,pp. 27–46.

Hjorth, L. (2009), ‘Photo shopping: A snapshot on camera phone practices in an age of Web 2.0’,

Petersen, S. M. (2009), ‘Common banality: The affective character of photo sharing, everyday life and produsage cultures’, unpublished Ph.D., IT University of Copenhagen, Copenhagen, Denmark.

Van Dijk, J. (2008), ‘Digital photography: Communication, identity, memory’, Visual Communication,
7: 1, pp. 57–76.

Simons, J. A. A. (2010), ‘Weightless photography’, in Johan Swinnen and Luc Deneulin (eds), The Weight of Photography: Photography History Theory and Criticism. Introductory Readings, Brussel: ASP Press, pp. 557–77.

Sontag, S. (1973), On Photography, New York: Delta.

Rubenstiein, D. and Sluis, K. (2008), ‘A life more photographic: Mapping the networked image’,Photographies, 1: 1, pp. 9–28.

Murray, S. (2008), ‘Digital images, photo-sharing, and our shifting notions of everyday aesthetics’,Journal of Visual Culture, 7: 147, pp. 147–63. Knowledge, Technology & Policy, 22: 3, pp. 157–59.