Refakat Ve Fakat
Öykü

Refakat Ve Fakat

Erdem Alpyürük

“Bak işte, olan olmuş. Dağ gibi adam düşüp kırmış kalçayı. Kadın kısmı kocasından önce hakkın rahmetine kavuşmaya görsün. Geride kalan erkek perperişan kalır böyle.” Babam biraz aklı karışmış, biraz da sitemkâr bir bakış atıyor karısına. Lâkin annem tınmıyor, arka arkaya sıralayarak, iki kulağını çekiştirip tahtaya vurarak gözümüze sokuyor kara tabloyu. “Zavallının oğlu askerde, kızı dünyanın öbür ucunda bir ecnebi memlekette, bilmem hangi şirkette pek önemli görevdeymiş. İkisi de çıkıp gelemiyor babalarının imdadına. Neye yaradı iki evlât? Bir başına ambulansa koyup gönderdik zavallıyı. Dağlara taşlara. Sahipsiz, kimsesiz kalıverdi gariban. Nasıl olacak şimdi?”

 

Off! Susmaz artık bütün gece. Nasıl olacak şimdileri bitmez. Hiç çekemem. Senin derdin kendine yeter Emre. Kalçasını kıran komşuya tasalanacak değilsin. Bir bilseler, felâketin büyüğü oğullarında. Çok sürmez son marifetin de en geç sabaha çıkar ortaya. Bu kez alacağın cezanın ölçüsü yok. Odana kapan, çek yorganı kafana, kıyamet kopmadan önce rahat bir uyku çek bari şu evde. Ama ne mümkün? Aynı cümleler, vahlar, amanlar biteviye tekrarlanıyor. Pek bir acıyor adamcağıza sevgili annem. Tek başına da acımıyor. Bütün konu komşu, hatta ambulansın sirenine sokaklara çıkan mahalleliyle birlikte toplaşıp hayıflanıyorlar hastaneye kaldırılan Rüştü Amca’nın arkasından. Bu toplu acıma etkinliğinin adamcağıza ne faydası dokunacaksa…

 

Ve fakat, mahalledeki hiç kimsenin değil de bir tek benim faydamın dokunması… Rüyamda görsem, hayra yormaz, sıçrardım. Bütün aile, konu-komşu, hatta memleketin diğer illerinde yerleşik hısım-akraba bile benden ümidi kesmişken kimseye zerre kadar hayrı dokunmayan, “Bundan adam olmaz” şeklinde yaftalanmış benim gibisinin -ki artık kendim de ikna olmuştum buna- giriş kattaki yaşlı komşumuzun imdadına yetişmesi… Olacak şey değildi. Değildi ama…

 

“Doğrusu beni çok şaşırttın Emre oğlum. Sana mı düşerdi bu iş? Pek mütehassıs oldum.”

“Aşk olsun Rüştü Amcacığım, insanlık ölmedi daha. Komşuyuz şurada“

“Hep diyorum zaten. Bakmayın siz, gençlerden ümitliyim ben diye.”

 

Son vukuatımdan sonra evdekilerin sabrı taşıp beni kapıya koymasalardı gerçekten bana düşmezdi Rüştü Amca. Sen kalçanı kırdığın sırada -annemin tabiriyle- kaderin cilvesi midir nedir, ben de babamın arabasını kaçırıp rotunu kırmışım. Ehliyetsiz araba kullanmaktan okkalı bir de ceza yemişim. Üstelik rotu kırarken kaldırımdaki elektrik direğine toslayıp azıcık yamulttuğum için kamu malına zarar vermekten hakkımda -yoksa hem benim, hem de babamın hakkında mıydı, ruhsat sahibi o olduğu için, orasını pek anlayamadım- dava açılacakmış bir de. Evden ilk kovuluşum değil tabii, ama bu seferki son olacak gibiydi. Öyle birkaç gün içinde affedecekleri yoktu. Bu hadise geçmişteki sayısız vukuatıma benzemiyordu. Ben daha kazanın şokunu atlatamamışken, babam kafama çektiğim yorganı öyle bir kızgınlıkla kaldırıp atıyor ki üzerimden. Arabanın neredeyse pert haline rağmen bende en küçük bir sıyrık göremeyince anlık biçimde sevinir gibi olsa da anlık işte. O kısacık andan sonra öyle bir tokat indiriyor ki suratıma, tokadın şiddetinden kendisi de savruluyor ve arkasından feryat ederek yetişen annem son anda kurtuluyor ezilmekten.

 

Mevsim yaz olsa bahçede, parkta bir bankın üzerinde kıvrılır yatarsın. Lâkin şubatın ortası, dışarıda öyle bir ayaz var ki adamın gözündeki yaşı, burnundaki sümüğü iki dakikada donduruyor. Sıcacık yatağımdan çıkarıp yaka paça atıyorlar kapının önüne. İnsan biricik oğluna acımaz mı? Haytalıkta biriciksin anca dedi, kombili evindeki yakıt masrafından kurtulmak için her kış bizim eve postu seren taş yürekli dul halam. Babamsa ağzından köpükler saçıyor.

 

“Defol git, o bira şişelerini arabanın arka koltuğuna atan serseri arkadaşlarında kal. Defol!” Arabayı ehliyetsiz kullandığım için mi, yoksa alkollüyken sürdüğüm için mi o kamu malı demire çarptığım konusuna bilirkişi ayrıca bakacakmış. Halbuki şu Balkanlardan gelen soğuk hava yüzünden yol buz tutmuş da ondan kaydı araba. Bana sorsalar söylerdim, böyle teknik angaryalara gerek kalmadan. Eldivenimi, atkımı bile yanıma almama fırsat vermeden basıyorlar kıçıma tekmeyi. Otomobilin dağılan kaportasına ve koca elektrik direğini tel gibi büken hasara rağmen bende hiçbir hasar olmadığından mıdır nedir, bir duvar dibinde soğuktan donup ölmeyecek kadar dayanıklı olduğumu düşündüler demek ki. Yufka yürekli anneciğim, kalçasını kıran komşuya duyduğu merhametin yarısını bile göstermiyor bana. Nasıl olacak şimdi, demiyor.

 

Bu araba kazası pek kötü oldu gerçekten de, Rüştü Amcanın ev kazası piyango. Evden atılır atılmaz apartman görevlisiyle burun buruna gelmem ise ilahi bir tesadüf. Hamza Efendi ayaküstü bana Rüştü Amcanın düştükten sonra yerinden kalkamayınca cep telefonundan onu aradığını, onun da ambulansı aradığını, sonra da özel bir hastaneye götürüldüğünü, yanında kimsenin kalıp kalmayacağını sorduklarını günün olayı tadında bir çırpıda anlatıverince benim kafamda da ampul yanıyor o anda.

 

Rüştü Amca ev kazasından sonra ikinci şokunu karşısında beni görünce yaşıyor. Zavallı adam habire iğne yerken ben refakatçi yemeğini yiyorum afiyetle. Lâkin hastane karavanası değil, davet menüsü gibi yemek getiriyorlar önüme. Rüştü Amca mühim adammış meğer. Bir de forslu. Şu şu tarihlerde, şu şu memleketlerde pek kıymetli vazifelerde bulunmuş. Bir sürü teşekkür plaketi, takdir belgesi, ödülleri varmış. Yeni öğreniyorum bunları tabii, üst kat komşusu sıfatıyla zaten biliyormuş gibi yaparak.

 

Hastane bildiğin hastane değil, lüks otel yanında pansiyon kalır. O derece konforlu, şahane, sıcacık. Kış ortası Balkanlardan Antalya’ya ışınlanmış gibiyim. Acayip hijyenik, modern, devasa bir bina. Küçük çaplı bir uzay üssüne girmişçesine elini kaldırdığın gibi açılan otomatik kapılar, her biri ayrı işe yarayan butonlar, fotoselli musluklar. O da yetmez, şık mobilyalar, dokunmatik aydınlatmalar. Personel desen incelikten kopacak. Çay kahve, kek-meşrubat bir telefonla şıp diye odada. Şifreli televizyon kanallarında yeni vizyona giren filmler karşımda. Cep telefonum için şarj aleti bile bulup getiriyorlar sağ olsunlar, onu da evde bırakmak zorunda kaldığımdan. Benim yaptığım tek şey ise kırk türlü konuma ayarlanabilen ileri teknoloji hasta yatağının ince ayar düğmelerini kurcalamaktan ibaret. Zavallı, onu bile ezilip büzülerek bin bir rica istiyor Rüştü Amca. Allah razı olsun deyip duruyor sürekli. Asıl senden razı olsun amcacığım, iyi ki düştün denmiyor tabii. Neticede onun sayesinde bu seferki kovuluşumda başımı sokacak yer bulmak için tanıdıklara bir sürü masal uydurup dil dökmem gerekmedi. Bitli pansiyonlarda geceleyip borç takmak zorunda da kalmadım. Bira şişelerini arka koltuğa atan arkadaşların evine da sığınamazdım. Ne de olsa onların ailesiyle bizimkilerin duyguları karşılıklıydı.

 

Ertesi gün adamcağızı ameliyata, akabinde iki gün yoğun bakıma aldıklarında benim o iki günüm de beş yıldızlı otelde her şey dâhil konaklama kıvamında geçiyor. Kaygısız, gamsız, izzet ikram, yediğim önümde, yemediğim arkamda. Refakatçi yatağı evdeki ortası çukur döşek müsveddesinden bin kat rahat. Jaluzi perdeler, deri oturma koltukları, özel banyo-tuvalet, janjanlı sabunlar, devamlı sıcak su filan, SPA mübarek. Üstüne bir de hayır duası alıyorum, evdeki beddualardan sonra. O iki gün boyunca bizimkiler merak edip beni hiç aramıyorlar ama Rüştü Amca’nın oğlu kışladan, kızı yurt dışından sürekli telefonda, bana nasıl teşekkür edeceklerini bilemiyorlar. Böyle hayırlı, duyarlı bir evlât yetiştirdikleri için aileme de teşekkür etmeye kalkıyorlar, zor engel oluyorum.

 

Rüştü Beyin ameliyatı başarılı geçmiş, kırk sekiz saatlik kritik süreyi de atlatmış, ikinci gün sonunda odaya alıyorlar. Hastabakıcı adam işinin ehli. Kürekten hallice elleriyle tek hamlede sanki kedi tutar gibi öyle rahat kavrıyor ki o heybetli adamın belden aşağısını, iki dakikada hallediveriyor temizliği. Gündüzleri kata bakan hemşire bir içim su. Boylu boslu, incecik belli, badem gözlü. Gececi kızlar ayrı güzel. Belki de gecenin gizinden bana öyle görünüyor. Bir ihtimam, bir bakım. Hızla iyileşiyor amcam, eski toprak ne de olsa. Birkaç güne taburcu olacak. Rüştü Amca beni o kadar benimsiyor, öylesine minnet duyuyor ki. Yoğun bakımda kaldığı iki gün boyunca bile hastaneden ayrılmayıp onu beklediğimi öğrenince daha bir duygulanıp gözleri doluyor. O böyle davrandıkça kötü oluyorum. Tuhaf, anlayamadığım bir bağ kuruluyor Rüştü Amcayla aramızda. Bir yandan da şimdiye dek hiç bilmediğim bir huzursuzluk, alışık olmadığım bir rahatsızlık hissi kaplıyor içimi. Ne olduğunu kavrayamıyorum fakat Rüştü Amca iyileşip eve döndüğünde meselenin iç yüzü anlaşılacak, ben de o zaman kurtulacağım içimi buran bu yabancı duygudan diye avunuyorum.

 

Her şey yolunda gidiyor zannederken, doktorlar hemşireler arasında bir koşuşturma, bir telâş. Aniden kötülüyor Rüştü Amca. Pıhtı atmasıymış, ne demekse. Bir tarafına felç gelmiş. Ameliyatı yapan ekip gece yarısı yeniden toplanıyor. Lâkin suratlar düşük. Çocuklarına haber verilmesini istiyorlar. Tekrar yoğun bakıma kaldırırlarken, Rüştü Amca felçli olmayan koluyla bana uzanmaya çabalıyor son anda. Konuşamasa da öyle bir bakış atıyor ki…

 

Dedemden sonra katıldığım ilk cenaze. Sağımdaki solumdakinden kopya çekerek kılmaya çalışıyorum cenaze namazını. O içimi kemirip duran garip sıkıntı giderek daha ağır biçimde çörekleniyor yüreğime. Senin sayende sokakta kalmaktan kurtulup bir elim yağda bir elim balda yaşadığım günlerden sonra, hakkımı helâl etmek de bana mı düşecekti Rüştü Amca? Hani sen iyileşip ayağa kalkacaktın? Merhametimden, yüce gönüllülüğümden değil de menfaatim gereği, fırsatçılıktan yanında olduğumu öğrenince bana teessüf edecektin daha. Ben gözümü kaçırarak ipe sapa gelmez bahaneler uyduracaktım, yeni yalanlarla süsleyerek. Sen ise “Yanılmışım, hakikaten zamane gençliğine güven olmuyormuş!” diyecektin. Bana bu kadar kolay inanmanı yediremeyecektin o görmüş geçirmişliğine. Sadece hayrına senin yanına refakatçi geldiğime aldanışını o anki yalnızlığına, çaresizliğine verecektin belki de.

 

Ya son görevlerine yetişen oğlun, kızın? Hasta, yalnız babalarının yanına sırf barınacak bir yer olduğu için sığındığımı öğrendiklerinde nasıl büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaklardı. Yazıklar olsun diye kınayacaklardı yaşlı babalarının çaresizliğini böylesine sömüren sahtekârı. Günler sonra benimle cenazede burun buruna gelen ailem, ortalıktan kaybolduğum süre içinde başımı yeni bir belâya sokmadığıma önce sevinip hemen arkasından arsızlığımdan, utanmazlığımdan dem vurup mezarlıkta kendilerini zor tutsalar da eve girer girmez yüzüme tüküreceklerdi. Halam iğrenir gibi buruşturacaktı yüzünü, kendi evime geri geldiğim için. Böylelikle özüme dönüp rahatlayacaktım ne güzel.

 

Ah be Rüştü Amca! Gözümün önünden gitmeyen o son bakışın var ya. Bana güvenip teslim olmuş, minnet dolu son bakışın. Ben artık bakamaz oldum aynadaki bana. Sen bu dünyadan göçtün gittin ya… Görülmesi gereken tüm bu hesapların hiçbiri görülmedi de bünyenin acemisi koca bir gönül yükü olup şurama çöktü ya. Asıl kazığı ben yedim be Rüştü Amca. Senin o ölü toprağın gün gün, kürek kürek üstüme atılıyor Rüştü Amca. Senin o heybetli cansız bedenini yeraltındaki böcekler kurtlar kemirdikçe, benim beynimi de kurtlar kemiriyor Rüştü Amca. Nasıl olacak şimdi?