Genç ve güzel bir kadın yaklaştı, “Saat kaç?” diye sordu. Gözlerimi ondan alamadım ve “Bir saat” diye yanıtladım.
Aslında kadın, saatin kaç olduğunu sormak istemişti. Babamın hediyesi olan sıfır Nacar saatime tekrar baktım. Saatim hâlâ ilk günkü gibi mükemmeldi. Metal kemer alerji yaptığı için deri kemer kullanıyordum ve bu deri kemerleri genellikle her 13 ayda bir değiştiriyordum.
Bu kez “Saat 2.22” dedim.
“Türkiye saatiyle mi?” diye sordu.
“Pardon, 14.23 demek istemiştim,” dedim, kadın bir iletişim başlatmak istiyor gibiydi. “Lütfen oturun,” dedim ve kelimeler ağzımdan döküldü.
Kadın, karşımdaki sandalyeye bir gülümsemeyle oturdu.
“Saatiniz oldukça sade ve güzel, ayrıca biraz cesaret de istiyor!” dedi.
Saatime baktım ve “Sadeliğine evet ama cesaret neden ki?” diye sordum.
“İnsanlar gösterişli şeyler takmayı seviyor, sade olanları ise avam buluyor ve laf sokmaktan çekinmiyorlar. ‘Acaba kaçıncı yüzyıldan kalmış?’ gibi.”
“Hımm, insanın ağzı çuval değil ki büzesin,” dedim.
“Büzmek mi? Bu kelimenin kökeni Can Yücel’in ‘Bize tüzük değil, büzük lazım’ sözünden geliyor olabilir mi acaba?” dedi.
“Can Yücel söz konusu olunca, argo da işin içine girer ve hayat başka bir akış bulur,” dedim.
Sol kolumu masanın üstüne koydum ve kadın, “İlginç,” dedi, “Genellikle insanlar sol koluna yüzük ve saati takar, ama sizin saatiniz sağ kolda.” Sağ kolumu sol kolumun üzerine koydum ve saat ile yüzük aynı kolda yer alıyordu.
“İlginç bir iletişim tarzınız var,” dedim. “Adınızı bile bilmiyorum, ama masama oturdunuz ve yüzükler, büzükler, tüzüklerle zaman kavramı üzerinden bir hayat çizgisi çizmeye başladınız.”
“Adım Gün, saatlere her zaman ilgi duymuşumdur. Zamanın siz neresindesiniz?” dedi.
“Ben de Ruşen, yani sabahın güneş doğarken ki zamanı, memnun oldum,” dediğimde kadın oldukça şaşkın bir ifadeyle baktı.
“Memnun olmak için erken değil mi, Ruşen Bey?” dedi ve kendi saatine baktı. Saati, gümüş renginde ve pusulaya benzeyen bir şeydi.
“Güneş saati diye biliriz, değil mi?” diye sordu.
“Sizin saatin sizde olan anısı gibi, benim saatimin de çok önemli bir yeri var,” dedi. Saat ve zamana olan ilgim aslında babamın saatçi olmasıyla doğrudan ilgili. Hem saat satar hem de tamir ederdi; satmaktan çok, tamiri daha çok severdi. Kendine ‘saat doktoru’ derdi. Saat üzerine bir anekdot anlattı: “Saat, ilk kez M.Ö. 4000 yılında Mısır’da bulunmuştur… Bu nedenle kum saati ve su saati icat edilmiştir…” dediğinde, içimden saatin öyküsünü saatlerce dinlemek istediğimi hissettim. Anlatacakları bitmemiş olmalı ki, “Babam saatle insan arasında doğrudan bir ilişki olduğuna inanırdı. İnsanlar ritmiktir, saatler de öyledir,” derdi. “Ritimleri düştüğünde ya da arttığında anla ki saat hastadır, insan da öyledir.” Dedi ve kısa bir suskunluk anından sonra yine başladı: “İnanılmaz keyif alırdı. Kimin kolunda bir saat görse, üretim tarihini ve nerede üretildiğini hemen söylerdi. Her saatin, insan gibi bir ömrü olduğunu, çünkü o mekanik görünen şeylerin zamanla aşındığını ve eski formunu yitirdiğini söylerdi. Tabii, derdi ki saatler biraz şanslıydı. Her parçasını yenisiyle değiştirme şansımız olur ve yeniden yola devam eder. Aynı adla ve unvanla. Ve gelecekte insanların da aynı şekilde organlarının değiştirilerek hayatlarına devam edeceğini anlattığında, ben şaşkın şaşkın bakardım. Saatlerine bakarak, insanların kişilikleri hakkında saptamalar yapardı.”
“Aaa, bana ilginç geldi. O zaman ben nasıl bir kişiliğe sahibim acaba, onu da söyler misin? Ayrıca, size kahve söyleyeyim; böylece kahve üzerinden saat değerlendirmesi yaparak bir çözümleme yapabilirsiniz,” dediğimde. “Kahve falı bilmem ki,” dedi.
“Bende fal dediğin nedir ki? Biraz yüz, biraz saat, biraz da söz değil mi?”
“Hiç bu açıdan bakmamıştım,” dedi.
Kahveleri içtikten sonra fincanımı ters çevirip, yüzüğümü çıkararak üstüne koydum. Sonra saatimi çıkartıp ona verdim.
Kolumda saatin altında kalmış bir dövme belirdi; “Reina” ve “Pasha” yazıyordu. Tam bir şey söyleyecekken duraksadı, belki de falda söylemek istediklerinden biriydi bu, bilemedim ve ısrar da etmedim.
Saati inceledi ve “Deri bir kordon, sağlam bir şeye benziyor,” dedi. Saatimi geri verip, kahve fincanının üstündeki yüzüğü aldı, inceledi ve bana uzattı. Kahve falına başladı, pardon, saat falına.
“Evlisiniz, iki çocuk sahibisiniz. Gelenekçi bir ailede yetişmişsiniz ama bu kabuk size dar geliyor. Aslında evlilik fikrine bile karşı çıkıyorsunuz ama iki çocukla şimdi hayatın tam ortasındasınız. Hayatı saatlere değil, zamana yayıyorsunuz. Saat sizin için bir aksesuardan ve zaman göstergesinden çok, yanınızda taşıdığınız bir anı,” dedi ve bir bardak suyu bir yudumda içti.
Bütün bu olan biteni dikkatle dinliyordum. Bir saat önce tanımadığım biri, kahveye bakarak, pardon saatime bakarak, hayatım ve evliliğim hakkında yorumlar yapıyordu. Sonra bana baktı, tavırlarımı inceliyordu; heyecanlanmış mıydım, söyledikleri bende bir karşılık bulmuş muydu?
“Unutmadan, yabancı bir kadınla evlilik yapmışsınız ve onun sancılarını çekiyorsunuz. Tür ve yabancı evliliğin kültürel çatışmaları sizi yormuş gibi görünüyor,” dedi.
Bu kez gerçekten heyecanlandım. “Bu kadar,” dedi. Kısa sürede hayatımı delik deşik etmişti. “Bir bardak su içerim, bu durum karşısında korkuyorum; bir bardakta fırtına kopartırsanız, dalgaların altında kalırım,” diye düşündüm. Peçeteyle dudaklarımın kenarlarını sildim, ellerimi masanın üstüne koydum; saat ve yüzük hâlâ oradaydı, henüz takmamıştım.
“Evet, benden bu kadar,” dedi ve tepkilerimi bekler gibi oldu. Sanırım bu tespitler karşısında bir açıklama yapmam gerekiyor; simgeler ve işaretlerden yola çıkarsak, bunların bir karşılığı olduğunu düşünüyorsak, yaklaşımlarınız ya da çözümlemeniz çok fantastik değil, bilimsel bir gerçeklik üzerine kurulu.
“Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Saptamalarınızda sapmalar olduğu gibi, doğrular da benim açımdan yer yer var. Ancak sizin açıklamalarınız da birer saptama ve sapmalarla dolu,” dedim.
Kadın, “Ama ben size demiştim bu işten anlamam, benimki kurgu,” dedi.
“Birincisi, yabancı birisiyle evliliğim doğru; sizin açınızdan ‘yabancı’ kime deniyor, onu ortaya koymak gerek. Adım Ruşen, Farsça’da sabahın güneş doğarken ki zamanına denir. Eşim ise Türk.
İkincisi, iki çocuğumuz var, bu da doğru. Büyük kızımın adı Reina, Zazaca bir isim ve ‘yeniden gel’ anlamında. Oğlumun adı Pasha, biz ona Türkçe ‘paşa’ diyoruz. Evliliğimize gelince, yazılı olarak devam ediyor,” dedim.
Araya giren kadın, “Pardon, yazılı-sözlü evlilik mi olur?” dedi.
“Evet hanımefendi, önce insanlar sözlü olurlar, bu süreç flörttür. Sonra yazılı olur, kamusal kurumlar eşliğinde onların tanıklığında resmiyet kazandırılır,” dediğimde kadının şaşkınlıkla doğruyu bilme arasında gidip geldiğini mimiklerinden anladım.
“Doğru kısmı ise; hukuki olarak evlilik devam ediyor, yaşamdaki fiili durumda ise aynı evi paylaşmıyoruz,” dedim.
“Peki, çocuklar kimde?” diye sordu.
“Çocuklar benimle, ev ise onda kaldı.”
Kadın şaşkınlığını gizlemedi, “Hadi ya! O yaşta çocuklara bakmak zor olmuyor mu?” diye sordu.
“Benim için çocuklara bakmak sadece maliyetli oluyor.”
Kadının merakı bitmiyordu; benim ayrılığım onu daha da heyecanlandırmıştı. Saate ve zamana ilişkin, “Bu Nacar saat babamın ortaokul hediyesidir. Tercihten çok zorunluluk diyebilirim. Saatin altındaki dövmedeki adlar çocukların adlarıdır. Sol kolumda metalle karşı hareketsizlik hissi dolayısıyla sağ koluma takmak zorunda kaldım.”
“Şimdi çocuklara kim bakıyor?” diye sordu.
“Anneleri birazdan getirecek, zaten onları beklemek için oturdum.”
“Hımm, halen devam eden bir ilişki ne hoş,” dedi.
Şükran Hanım, ‘Reina ve Pasha’ ile içeri girdi. Tasmasını bıraktığında Reina üzerime atladı… Pasha daha pasif kaldı. Kadına döndüm “işte benim çocuklarım…”